Erken ölüm erişmezse hepimiz yaşlanacağız

Yaşlı amca, “Hayır evlât, yanılıyorsun! Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun” demiş. Bunun üzerine oğul, ceplerini kontrol etmiş; anahtarını, telefonunu, cüzdanını yoklamış. Hepsi yerli yerindeymiş. Şaşkınlık içinde sormuş: “Ne bırakmış olabilirim?”

İNSANLARIN “yaşlı sağlığı” konusunda bilinçlendirilmesi ve yaşlıların sağlık ve sosyal açıdan yaşam standartlarının yükseltilmesine dikkat çekmek amacıyla Birleşmiş Milletler tarafından 1990 yılında alınan bir kararla 1 Ekim tarihi, Dünya Yaşlılar Günü ilân edilmiştir.

Erken ölüm gerçekleşmezse, yaşlılık hâli her birimiz için kaçınılmaz bir gerçek. Gerek biyolojik, gerek psikolojik ve gerekse genetik özelliklere bağlı yaşlanma, ekonomik şartlarla, yapılan işle, aile durumuyla, kariyerle de doğru orantılı olarak değişkenlik gösteren bir ahvâl. 

Bu dar alanda, yaşlılarımızın aile bağları içindeki konumları, durumları, almaları gereken sağlık hizmetleri, emeklilik sonrası yeterlilik, birikimlerinin aktif edilemeyişinden hâsıl olan yetersizlik hissi ve psikolojik çöküntüye uğrayanların rehabilitasyonu, işe yararlılık hissinin sağlayacağı psikolojik huzur için istihdamın gerçekleştirilmesi gibi pek çok alana temâs etmemiz mümkün görünmüyor. 

Geçiştirici cümlelere yer vermektense kalplere dokunan, çok bilinmesine rağmen her okuduğumuzda duyarlılığımızı tetikleyen küçük bir hikâyeyi iktibas etmenin daha faydalı olacağını düşündüm. Sizlerle paylaşacağım bu hikâye bir baba üzerinden cereyan ediyor olsa da, bu satırları okuyan hanımlar ve beyler, hikâyenin biri genç, diğeri yaşlı iki kahramanının yerine annelerini, hattâ kendi evlatlarını ve yaşlanmış hâllerini koyarak okurlarsa, muhayyel bu yolculuktan kendi paylarına düşen ibreti devşirebilirler. İşte yaşlılık üzerine ibret dolu o hikâye: 

Yaşlı bir baba, kuzu etinden imâl edilmiş yaprak döneri çok severmiş. Bu beğenisinden haberdar olan oğlu, bir gün babasını memnun etmek için onu güzel bir lokantaya götürmüş. Sipariş verilmiş, yemekler gelmiş. Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş. Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış. Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş. Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış. 

Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış. Nihâyet yemek bitmiş ve oğlu, babasını alıp lavaboya götürmüş, elini yüzünü iyice yıkamış, üstünü başını silip temizlemiş, saçını sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış ve ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…

Lokantada bulunanların hakâretâmiz bakışları hâlâ onların üzerindeymiş. Hiçbir bakışı umursamayan oğlunun yüzünde ise hep tebessüm varmış. Çünkü babasına en sevdiği yemeği ikram etmenin mutluluğunu yaşamakla birlikte hürmet duymanın huzur veren tesirindeymiş. 

Oğul yemek parasını ödeyip de lokantadan çıkıyorlarmış ki arkalarından yaşlı bir amca seslenmiş: “Hey evlât! Burada bir şey unutmadın mı?”

Genç adam gayet emin cevap vermiş: “Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!”

Yaşlı amca, “Hayır evlât, yanılıyorsun! Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun” demiş. Bunun üzerine oğul, ceplerini kontrol etmiş; anahtarını, telefonunu, cüzdanını yoklamış. Hepsi yerli yerindeymiş. Şaşkınlık içinde sormuş: “Ne bırakmış olabilirim?” 

“Evlât!” demiş yaşlı adam, “Sen burada her evlât için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp gidiyorsun”. 

Bu söz üzerine, yemek yedikleri salona bir sessizlik çöküvermiş. Orada bulunan herkes, kendi durumunu ve babasına nasıl davrandığını düşünmüş. Sessizliğin gerekçesi biraz utanç, biraz da pişmanlıkmış. Bir an hatırlayıvermişler her sıkıntıda babalarına sığındıklarını. “Baba, şunu istiyorum”, “Baba, bana şunu al”, “Baba, şu okulda okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor”, “Baba, masrafları için şu kadar lâzım”, “Baba, falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver” diyerek hep sahip olmak istediklerinden söylenip durduklarını, yokluklara sitem edip şikâyetçi olduklarını hatırlamışlar. Ve hiçbir zaman, “Baba, senin benden bir isteğin var mı?” sorusunu sormadıklarını da…