İNSANLARIN “yaşlı sağlığı”
konusunda bilinçlendirilmesi ve yaşlıların sağlık ve sosyal açıdan
yaşam standartlarının yükseltilmesine dikkat çekmek amacıyla Birleşmiş
Milletler tarafından 1990 yılında alınan bir kararla 1 Ekim tarihi, Dünya
Yaşlılar Günü ilân edilmiştir.
Erken ölüm gerçekleşmezse, yaşlılık hâli her birimiz için kaçınılmaz bir
gerçek. Gerek biyolojik, gerek psikolojik ve gerekse genetik özelliklere bağlı
yaşlanma, ekonomik şartlarla, yapılan işle, aile durumuyla, kariyerle de doğru
orantılı olarak değişkenlik gösteren bir ahvâl.
Bu dar alanda, yaşlılarımızın aile
bağları içindeki konumları, durumları, almaları gereken sağlık hizmetleri,
emeklilik sonrası yeterlilik, birikimlerinin aktif edilemeyişinden hâsıl olan
yetersizlik hissi ve psikolojik çöküntüye uğrayanların rehabilitasyonu, işe
yararlılık hissinin sağlayacağı psikolojik huzur için istihdamın gerçekleştirilmesi
gibi pek çok alana temâs etmemiz mümkün görünmüyor.
Geçiştirici cümlelere yer vermektense kalplere dokunan, çok bilinmesine
rağmen her okuduğumuzda duyarlılığımızı tetikleyen küçük bir hikâyeyi iktibas
etmenin daha faydalı olacağını düşündüm. Sizlerle paylaşacağım bu
hikâye bir baba üzerinden cereyan ediyor olsa da, bu satırları okuyan hanımlar
ve beyler, hikâyenin biri genç, diğeri yaşlı iki kahramanının yerine annelerini,
hattâ kendi evlatlarını ve yaşlanmış hâllerini koyarak okurlarsa, muhayyel bu
yolculuktan kendi paylarına düşen ibreti devşirebilirler. İşte yaşlılık üzerine
ibret dolu o hikâye:
Yaşlı
bir baba, kuzu etinden imâl edilmiş yaprak döneri çok severmiş. Bu beğenisinden haberdar olan oğlu,
bir gün babasını memnun etmek için onu güzel bir lokantaya götürmüş. Sipariş
verilmiş, yemekler gelmiş. Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş. Ancak
yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına
götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış. Lokantadaki
insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş. Aşağılayıcı bakışlar,
alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış.
Bir süre
sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış. Nihâyet
yemek bitmiş ve oğlu, babasını alıp lavaboya götürmüş, elini yüzünü iyice
yıkamış, üstünü başını silip temizlemiş, saçını sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini
silip gözüne takmış ve ardından da koluna girip dışarı çıkarmış…
Lokantada
bulunanların hakâretâmiz bakışları hâlâ onların üzerindeymiş. Hiçbir bakışı
umursamayan oğlunun yüzünde ise hep tebessüm varmış. Çünkü babasına en sevdiği
yemeği ikram etmenin mutluluğunu yaşamakla birlikte hürmet duymanın huzur veren
tesirindeymiş.
Oğul yemek
parasını ödeyip de lokantadan çıkıyorlarmış ki arkalarından yaşlı bir amca
seslenmiş: “Hey evlât! Burada bir şey unutmadın mı?”
Genç adam
gayet emin cevap vermiş: “Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!”
Yaşlı amca, “Hayır
evlât, yanılıyorsun! Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun” demiş.
Bunun üzerine oğul, ceplerini kontrol etmiş; anahtarını, telefonunu, cüzdanını
yoklamış. Hepsi yerli yerindeymiş. Şaşkınlık içinde sormuş: “Ne bırakmış olabilirim?”
“Evlât!”
demiş yaşlı adam, “Sen burada her evlât için bir ders ve her baba için bir umut
bırakıp gidiyorsun”.
Bu söz üzerine, yemek yedikleri salona bir sessizlik çöküvermiş. Orada bulunan herkes, kendi durumunu ve babasına nasıl davrandığını düşünmüş. Sessizliğin gerekçesi biraz utanç, biraz da pişmanlıkmış. Bir an hatırlayıvermişler her sıkıntıda babalarına sığındıklarını. “Baba, şunu istiyorum”, “Baba, bana şunu al”, “Baba, şu okulda okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor”, “Baba, masrafları için şu kadar lâzım”, “Baba, falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver” diyerek hep sahip olmak istediklerinden söylenip durduklarını, yokluklara sitem edip şikâyetçi olduklarını hatırlamışlar. Ve hiçbir zaman, “Baba, senin benden bir isteğin var mı?” sorusunu sormadıklarını da…