Erguvan dalında çiçek açıyor artık aşk

Oysa sevda, gönlün dağıydı. Kimi zaman sis çöker, kimi zaman güneş doğardı başına. Kâh kar yağar, kâh elvan nakış olurdu. Sevda, gülün dalıydı; bülbül konardı bazen, bazen dikeni de batardı.

AŞK, kâinatın var edilme sebebinin merkezine alınmış ve tüm âlemi kuşatan en mukavemetli, insanı tamamlarken tanımlanmasında da en hâkim duygu olmuştur. Allah, yaratma eylemine aşkın mayasını kattı ve yaratılan cümle mahlûkat aşk üzere yaratıldı. Var olan her “şey” aşkın dokusuyla halk olduğundan, insan da âlemde aşkın tezahürünü aradı.

Kâinatta zuhur eden ilk aşk beşerî aşktı ve belki de en zor olanıydı. Tarihi Âdem (as) ile Havva’ya (as) dayanıp bir bir bedenlerinden var edildiklerindendi bu kadar kuvveti. Tek hamurdan karılınca bedenler, ruh da eksik parçasını daima gönlünde taşıdı ve aradı.

Istırapla başladı aşk, gözyaşıyla yol aldı. Havva’nın Âdem’e kavuşmak için yıllarca akıttığı gözyaşı, aşkın seyrinin hâli olarak belirlendi ve dünya üzerinde beşerî aşk daima göğsünde taşıdığı kederiyle yol aldı. Kays’ı Mecnun edecek kadar şiddetli, Ferhat’a dağları deldirecek kadar kuvvetli, Kerem’i yakıp kül edecek kadar da yoğun ve çileli süreçlerden geçti. Talip olanlara ise sadece bu merhaleleri vaat etti.

Aşk, İlâhî bir ikramdı insana. Hatice’nin (as) Sevgili’ye (sav) adanmış ömrü, Züleyha’nın Yûsuf’u beklemekle tükettiği gençliği aşkın nişanesi olup tüm zamanların üzerinde inci gibi parladı, sedef olup ışıdı. Aşk kâinatın yaratılış hakikati olduğundan, Rabbimiz de beşerî âlemde insanlığa bu erdemli kalplerden aşkı misâllendirdi.

Daha çocuk yaşlarda duyduk adını; eski hikâyelerde kalmış, kâh vuslata eren, kâh kavuşulamamış hüzün dolu sonlarını dinledik heyecanla. Masallarda büyükannelerimizin dingin sesinde tanıdık Peri Padişahının kızına sevdalanan yağız delikanlıyı. Sevdası için Kafdağı’ndaki Anka kuşunun kanadında olan zümrüt taşını almaya giden maşukun yaşadıklarından aşkın çetin mesele olduğunu anladık. Dimağımıza işlenen ise “emek vermek, göğüs germek” gibi nasihatlerdi masalların büyülü âleminde dolaşırken.

Yanı başımızda yaşandı birçoğu. Falanca efendinin oğlu ya da kızıydı kahramanları. Fakat mahremiyet örtüsüyle öyle saklanmıştı ki o mahcup duygular, kendi içinde dahi sır olup korunmuştu. Fısıltıyla yapılan sohbetlerden duyardık bir an yüzünü görmek için köşe başlarında bir pencereye gözünü sabitleyen delikanlıyı. Genç bir kız, defter yaprağına dökülen üç dört mısra şiire söyletirdi “ben” diliyle anlatmaya yeltenemediği saklı duygularını.

Annemizle babamızın sır gibi, sadece ama sadece kendilerine sakladıkları sevdaları nadiren de olsa “Ne çok bekledim ona kavuşmak için!” sözleriyle ifşa edildiğinde sızdı kulaklarımızdan. Mektupları sandıkların en alt köşesinde, kanaviçenin renkleri, oyaların nakşıyla usulca yâd ederdi maziden kalma özlem yüklü günleri. Köyde bir türkünün dilinde, kentte bir kâğıdın ucundaydı aşk. Kırlarda papatyaların yapraklarında aranır, denizlerde yakamozların üzerinde ışırdı.

Aşk; saklanan, saklanarak korunan kıymetlimizdi. En fazla yakın arkadaşımız bilir, onlar da tesellimiz, ümit derleyenimiz olurlardı yarına dair. Geri kalan kısmı bir şarkının senin için yazılmış sözlerinde yaşardı.

Kimi zaman mahallenin meraklı teyzesine veya haylaz afacanına denk gelirdi ayaküstü uzatılan bir mazruf. Kurumuş bir gül yaprağının yanına, “Gönlüm sende, gözüm yollarda durdu/ Saat isyan etti, takvim kudurdu/ Hasret hançerini bağrıma vurdu/ Yüreciğim kanar oldu gel gayrı” mısralarını da ekleyerek telaşla gönüldaşın eline tutuşturulurdu.

Aşkı sadece kalp yüklenmezdi. Gözün başkasını görmeme, kulağın hiçbir sesi işitmeme, dilin başka ismi anmama üzerine ant içtiği bir adanıştı. Bazen bir ağacın gövdesine yan yana kazanırdı isimlerin baş harfleri -ki bunlar en cesur olanlardı-. Kitapların arasında ufak bir not çıkardı ansızın karşımıza. Söylemekle söylememek arası bir anda yazıldığı kaçak kelimelerden, yarım cümlelerden ayan ederdi hâlini. İsimsiz satırlarda “Yalnız âşık”, “Sevdana sürgün” gibi rumuzlar ipucu olur, fısıldardı gölge âşıkların adlarını.

Yalnız sevenler vardı; yükü iki kişilik, kahrı iki gönüllük olanlardı onlar. “Sırattan incedir sevda köprüsü/ Beraber geçelim, tut ellerimden/ Niyet ak güvercin, vuslat gökyüzü/ Beraber uçalım, tut ellerimden” diyebilmeyi günlerce düşleyen ama buna asla cesaret edemeyen bir hicap içinde büyütürdü emanetini.

Beraber sevenler vardı. Ne çok sınanırlardı türlü engellerle. Aşk özünde sınanmak değil miydi aslında? Hasretlik ise sınanmaların en kadim geleneğindendi. O beklemelerin yoluna dualar serilir, gözler uykuya hasret kalır, kalbin vefasıyla kuvvetlenirdi. Şairin buyurduğu gibi, “Ay ışığı pencereden girende/ Senden yana hayâl kurmak ne güzel/ Ya bir otobüste, ya bir trende/ Gurbet ilden sana varmak ne güzel”. Vuslat anının heyecanı düşleri süsler, onu görmek uzak ihtimâl olsa da aşk bu ihtimâle sarılarak zamana galebe çalardı.

Sevda çarpardı insanı. Sarsardı ruhunu, bedenini, gündüzünü, gecesini. Aklın hükümferma edemediği, bir başka gerçeğe mahkûm olduğu hâl durumunu yaşatırken, “Başımdan bir koca sevda döküldü/ Islanmadım, üşümedim, yandım oy!/ İplik iplik damarlarım söküldü/ Kurşun yemiş güvercine döndüm oy!” dedirtecek kadar bünyeyi altüst ederdi. Yerleşti mi kalbine, bütün cümleler ona kurulur, saatler, dakikalar onu gösterir, ayaklar daima ona gidecek yolu yürürdü. Sonra, zamanla her şey gibi aşka da ihanet etti. Önce mahremiyet perdesini çekti attı üzerinden. Ayan beyan kaldı öylece gözler önünde. Rengini, kıvamını, ruhunu veren sevdayı söktü çıkardı içinden ve kupkuru bir istek kaldı geriye. Ayıp değildi elbette ama onu mahrem tutan hayâsı ve edebi vardı göğsünde. Sıyırarak indirdi üzerinden aşkın, yüzünü pembeleştirecek hiçbir hissi kalmadı. Sonra çoğaldı aşk ve çoğaldıkça azaldı. Arkasından sustu, böylesi dile düşmekten utandı. Aşikâr edilmek onu yurt tuttuğu meskenlerden kopardı. Köşe başları, pencereler ve karanlık gecelerde ay özledi onunla geçirdiği zamanı. Perdenin tülünü ellerin ürkek parmakları aralamadı artık. Kalemin titreyerek yazdıklarına sayfaların şahitlik yaptığı en duygulu zamanlardı oysa.

Ve insanın kendisiyle sırlaşması bir daha hiç yaşanmadı. Ne yanaklar kızardı, ne de kelimeler birbirine dolandı. Göğüslerin sırrını yedi düvel duydu; gözden sakınılanlar âlemin gözlerine sokuldu. Kutsiyeti o kadar örselendi ki talan etmekle kalmayıp yağmalanan hazinesi etrafa saçıldı. Aşk yalnızdı artık; korunaksız, mekânsız ve zamansız. Bir tel saç değildi aşkın gönlünü bağlayan en kuvvetli kement. Kirpikler vurmuyordu kimseyi göğsünden zehirli bir ok gibi. Yârin boyu seyredilmiyor, elini tutarken kalbi göğüs kafesini dövmüyordu heyecandan. Aşkın tenhalığı günbegün kalabalıklaşıyordu. Ne bekleyen kalmıştı artık, ne de beklenen. O dağları delen, çölleri aşan yiğitler ve nazlı sevgililerin gönülleri hercai mahkumiyetlere azat ediliyordu.

Oysa sevda, gönlün dağıydı. Kimi zaman sis çöker, kimi zaman güneş doğardı başına. Kâh kar yağar, kâh elvan nakış olurdu. Sevda, gülün dalıydı; bülbül konardı bazen, bazen dikeni de batardı.

Aşkın kalbinin attığı, akreple yelkovanın yâr için yol aldığı, yanan ama yakmayan sevdalar yaşandı bu toprakların sinesinde. Şimdilerde o aşklar iptidaî tanımlamalara maruz kalsa da gönül dünyası alev gibi titreyen, aşkın hâl lisanıyla dizilen şu mısralar bize sevdalanmanın ne derin mevzu olduğunu tekraren hatırlatsın: “Yâr deyince kalem elden düşüyor/ Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor/ Lâmbada titreyen alev üşüyor/ Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban.”