
“SAĞ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,/
Ben taşrada arar idim, Ol cân içinde cân imiş...” (Niyâzî-i Mısrî Hz.)
“Bütün
göçlerden yara aldı/ Atımın ayakları…/ İçmedi su yaban ellerden…/ Çağrısını
duyduğu pınarın/ Eteğinde sabahladı/ Susuzluğu ömrünün…” dizeleri, bu yazıdaki
yolculuğuma azık, kalemime ise bir nasip oldu.
Şehirlerin
de ruhu vardır, el-hak. İçinden geçtiğimiz şehirler için “Ne yeşil şehir!”
deyip “Keşke burada yaşasak” dediğimiz çok olmuştur. Ancak zaman gösterdi ki,
dünyanın her bir yanını gezmek bile kendi çıkmazlarımızda kaybolmayı
engellemiyor. Önce kendi çıkmaz sokaklarından hicret öne çıkıyor bu noktada.
Çıkmazlarından
çıkacak yolları bilmek… “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde" sözü bunu
ne güzel anlatıyor. Kişinin gurbeti de, sılası da aslında kendinde. Diğer
ifadeyle “gurbet” de, “kurbiyyet” de insanın kendi içinde. “Neye ve kime göre
gurbet/uzaklık ve sıla/kurbiyyet -yakınlık-?” sorusu geliyor akla burada. Bu
noktada dünyayı, dert edindiği bir mekân olarak değil, derdi için bulunduğu bir
mekân olarak gören bir anlayıştan bahsetmek gerekiyor.
İnsanın
tekâmülü sürecinde, dış mekân anlamında gurbetin/sılanın yaşanabileceği de bir
gerçekliktir. Ancak hayatın içinde bizi hayatın nüvesine götüren, insanın kalbine
giden bir çizgi istiyorsak, asıl gurbeti/uzaklığı da asıl sılayı/kurbiyyeti de
yine kendimizde aramamız icap ediyor.
Hayatın
sinesine çekildiğimizde dış mekân âr/bâr olur…
Hayatın
bizi içine daha fazla çektiği zamanlar, soğuktan sıcağa geçişe veya anî
geçişlere benzer. Bir yandan iç âlemimizde kurduğumuz dünyayı yaşatmaya, bir
yandan kurduğumuz dünya içinde yaşamaya çalışırız. Bu anlamda yaşamaktan
muradımıza göre bir iklim kurarız. Buna mukabil, hayatın çoğunluğunun dış
dünyaya tekabül eden kısmında muhatap olduğumuz unsurların artması, taşınması
güç yükler bırakabilir omuzlarımıza. İnsan olarak taşıdığımız emanetten
duyacağımız hicap ile iç dünyanın korunaklı köşelerine sığınarak huzuru yakalamaya
çalışırız.
Hayatı
sineye çektiğimizde her yer dar olur…
Hayatın
zorluklarına katlanmanın yanında, hayatın içinde türlü velvelelere, türlü
vehimlere kulak verdiğimizi ve birbirine karışan türlü kokuları soluduğumuzu
hissedebiliriz. Hayatın kimi kara bulutları içimize dolduğu bu durumlarda –zaman
zaman- dış dünyaya sığınmaya çalışsak da imdat çağrılarımızın aksisedaları her
defasında bize döner ve her gittiğimiz yer bize dar olur. Bu halde iç dünyamızı
perdeleyen unsurlardan temizlenmemiz gerekir. Lakin hayatı sineden çıkarmak zor
olur.
İç
âlemdeki nehirlerimize karışan zehirli suları buharlaştırmak kolay değildir. Bu
anlamda –tabiri câizse- tecrübe edilmiş hakikî ilaçları kullanmak gerekir. Kişinin,
kendini tanıdığınca söz konusu bu durumdan çıkma hızı artar. Buna binaen, kişi
kendini bildiğince -en rutin bir hayat içerisinde dahi- özüne uygun ve huzurlu bir
yaşamın içerisine dâhil olabilir.
Kendini
tanımak ise evvela “kendi”ne giden yolları tanımakla, “kendi”ne giden yol
haritasını doğru okumak, anlamak ve doğru yürümek ile olur. Yine bu çerçevede
sevgiye dayanan bir iletişim dili geliştirmek ve bu dili önce kendimizle
iletişim kurmada kullanmak ile olur. Bu noktada sevgiyi iletişim diline
dönüştürebilmek, sağlıklı iletişimin de en temel olgusu olarak tezahür eder. Kurduğumuz
sevgi ve dostluk bağlarının kalıcılığı ise, önce kendi sevgi kalelerimizin
muhafazası, daha sonra iletişim sürecinde takip ettiğimiz çizgide bıraktığımız
doğru izlerin kararlılığı ve çokluğu ile mümkün olabilir. Hayatın içinde var
isek, bu var olmanın insan ile güzelleştiği/güzelleşeceği de bir gerçektir.
Dolayısıyla kendini bilmeye çalışan insan, insana dair güzelliği de keşfedecek
ve bütün bir ahvâli güzelleşecektir.
Sözümüzün
en başında Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin konuyla ilgili aldığımız sözü -çok
özet şekilde- bunu bize ifade ediyor. Mısrî Hazretleri hikmete, muhabbete, hayatın
nüvesine dair -Dost’a dair- ne varsa bunun dış mekânda, taşrada değil, “cân
içinde” olduğunu ârif diliyle zarif bir şekilde izah ediyor.
O
halde “Mutluluk bizden yakında ise”, göçlerimizi erteleyip atımızı bağlayalım. Nereye?
Mülk-i cân’a, kûy-ı Cânân’a, âyîne-i kalpte fermân’a…