
“KÖŞE
aradım, bucak yalnız kaldı./ Serdâr aradım, atım bucaksız…/ Tut ki yollar da
elimden uçtu;/ Ömür yurdunda/ Hânumânsız kaldım” dizelerine vesile olan bir
sual…
Geçenlerde kadim bir arkadaşımla yazışırken, hayatın içinde kendimi
nasıl konumlandırdığımı sual etti. “Sahi, neydi insanın hayatın içindeki konumu?”
diye yarı sesli düşünürken, kendimi aşağıda devam edecek satırları yazarken
buldum.
Geçenlerde iki günlüğüne İstanbul’a gittim. Sabahın ayazında
indiğimde, şehirle aramızdaki hasret mesafesinin aylarca, ancak uzaklığının
yıllarca olduğunu hissettim. Sabahtan akşama kadar sadece bir otobüse bindim; yürüdüm
ve yürüdüm... Hazanın sarı saçlarına henüz aklar düşmüşken, güz telaşı henüz
ılıkken şehrin yüzünde, yoğunluğuna, yorgunluğuna ve üşüyen ellerine aldırmadan
-ilk gelmişçesine- ağırladı şehir. Nefesimi daha iyi aldığımı hissettim.
Bir insanı ne kadar değiştirebilir bir mekân, bilmiyorum, ama
zaman üstü bir etki, bir süre sonra mekânsalı da aşan bir hüviyette gölgeniz
olabilir. Mekânsalı aşmak mı? Dış mekândan kurgusal mekâna/muhayyel mekâna, irfanî
mekâna doğru bir geçiş sağlamak, dış mekânın şarkısını dinleyip kendi rüyamız
için uykuya dalmak, mekânın orkestrasında hanende/sazende olarak yerini almak ve
nihayet insanın görebildiği, kavrayabildiği ve sınırları olan bir alanla
diyalog kurması da diyebiliriz buna.
Ancak rutin hayatın kesesine saydığımız günler ve saatlerle
bu “aşma”yı sağlamamız zorlaşır. Zira rutin akışkanlığının alışkanlığı,
alışkanlığın da hayata dair dikkat zayıflığını beraberinde getirdiği -pratik
hayatın kaçınılmaz olgularından olduğu- bir gerçek. Söz konusu “aşma”nın sadece
ev-iş, ev-okul vb. arasında konumlanarak olamayacağı da muhakkak. Rutine bağlı
bir gelgit içerisindeyken -sonra değineceğiz- istisna bir ahvâl yaşanamaz mı? Yaşanır
elbet! Peki, zamanın içinde önce mekânın perdesini, sonra ışığı oradan bize
yansıyacak pencereyi açmak için marjinal fikirlerin/eylemlerin çekim alanına mı
girmeli? Değil tabiî ki…
O halde bu noktada insanın öğrendiği, algıladığı ne varsa
öncelikle onu kendi kabında tekrar bir şekle koymasından bahsetmemiz gerekir. Kabımıza
dökülürken en çok dikkat edeceğimiz şey ise, azamî istifade etmeye çalışırken
hiç istifade edememek olmalı. İlginç gelebilecek bir örnekle somutlaştıralım
bunu:
Kitap biriktirip hiçbirini okuyamamakla çok kitabı kabımızda –bir
şekle- dönüştür(e)meden okumak arasında -netice itibariyle- ciddi bir kesişim
alanı oluşur. Diğer ifadeyle, bu iki durum arasındaki fark, minimum seviyededir.
Söylemi bir derece ileriye götürüp ilk durumun ikinciye göre daha iyi bir noktada
olduğunu söylememiz de yanlış olmayacaktır. Zira ilk durumda kaba dökülen
olmadığından, zihnin berraklığı ve muhtemel güzelliğin kaba dolma durumu
kendini korumuştur. Ancak ikinci durumda -tabiri caizse- çarpık bir kentleşme
oluşmuş, eski hâl ile yeniden şekillenme arasında kalınmıştır. Teorik bir
düzlemde pratik bir yaşam ve/veya pratik bir düzlemde teorik bir yaşam kurmaya
çalışıp üzerinde olmasını istediğimiz yeri işaretleyerek ve ona odaklanarak
yaşamaya çalışmak, ancak yaptığımız bir resmin –kendiliğinden- bir animasyona
dönüşmesi kadar doğru ve sahici olabilecektir.
Dolayısıyla -her an- içinde olduğumuz yolculukta büyük resmi
kaçırmamak için daha kompoze bir vizyona, daha mutlu olabilmek içinse kalbin
ayak izlerini daha çok takibe ihtiyaç vardır.
Gülün çevresinde inleyen bülbülün tek derdi güldür. Güle
giden bütün yolları ezber eden –yine de gülün kalbinin yolunu bulamayan- bülbül,
gününün her anını ona serenat ile geçirebilir. Ancak bal arısının vızıltısı
öyle değildir. O, bal için gideceği çiçeği de, ona giden yolları da pekâlâ iyi
bilmektedir. Onu hangi ovaya, hangi kır bölgesine koyarsanız koyun, mevsim
sonunda kovanında bal ile karşılar sizi. Ömrün hem serenada, hem bal yapmaya
vakti yetmeyebilir. O halde biz, her işimizde evvela bal yapmayı hüner bilelim.
Yoldan geçmişlerin yola kattıkları ile yolculuklar da değişir,
zenginleşir. Yola düşmeden önce yola düşen taşı kaldırıp “yolda düşme”nin de,
“hedefe varma”nın da türküsünü aynı ses tonunda söyleyebilmeli insan. “Mutluluk
bizden ötede” ise, göçlerimizi ertelemeden atımızı eyerleyelim.
Nereye? Ân’a… Ömre… Öz’e… Yurda… Öz-yurda…