Ertelenmiş göçler-1

Gülün çevresinde inleyen bülbülün tek derdi güldür. Güle giden bütün yolları ezber eden –yine de gülün kalbinin yolunu bulamayan- bülbül, gününün her anını ona serenat ile geçirebilir. Ancak bal arısının vızıltısı öyle değildir. O, bal için gideceği çiçeği de, ona giden yolları da pekâlâ iyi bilmektedir. Onu hangi ovaya, hangi kır bölgesine koyarsanız koyun, mevsim sonunda kovanında bal ile karşılar sizi.

“KÖŞE aradım, bucak yalnız kaldı./ Serdâr aradım, atım bucaksız…/ Tut ki yollar da elimden uçtu;/ Ömür yurdunda/ Hânumânsız kaldım” dizelerine vesile olan bir sual…

Geçenlerde kadim bir arkadaşımla yazışırken, hayatın içinde kendimi nasıl konumlandırdığımı sual etti. “Sahi, neydi insanın hayatın içindeki konumu?” diye yarı sesli düşünürken, kendimi aşağıda devam edecek satırları yazarken buldum.

Geçenlerde iki günlüğüne İstanbul’a gittim. Sabahın ayazında indiğimde, şehirle aramızdaki hasret mesafesinin aylarca, ancak uzaklığının yıllarca olduğunu hissettim. Sabahtan akşama kadar sadece bir otobüse bindim; yürüdüm ve yürüdüm... Hazanın sarı saçlarına henüz aklar düşmüşken, güz telaşı henüz ılıkken şehrin yüzünde, yoğunluğuna, yorgunluğuna ve üşüyen ellerine aldırmadan -ilk gelmişçesine- ağırladı şehir. Nefesimi daha iyi aldığımı hissettim.

Bir insanı ne kadar değiştirebilir bir mekân, bilmiyorum, ama zaman üstü bir etki, bir süre sonra mekânsalı da aşan bir hüviyette gölgeniz olabilir. Mekânsalı aşmak mı? Dış mekândan kurgusal mekâna/muhayyel mekâna, irfanî mekâna doğru bir geçiş sağlamak, dış mekânın şarkısını dinleyip kendi rüyamız için uykuya dalmak, mekânın orkestrasında hanende/sazende olarak yerini almak ve nihayet insanın görebildiği, kavrayabildiği ve sınırları olan bir alanla diyalog kurması da diyebiliriz buna.

Ancak rutin hayatın kesesine saydığımız günler ve saatlerle bu “aşma”yı sağlamamız zorlaşır. Zira rutin akışkanlığının alışkanlığı, alışkanlığın da hayata dair dikkat zayıflığını beraberinde getirdiği -pratik hayatın kaçınılmaz olgularından olduğu- bir gerçek. Söz konusu “aşma”nın sadece ev-iş, ev-okul vb. arasında konumlanarak olamayacağı da muhakkak. Rutine bağlı bir gelgit içerisindeyken -sonra değineceğiz- istisna bir ahvâl yaşanamaz mı? Yaşanır elbet! Peki, zamanın içinde önce mekânın perdesini, sonra ışığı oradan bize yansıyacak pencereyi açmak için marjinal fikirlerin/eylemlerin çekim alanına mı girmeli? Değil tabiî ki…

O halde bu noktada insanın öğrendiği, algıladığı ne varsa öncelikle onu kendi kabında tekrar bir şekle koymasından bahsetmemiz gerekir. Kabımıza dökülürken en çok dikkat edeceğimiz şey ise, azamî istifade etmeye çalışırken hiç istifade edememek olmalı. İlginç gelebilecek bir örnekle somutlaştıralım bunu:

Kitap biriktirip hiçbirini okuyamamakla çok kitabı kabımızda –bir şekle- dönüştür(e)meden okumak arasında -netice itibariyle- ciddi bir kesişim alanı oluşur. Diğer ifadeyle, bu iki durum arasındaki fark, minimum seviyededir. Söylemi bir derece ileriye götürüp ilk durumun ikinciye göre daha iyi bir noktada olduğunu söylememiz de yanlış olmayacaktır. Zira ilk durumda kaba dökülen olmadığından, zihnin berraklığı ve muhtemel güzelliğin kaba dolma durumu kendini korumuştur. Ancak ikinci durumda -tabiri caizse- çarpık bir kentleşme oluşmuş, eski hâl ile yeniden şekillenme arasında kalınmıştır. Teorik bir düzlemde pratik bir yaşam ve/veya pratik bir düzlemde teorik bir yaşam kurmaya çalışıp üzerinde olmasını istediğimiz yeri işaretleyerek ve ona odaklanarak yaşamaya çalışmak, ancak yaptığımız bir resmin –kendiliğinden- bir animasyona dönüşmesi kadar doğru ve sahici olabilecektir.

Dolayısıyla -her an- içinde olduğumuz yolculukta büyük resmi kaçırmamak için daha kompoze bir vizyona, daha mutlu olabilmek içinse kalbin ayak izlerini daha çok takibe ihtiyaç vardır.

Gülün çevresinde inleyen bülbülün tek derdi güldür. Güle giden bütün yolları ezber eden –yine de gülün kalbinin yolunu bulamayan- bülbül, gününün her anını ona serenat ile geçirebilir. Ancak bal arısının vızıltısı öyle değildir. O, bal için gideceği çiçeği de, ona giden yolları da pekâlâ iyi bilmektedir. Onu hangi ovaya, hangi kır bölgesine koyarsanız koyun, mevsim sonunda kovanında bal ile karşılar sizi. Ömrün hem serenada, hem bal yapmaya vakti yetmeyebilir. O halde biz, her işimizde evvela bal yapmayı hüner bilelim.

Yoldan geçmişlerin yola kattıkları ile yolculuklar da değişir, zenginleşir. Yola düşmeden önce yola düşen taşı kaldırıp “yolda düşme”nin de, “hedefe varma”nın da türküsünü aynı ses tonunda söyleyebilmeli insan. “Mutluluk bizden ötede” ise, göçlerimizi ertelemeden atımızı eyerleyelim.

Nereye? Ân’a… Ömre… Öz’e… Yurda… Öz-yurda…