Ertelenen deprem

Devlet tarafından binaların yenilenmesi için sunulan “Yarısı devletten” formülü bile yeterince cazip bulunmadı. İnşaatın tamamı devletten denilse bile nazlanacak tipler az sayılmaz: “Yok canım, ne gerek var şimdi binayı yıkıp yeniden yapmaya? Oturalım oturduğumuz yerde. Şimdi kim başka yere taşınıp da düzenini değiştirecek, bir sene başka yere taşınacak? Rahatımız kaçmasın. Deprem olursa da kurtuluruz inşallah.”

İSTANBUL yavaş yavaş çöküyor. Küçükçekmece’de bir bina kendi kendine çöktü. Bir kişi öldü, sekiz kişi yaralandı. Ertesi gün Bahçelievler’de bir binanın balkonu paldır küldür yere indi.

Haberciler kameraları alıp olay yerine koştular, konunun uzmanlarına mikrofon uzattılar.

Üflesen yıkılacak pek çok bina olduğu açıklanıyor. Bunlara “tabut binalar” tabiri uygun görülmüş.

Kim nasıl saydıysa, İstanbul’da deprem olmasa bile hemen çökebilecek bin 282 bina olduğu rivayet edildi. O binalarda oturanların sayısı da on bin civarında imiş.

Bu kadar iyimserlik fazla.

Keşke risk on bin kişiyle sınırlı olsa.

16 milyonluk şehirde sadece on bin kişilik bir risk varsa, öp de başına koy.

İstanbul’da binaların çoğu kaçak yapı. Kötü malzeme kullanılmış. Beton kalitesiz, demir yetersiz. El sürünce parçalanan sütunlardan midye kabukları çıkıyor. Zemin etüdü yapılarak inşâ edilmiş bina sayısı pek az. Çoğunda kaçak kat çıkılmış.

Eski yönetmelikler bugünün şartlarına uygun değil.

1999’daki Gölcük merkezli 17 Ağustos Depremi’nden sonra sandık ki hepimiz bu konuda bilinçlendik. Artık yapılan bütün binalar deprem şartlarına uygun şekilde inşâ edilecek. Herkes gereken şartları yerine getirecek. İnsanlarımız ihmal yüzünden pisi pisine ölmeyecek.

Maalesef öyle olmadı. Sandığımızla kaldık. Eski alışkanlıklar azalarak da olsa devam etti. Yine kötü binalar dikildi. Yine yeterli kontroller yapılmadı. Yine zemine gerektiği gibi dikkat edilmedi.

“Kentsel dönüşüm” formülü ortaya atıldıysa da yaygınlaşmadı. İtiraz edenler, oturduğu binanın yıkılmayacağına inananlar, inatlaşanlar, “Bana bir şey olmaz”cılar yüzünden o uygulama olması gereken noktaya ulaşmadı.

Oturduğu binanın eski olduğunu bilmesine rağmen, ne derece risk barındırdığını öğrenmek için kontrol ettirmeye bile yanaşmayanlar var.

Yunus Emre’mizin “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” dediği gibi, bizim insanımız da çoğunlukla “Yıkılırsa başkasının binası yıkılır, bizimkine bir şey olmaz” düşüncesinde.

Ölümü kendisine yakıştıramayan insan, yıkılmayı da oturduğu binaya yakıştıramıyor.

Devlet tarafından binaların yenilenmesi için sunulan “Yarısı devletten” formülü bile yeterince cazip bulunmadı. İnşaatın tamamı devletten denilse bile nazlanacak tipler az sayılmaz.

“Yok canım, ne gerek var şimdi binayı yıkıp yeniden yapmaya? Oturalım oturduğumuz yerde. Şimdi kim başka yere taşınıp da düzenini değiştirecek, bir sene başka yere taşınacak? Rahatımız kaçmasın. Deprem olursa da kurtuluruz inşallah.”

99’daki 17 Ağustos Depremi’nin üzerinden birkaç ay geçmişti ki Düzce-Kaynaşlı Depremi geldi. Kasım ayının 12’siydi.

İnsanlar aylarca evlerine girmeye korktu, dışarıda bekleştiler.

Mesai arkadaşım rahmetli Ahmet Kekeç, bir akşam evine girerken dışarıda bekleşen komşularını görmüş. Battaniyeler, yastıklar çıkarılmış; termoslar, piknik tüpleri, çaydanlıklar, bardaklar hazırlanmış…

Deprem endişesi yüzünden içeri girmeye korkan komşular, geceyi dışarıda geçirmeye kararlıymış.

“Ya yine deprem olur da içeride yakalanırsak? Çekiniyoruz Ahmet Bey” demişler.

Her an yeni bir sallantı korkusu içinde olan komşularına Kekeç şöyle söylemiş: “Merak etmeyin, o beklenen deprem ertelendi.”

Komşuları rahatlatmış o açıklamayla. Ne de olsa Ahmet Bey gazeteci yazar, vardır bir bildiği.

Bakanlar Kurulu tarafından karar alındığını söylüyorsa, inanmak lâzımdır.