AZERBAYCAN, kardeşimiz.
“Bir millet, iki devlet” sloganı yıllardır dillerde. Karabağ’daki Ermeni
işgaline son verildiği şu günlerde daha fazla öne çıktı.
Bir milletiz ama Azerbaycan’ı ne kadar tanıyoruz?
Başkenti Bakü, aynı dili konuşuyoruz, tamam. Başka?
Diğer şehirlerini sayalım desek, kaçını biliriz?
Gence, Şeki, Karabağ…
Ağdaş, Celilabad, Neftçala…
Neftalan, Masallı, Ağdam…
Hankendi, Daşkesen, Askeran…
Nahçıvan, Zakatala, Laçın…
Bu şehirleri bilmek için, lisedeyken Ülkücü bir târih
öğretmenine rastlamış olmak mı gerekiyor?
Türk yurtları, yalnızca Ülkücüleri ilgilendiren bir
konu mudur?
Diğerleri Türk dünyasının meselelerinden muaf mı?
İlkokulda, ortaokulda, lisede târih ve coğrafya okuyan
bizler, bu mevzularda herhangi bir konuya rastladık mı ders kitaplarında?
Ne gezer?
Bir kenarda sâkince oturup bu konuyu düşünmek gerekir.
Karabağ’ın azatlığa kavuştuğu sırada, Pâkistan’dan çok
şık bir açıklama geldi.
“Biz de varız” dediler.
“Bir millet, üç devlet” açıklaması, hepimizi
duygulandırdı.
Pâkistan, her zaman yanımızdadır. Birbirimize gönülden
bağlıyız.
O slogan, kuru birkaç kelimeden ibâret değil.
Derin anlamları var.
Bu sayının her gün artması gerek.
Artıran kazanır.
Türkiye’nin yanında duran kaybetmez.
Geçmiş bunun örnekleriyle doludur, gelecekte de öyle
olacaktır.
Ne var ki, biz Pâkistan’ı uzak bir yer sanırız. Pek de
yakından tanımayız.
Avrupa ve Amerika ise avucumuzun içi gibidir.
ABD’nin eyaletleri konu olsa, bir çırpıda sayabiliriz:
Teksas, Kaliforniya, Florida, Arizona, Kolorado,
Corciya, Montana, Nevada, Arkansas, Dakota, Pensilvanya…
Şehirlerinden bahsedecek olsak, “Vaşington, Nivyork,
Lasvegas, Losencilıs, Sanfransisko, Şikago” der ve sokaklarına kadar
bildiğimizi ispata çalışırız.
Hâlbuki ne hâcet?
Kimse şüphe duymaz ki o bilgiye dair.
Sen bana Pakistan’dan üç beş şehir sayabilir misin,
onu söyle?
Yahut Afganistan’dan?
Özbekistan’ı, Türkmenistan’ı ne kadar tanıyoruz?
Semerkant’ı, Buhara’yı kaçımız görmüştür?
Biz gücümüzü kaybettikten sonra, dünyaya hükmedenler
“Bağlarınızı koparacaksınız” demeden her türlü ilişkiyi kesmişiz.
Haydi onlar komünist sistemin baskısı altındaydı,
irtibat yasağına maruzdular, biz niye bu kadar içimize kapandık?
Bu saydığımız ülkelerin bazılarında, dünyaya gelen
kızına “İstanbul” adını verenler olduğunu biliyoruz.
İçinde duyduğu o derin hasreti, o gönül bağını başka
nasıl ortaya sersin?
Demek istediğim şudur: Biraz daha dikkat, biraz daha
hassasiyetle bakalım.
Sevilenin umursamazlığı içine girmeyelim. Şımarıklığa
düşmeyelim. Kök birliği, gönül birliği içinde olduklarımıza daha fazla kucak
açalım.
İşte böylece mesajımızı da vermiş olduk hayırlısıyla!
*
“Üç renkli bayrak” diyorlar Azerbaycan bayrağı için.
Mavi, kırmızı, yeşil üç şerit olsa gerek kastedilen...
Ben bakınca dört renk görüyorum.
Ay ve yıldız beyaz renkle yer alıyor bayrağın
ortasında.
Yıldız sekiz köşeli. (Onun da anlamları var.)
Beyazı renkten saymayacak mıyız?
Bizim bayrağımızın renklerine bakınca nasıl ifade
ediyoruz?
“Kırmızı-beyaz”…
İki renk…
Zemin kırmızı, ay ve yıldız beyaz...
Beyaz ay ve yıldız bizim bayrağımızda renk sayılıyor
da, Azerbaycan bayrağında niye sayılmıyor?
Bunu anlamak zor.
*
Yeri gelmişken, bir itirafta bulunayım.
Azerbaycan’a kızıyordum yakın zamana kadar.
“Üç buçuk Ermeni ile başa çıkamadılar, otuz yıldır
Karabağ deyip ağıt yakıyorlar, harekete geçmiyorlar” diye…
İşte onun da günü geldi!
(Devlet işlerinde her şeyin bir günü vardır. Gelince
durulmaz. Biz sabırsızlar ise, gönlümüzden geçen ne varsa, hemen gerçekleşsin
isteriz.)
İşte o gün, Ermenistan’ın şımarıklığı, hâd bilmezliği yüzünden
geldi.
İkide bir saldırmasaydı, Karabağ hürriyete
kavuşamazdı.
Ermenistan’ı kim gaza getirip cüretlendirdi ise, ona
teşekkür borçluyuz.
Şimdi dizlerini dövsünler!
“Ne ettik biz, niye kendi kuyumuzu kazdık?” diye
ağlasınlar...
*
Güzel bir türküyle bağlayalım sözü…
Azerbaycan kaynaklı türkülerin her biri ayrı
güzelliktedir.
Özellikle bazılarının benim için anlamı ve önemi
büyüktür.
Meselâ, “Eziz Dostum”…
“Eziz dostum mennen küsüp incidi
Ayrılık yad kimi gitti evimden
Gezdiği yerleri od basıp indi
O gedip galmışam hesretindeyem
Neçe nağme koşum, neçe dillenim
Dost gedip özüme gelebilmirem
Ele bir ellerim yoh olup menim
Gözümün yaşını silebilmirem
Çaldığı sazını getirip mene
Görsün ki çalmakta neçe mâhirem
Elinde yay kimin incelsin gine
Ziyler hep çekilin güyüldi odam…”
Rasul Hamzatov’un sözleri, Kulu Esgerov’un bestesiyle
bize ulaşan bu eserle ilgili iki rivâyet var.
İlki şöyle: Bir yiğit asker, savaşın şiddetlendiği bir
çatışmada kollarını kaybeder. Evine dönünce, duvara asılı güzel sesli “tar”ını
tekrar çalamayacağı için çok üzülür. Tarı için bu sözleri söyler.
İkinci rivâyette ise, Avar Türklerinden olan şâir
Rasul Hamzatov, Azerbaycan’a büyük muhabbet duymaktadır.
Meşhur Azerbaycan şâiri olan dostu ve üstâdı Samed
Vurgun’un vefâtını öğrenince, duygularını bu şekilde mısrâlarla ifade eder.
Her iki durumda da acılar derin.
Bir insanın gözyaşlarını silemeyecek olması ne
demektir?
İster kollarını kaybettiği için, isterse elini yüzüne
götüremeyecek kadar ağır bir acı içinde olduğundan… Fark etmez.
Öyle bir durumda, yanında gözyaşını silecek biri
olması beklenir.
Biz, kardeşler olarak, en azından birbirimizin
gözyaşını silebilecek durumdayız.
En fazlasına ise sınır yok.
İHA’dır, SİHA’dır, ne gerekiyorsa…
Yerli silah envanterimiz epeyce zengin artık.