OLAYLARIN daha kolay
anlaşılması için tarihçiler, tarihi
“yakın” ve “uzak” diye adlandırırlar. Cumhuriyet dönemi, bu
ayrıma göre yakın tarih içinde ele alınmaktadır. Kuruluş aşamasında cereyan
eden olaylar ayrıntıları ile bilmesine rağmen, Cumhuriyet’in ilk dönemi özel
bir gayret ve emekle yeni nesillere efsunlaştırılarak aktarılır. Her olayın
üzeri bir sır perdesiyle örtülmüştür. Yeni nesiller, eski deyimle “ağyarını
mani, efradını cami” bir tarih bilincine sahip değildir.
Hâlbuki
sadece Ankara’da o dönem cereyan eden hadiselerle döndürülen dolap ve
entrikaların her biri, başlı başına heyecanlı bir TV dizisi olacak
niteliktedir.
Cumhuriyet’in
adalet tarihinde kara leke olarak yer alan İstiklâl Mahkemeleri ve kararlarının
her biri bile başlı başına bilinmesi gereken tarihî nitelikler taşırlar.
İstiklâl Mahkemeleri’nin kuruluş amacı ile uygulamaları ve arkasında
bıraktıkları, hâlâ tarihin tozlu sayfaları arasında keşfedilmeyi beklemektedirler.
Kaldı ki İstiklâl Mahkemeleri’nin teşekkülü, çalışma tarzı, üslubu ve kararları
sadece Ankara ile sınırlı kalmamış, sadece o günü ilgilendirmeyen ve günümüze,
geleceğimize etkiyecek şekilde özellikler taşımaktadır.
Mahkeme
zabıtları, TBMM arşivlerinde hâlâ gizliğini korumaktadır. İstiklâl Mahkemeleri,
kuruluşu itibariyle masum bir görüntüye sokulmaya çalışılmakta ise de,
başlangıcı itibariyle Ankara’da kurulmuş olan TBMM hükümetinin, cephe gerisinde
güvenliği sağlamak amacıyla oluşturduğu tedbir amaçlı adlî bir adımdır.
29 Nisan 1920’de çıkarılan
“Hıyanet-i Vataniye Kanunu”, bu mahkemelerin düşünce oluşumunu sağlayan ilk
adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki, bu mahkemelerin esas amacı nedir?
Nerelerde kurulmuş ve kimler hakkında nasıl hükümler verilmiştir?
İstiklâl Mahkemeleri’nin teşekkülü
Kurulmakta olan yeni bir devletin
ayakta durmasını bir şekilde sağlamak gerekiyordu. Bu da ancak caydırıcı bazı
yöntemlerle gerçekleşebilirdi. İstiklâl Mahkemeleri de yeni rejimin vücuda
getirdiği esaslı bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
İstiklâl Mahkemeleri, TBMM’nin 11
Eylül 1920’de kabul ettiği bir kanunla kuruldu. Söz konusu kanunun esas adı,
“Firariler Hakkında Kanun”dur. İstiklâl Mahkemeleri de bu kanunun bünyesinde
teşekkül edilmiştir. Kanunun ilk maddesinde belirtilen İstiklâl Mahkemeleri’nin
görev alanı, yalnız firar olaylarıyla sınırlı kalıyordu. Bu haliyle söz konumuz
olan mahkemeler, bir nevi özel mahkeme gibi oluşmuş olsa da Ankara’da
oluşturulmuş yeni hükümetin otoritesini kabul ettirmek ve sonucu ne olursa
olsun asayişi sağlamak için kurulmuş bir yapıdaydı. Bu sebeple mahkeme üyeleri,
gerekli gördükleri bütün davalara hüküm veriyorlardı. Zaten İstiklâl Mahkemeleri’nin
kararlarında da göze çarpacak derecede isabetsizliklerin olması, henüz ilk
günlerinde dahi çeşitli iddialarla yorumlamalara sebep olmuştur. Zanlı,
savunmasını kendi başına yapmak durumunda kalıyor ve hakkında verilen cezalar
da bekletilmeden infaz ediliyordu.
Tenkit konusu olan bir diğer husus
da karar merciinin, yani İstiklâl Mahkemesi üyelerinin tamamen mebuslardan,
siyasîlerden seçilmiş olmasıdır. Her ne kadar tenkit edilmiş olsa da bazı
tatmin etmeyen gerekçelerle eleştirilere kayıtsız kalınmıştır. Zaten cezaları
belli olan davaları karara bağlamak için donanımlı hâkimlere de ihtiyaç yoktu.
İstiklâl Mahkemeleri iki dönem
olarak teşekkül etmiştir. Birinci dönem İstiklâl Mahkemeleri Ankara, Eskişehir,
Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır; ikinci dönem İstiklâl
Mahkemeleri ise Kastamonu, Konya, Samsun ve Yozgat gibi bölgelerde kurulan
mahkemelerdir. Bu mahkemeler, yetki mekanizmalarını o kadar genişletmişlerdi ki
neredeyse bütün kanun maddelerinin üzerine çıkacak ölçüdeydi.
Olağanüstü yetkilerle ilk etapta üç, daha sonra ise dört üye ve bir savcıdan meydana gelen İstiklâl Mahkemeleri’nin verdikleri kararlar kesindi. Ayrıca kararlara itiraz kabul edilemiyordu, zira kararların temyizi yoktu. Kararların uygulanmasından da mahkeme sorumluydu. Fakat mahkeme üyeleri, vermiş oldukları kararlardan dolayı sorumlu tutulmuyorlardı.
“Öteki” kılınan adam
Adalet tarihinin karanlık bölümünü
oluşturan İstiklâl Mahkemeleri’nin ilk idam kararı ise son derece ilginç…
Aslen Erzurumlu olan Diş Hekimi
Ahmet İhsan Bey, mahkeme önünde yaptığı konuşlardan öğrenildiğine göre İstanbul
Beyoğlu Firuzağa’da ikamet etmektedir. Boş zamanlarında saz çalmaktadır ve evlidir.
İttihat ve Terakki Fırkası’na muhalif olduğu için Mısır’a gitmiş, giderken
eşini beraberinde götürmemiş ve Mısır’da yaşlı bir hanımla evlenmiştir.
Bir gün ülkesine dönmeye karar
verir. İstanbul yerine, 10 Ağustos 1920
günü Antalya’ya gelir. Gemiden inince sorguya alınır. Çünkü yabancı ülkelerden
gelen kimselerden olağanüstü şüphelenilmektedir. Orta yaşlı, temiz ve pak
kıyafeti, kibar tavrı ile memurların dikkatini çeker İhsan Bey. Ayaküstü bir
soruşturma sonunda Ankara’ya gitmek istediği anlaşılınca hemen nezarete alınır.
Mutasarrıflığın emriyle ertesi gün
“muhafaza altında” Ankara’ya sevk edilir. Ankara’daki polis nezarethanesinde
iki hafta kimseyle görüştürülmez. Tam bu esnada Dâhiliye Vekili Dr. Adnan Bey’e
bir mektup yazar. Mektubunda kim olduğunu, nasıl gözaltına alındığını ifade
eder:
“(…) Halen de burada,
nezarethanedeyim. Pek samimi hüsnü niyetle iltica ettiğim aziz vatanımda
günlerce sefalete mahkûm edildiğimi vicdan-ı devletleri elbette tecviz edemez.
Bu babda halisane emellerimin teşvik-i eseri olarak hayırlı hizmetlerinizde
bulunabilecek iken, şahsiyetimin ihmali ile nezarethanelerde sürünmekliğimi
mukadderat-ı İlahiyeye atfederek müteselli oluyorum.
Malî kuvvetim dahi birkaç günlük
kaldığından, lütfen Vekâlet-i Celilenize havale edilen evrakımın bir an evvel
tetkikle şaibedar olmayan şahsiyetimin bu sefalet girdabından kurtarılması
esbabımın ihzarı hususunda emirlerinizi istirham eylerim.”
Dilekçe Dâhiliye Vekili tarafından
Sinop’ta bulunan Maarif Vekili Dr. Rıza Nur’a gönderilir ve fikri sorulur.
Çünkü Ahmet İhsan Bey, Dr. Rıza Nur’u fakülte yıllarından tanımaktadır. Ondan
yardım beklemektedir.
Bir hafta sonra Dr. Rıza Nur,
gönderdiği cevap yazısında “Diş Tabibi Ahmet İhsan Efendi, İngiliz casusudur.
Benimle mülakatında söylediği sözler gayri mantıki ve birbirini nakzedicidir” diye
cevap verir.
Üç tekbir ve…
Cebelibereket (Adana) Mebusu Topçu
İhsan Bey’in başkanlığındaki İstiklâl Mahkemesi’ne sevk edilmiştir Ahmet İhsan
Bey. Adana Mebusu ise mahkemeler kurulduğundan beri ilk duruşmasını
gerçekleştirmektedir. Duruşma alenidir ve salon büyük bir meraklı ile doludur.
Dişçi Ahmet İhsan Bey’in kimlik
tespitinden sonra, Mahkeme Başkanı ile aralarında uzun bir konuşma geçer.
Kendisini anlatır, tek şahidi ise Maarif Vekili Dr. Rıza Nur’dur. Nur, Ahmet
İhsan Bey’i idama götürecek tek şahit olmuştur. Mahkeme, bir gün sürdükten
sonra kararını şöyle açıklar: “(...) Dr. Rıza Nur Bey’in şehadeti ve ol babdaki
evrak delaletleriyle sabit olduğundan, merkumun casuslukla mücremiyetine ve
harekâtı vakıasına tevafuk eden Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 14. maddesinin 5’inci
fıkrasına tevfikan salben idamına ittifakla ve vicahen karar verildi.”
Ahmet İhsan Bey, 13-14 Ekim 1920
gecesi, sabaha karşı, Ankara’nın meşhur Karaoğlan Çarşısı’nın köşebaşında
kurulmuş bulunan darağacında idam edildi.
İdamından önce vasiyeti açıklanan
İhsan Bey, hapishanede bıraktığı elbiselerinin bir fakire verilmesini, dişçilik
aletleri, altın yüzük, saat ve kravat iğnesi gibi eşyalarınınsa Erzurum’daki
yakın akrabası ve bir zabıta memuru olan Hikmet Efendi’ye teslimini vasiyet etmiştir.
İpi boğazına kendi elleriyle geçiren
Erzurumlu, hemen öncesinde şu tarihî sözleri söyler: “Pek haksız olarak idam
ediliyorum. Neyleyim ki kaderim buymuş. Mahkeme heyetinden İhsan, Ali ve
Hüseyin Beylere selamımı tebliğ edin, cümlesine hakkım helal olsun. Vatan ve
milletin selamet ve saadetini temin uğrunda çalışanlara Allah muvaffakiyet
ihsan buyursun.” Ve bu sözlerin arkasından üç kez tekbir getirerek göçüp gider…
Bu satırların yazarı, Diş Hekimi Ahmet İhsan Bey’in idam edilecek derece suçlu olduğuna inanmamaktadır. O sebeple kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. İstiklâl Mahkemeleri’nde idam kapısını açanlar için diyeceğimiz şudur: “Yaşasın zalimler için cehennem!”