Ergenliğin Matrix’i

Ergenlik, hayatı karşıya alma dönemi, karşılıklı uzlaşı için “beyaz” dilekleri eşitleme çabasıdır. Bu dönem, kimi zaman aile, kimi zaman toplum, çoğu zaman da kendini karşıya oturtma dönemidir. Çünkü “öğretilmiş oturmalar”ı vardır. Oysa ergenlik döneminde zihnî ve psikolojik olarak her şeyi karşısında sanma eşiğini aşmayı öğretmek, göstermek gerekir gençlere.

Beyaz

BİR yaz akşamı Hanlar bölgesinde, avlusunda mescit yerine çınar ağacının olduğu yeni restore edilmiş bir handa, masama bırakılan zarfla dalgınlığımdan uyanıyorum. Gülümseyen bir yüz gözlerini ayırmadan gözlerimden, “Merhaba hocam, sürpriz!” deyiveriyor. Şaşkınlığım sevinç kanatlarını takıyor, ekliyor: “Düğün davetiyemiz”. Sonra sözlere olan sadakatimden örnekler kolyesi hazırlayıp boynumun borcu olsun diye hediye edip dilekte bulunuyor: “Evlilik hayatımız boyunca sorunların çözümü için bir formül, mutlu kalmak için bir yol göster...”

Çözümün ve mutluluğun sırrı aynı: Asla karşılıklı oturup konuşmayın!

Karşılıklı oturtup bir beyaz -kırmızı değil- şeker tutuşturuyorum eline gelinin. “İkinize eşit duracak şekilde masanın/meselenin ortasına bırak” şeklindeki dileğimi “karşılıksız” bırakmıyor ve gözünün kestirdiği, gönlünün hissettiği noktaya bırakıyor. Eşi itiraz ediyor hemen, “Hayatım, bana yakın düştü”. Ve parmak uçlarıyla itiveriyor şekeri. Kararsızlık beş dakika sürüyor “Eşit mi, milimetrik mi, teknik açıdan iki tarafa da uydu mu?” diye.

İnsan hayatının ve de zihninin en büyük algı seçiciliğindeki zannı, bir sorunu çözmek veya mutluluğu paylaşmak için karşılıklı oturmayı tercih etmektir. Oysa doğru ve hikmetli olan, yan yana oturmaktır.

Yan yana oturttum bir çift sevgi(li)yi ve telkinde bulundum: “Kimin elleriyle bırakılsa fark etmez; yan yana oturunca, beyaz şekeri bırakın/atın istediğiniz yere, ikinize de eşit mesafeye düşecektir. Elleriniz dokunmayacak, birbirinize itmekle meşgul olmayacaksınız…”

Ergenlik, hayatı karşıya alma dönemi, karşılıklı uzlaşı için “beyaz” dilekleri eşitleme çabasıdır. Bu dönem, kimi zaman aile, kimi zaman toplum, çoğu zaman da kendini karşıya oturtma dönemidir. Çünkü “öğretilmiş oturmalar”ı vardır. Oysa ergenlik döneminde zihnî ve psikolojik olarak her şeyi karşısında sanma eşiğini aşmayı öğretmek, göstermek gerekir gençlere. Kendisiyle, sevdiğiyle, ailesiyle, toplumla, kelimelerle yan yana durmayı öğretmeliyiz. Bunun için onları karşımıza alıp konuşmak değil, yanımıza alıp dillendirmek gerekir. Başka türlü “beyaz” olan, “beyaz” kalmayacaktır.

Toprak-barut-ateş

Bir yayınevinin genel yayın yönetmeni, kitap rafları arasında başı öne eğik şekilde okumaya başlıyor: “Ergenlik döneminde kız ve erkeklerin birbirlerine yönelmeleri doğaldır, fıtrîdir. Bu nedenle bu aşamadaki “arkadaşlık” edinimi bir kazançtır. Yasaklayıcı yaklaşmak, bu yaklaşmaları engellemekten çok zarar veren baskıcı bir kültür oluşturacaktır. Kuşkusuz arkadaşlığı kontrol altında tutmak, denetleyici olmak ve yönlendirici davranmak da önemlidir. Ancak aslolan, arkadaşlığı benimsemektir…”

Başını hafifçe kaldırıp sitemde bulunuyor: “Bu satırlar gerekçe gösterilerek basımı yapılmış bir kitabımız, kitap marketleri zinciri olan kardeş kuruluşumuz tarafından iade edildi. Aynı satırlar sizin de kitabınızda mevcut, fakat basımdan önce gönderdiğimiz kuruluş, kitabınıza ilgi duydu ve onay verdi. Sebebini sorduğumuzda bize, ‘Birlikte olmak mı, birlikte hareket etmek mi?’ metodunun çözümleyici olduğunu ilettiler. Adını koyamadığımız, özellikle -başta yurtlarımızda kalan- kız öğrencilerimizle ilgili bastırılmış sorunlarımıza ilişkin önemli bir ayrım bu. Kitabınızdan içten umutluyuz...”

Erkek, önce arzulayan, sonra duygu ile yönelen, kadın ise önce duygulanan, sonra arzu ile yönelen, dolayısıyla ters yönlere işleyen fakat dişleri uyumlu hayat çarkını döndüren taraflardır. Arzunun dişleri olan şehvet, eğlence ve yönetme (kısaltılmışı “Ş.E.Y.” olan) gücü, erkeğin zihninde kadının beden sınırlarını aynı zamanda hayat sınırları kılan bir anlayışa ulaştırmaktadır. “Kadının beden sınırları”nın görülmesine itiraz eden yaklaşım, nedense dini gerekçe gösterip kadının kamusal alanda da sınırlarının görülmesine yasak getirmektedir ve bu gerekçesi de şeytancadır: “Ateşle barut yan yana durmaz!”

Pardon! Şeytan, “Toprak ve ateş eş değer değil, hatta ateş üstün” demişti.

Aslında ergen “Ateşle barut bir araya gelmesin” derken, zımnen “Erkek ateşten, kadın topraktan yaratılmıştır” der gibidir. Bunca felsefe ve ahlak dersi sonunda, ergen dönemde kızlar ve erkeklerin bir arada olmalarını “birlikte olmak” diye tercüme eden, hatta bunu “ilişkiye girmek” transkripti ile şerhlendiren bir tutum içindedir. Oysa bir aradalık fıtrîdir. Önemli olan, iki arada bir derede kalmadan “birlikte hareket” etmektir.

Birlikte hareket etmek, bir kelime, değer, hedef, mesaj, proje, sorumluluk, görev, anlayışı beslemek ve yaşatmak için ergenlerin çabalamasıdır. Bir aradayken beslenen, yüceltilen, korunan, desteklenen, yaşatılan bir kelime, değer, hedef, mesaj, proje, sorumluluk veya görev yoksa eğer, o zaman iklim sadece “birlikte olmak” mevsimine göredir. Bu aşamada “ilişkiye girmek” sonucu doğurmasa da mevsim meyveleri sadece bir “Ş.E.Y.”dir.

Ş.E.Y.’i kelime, değer, hedef veya sorumluk edinimlerine öncelik kazanmış ortamlarda, ateş-barut patlaması az ama ateşi toprağa öncelemek yaygın olacaktır. Sonuçta, Ş.E.Y.tan bahsi için sadece kısaltmayı sağlayan “nokta”lar kalkmış olacaktır.

Yol

Evde bir tartışmadır gidiyor… Arada bir “Baba! Baba! Bir şeyler söyle” serzenişleri yükseliyor. Anne, “Seni yola getirmesini bilirim!” tehdidi içinde kıvranıyor. Dilinin ucunda ben de varım: “Senin yüzünden…” Müdahil sıfatıyla sözlerimle (bir) yola koyuluyorum: “Farklı şehirlere yol alırken, yolda görülen işaretlerin (trafik işaretlerinden mülhem) sayısı, niteliği, mesafe aralığı farklıdır. Ayrıca yoldaki işaretlerin tamamı dizili değildir. Hayat bir yolculuktur. Tutulan yol ve tutkun olunan şehir çeşitlilik arz eder. Önemli olan, hangi yola girilirse girilsin, hangi şehre özlemle ‘Bekle beni!’ diye seslenmiş olursak olalım, sonuçta ‘yoldaki işaretler’e yerinde, zamanında ve gerektiği gibi uymaktır. Ebeveynlerin ömür yollarını ve ömür beldelerini ileri sürerek, ‘Herkes yolunda ol(a)maz. Bu yolda kalacaksın! Ataların yolu budur! Bu yoldan çıkmak, her şeyden çıkmaktır; çıkılırsa yola getirmeyi biliriz!’ şeklindeki milli aile marşını mızıka etmesi ‘yol’ değildir…”

Yola dair sözlerim, sessizleşen odada kendi sessizliğine çekiliyor. Ne anne, ne kız bu “yol hikâyesi”ni benimsiyor. Tartışma “ana-kız” tavında kızışıyor. Oysa ergenler için yol tek değildir, hatta işaretler yeterlidir; herkes yoluna gitmelidir. Ergen bu psikolojideyken, ona yoldaki işaretler sunulmalıdır. Belki “anayol” önerilebilir, ancak başka yola yönelirse, panik yapmak yerine o yolun niteliğine uygun işaretler verilmelidir. Olacaksa bir baskı, “yola getirme”, “anayol”, “Yoldan çıkmışsın!” usulünde değil, “Tuttuğun yolun işaretlerine uy!” tadında olmalıdır.

Ayrıca yol aynı bile olsa, ebeveynlerin ergenken yaşadıkları yoldaki işaret sayısı, sıralaması ve mesafe aralığı, birebir çocuklarda yaşanacak diye bir “tabiat/fıtrat” kanunu da yok. Örneğin bir ergende “şehvet” ilk kilometrede, ama bir başka ergende çok sonra ateşlenebilir. Bazı ergenlerde ise kısık ateşte seneler sonra patlama yaşanabilir. Bu noktada esas şu: İlk veya sonra, fark etmez, yolda karşılaşıldığında şehvet için yazılmış/indirilmiş işarete (Kur’an işarete “ayet” demektedir) uymak.

Ergenlik eğer yolu “şehvet”, “eğlence” ve “yönetmek” işaretlerinden ibaret sanmaksa, ya yol/yordam bilinmemiş veya geçmişte girilmiş yanlış bir yolda başa gelenler başta işaret olarak yazılmıştır. Ergenler “işaretler”e kulak verirler, not alır, anlar ve tanırlar. Dillendirmeseler de bilirler. Fakat yol önerilerine, dayatmalarına, yola getirilme seanslarına karşı dönemleri gereği “isyan” halindedirler. Dolayısıyla ne isyan, ne de isyana sebep yol, gerçekte yolun kendisi değildir.

Kur’an bile indirilmiş işaretlerle insanı özgür bırakmışken, din adına bile “tek yol” sunmak, insan cinsine ergen muamelesi yapmaktır. Bu durumda insanın isyanı kaçınılmazdır. İnsanı yola getirmek kimin haddine Allah’tan başka?! Öyle olmasa, “Bizim için işaretlerle yönlendirilen (istikamet verilen) yolda tut!” duası duaların “açılış” sözü olur muydu?

Kaplarımız nerede? Gençleri gezdirmekle marifet saydığımız müze ve mimarî eserlerde… Modern kaplar içine konulmuş sularsa, içildiğinde püskürtmek zorunda kalacağımız kadar kokmuş ve tatsız. Sebep çok basit! Su laborantlarımız var ama kap virtüözlerimiz yok! Kaba tükürmekle su şifa olmuyor!

Kap ve su

İyi fikirler, projeler, modeller, metotlar suya benzer, hem de arı duru suya. İnsan “su”dan yaratıldığı için de ‘şifa’ gelir. Akademisyenler, âlimler, sanatçılar birer su laborantlarıdırlar ve su tahlili yapar, rapor yazarlar. Ancak önemli olan, su hakkındaki ‘onay’ değil, ihtiyaç duyulan suyu ‘yudumlamak’tır. Tıpkı her evde musluğu açtığımızda suyu yudumlamak imkânı bulduğumuz gibi. İyi olanı herkesin yudumlamasını sağlamaktır marifet olan. Maalesef musluklardan su içmek azaldı, daha çok temizlik-bulaşık aracı oldu. İçilebilir su artık damacana-pet kabında. Neredeyse su gibi ihtiyaç olan fikir, değer, inanç, sanat da artık her evde değil. Kendi damacana ve petler içinde hem “satılan” bir meta durumunda, hem de arz-talep sektöründe…” 

Sözlerimi bitirmeden su tadında bir hatırlatma geliyor bir ergenden analizleri, laborantları “mahcup” bırakan “sahte rapor” düzenleme deşifresinde. Buyurun, yudumlayın…

“Ergen için sudan önce ‘kap’ önemlidir. Ergenin renkli dünyasına, hayal gücüne, deli dolu taleplerine karşı albenisi olan kaplar... Sinema, alışveriş, eğlence, müzik, markalar, imaj veya statü bu kap listesinde yer alanlardan sadece birkaçıdır. Bugün küresel endüstri işte bu albenisi olan kapları üretiyor ve bize sunuyor. Sizse hem ‘tüketici’ etiketiyle bizi suçluyor, hem de bu kaplar aracılığıyla yudumladığımız sıvıların su gibi ihtiyaç olmadığını, bizden, bedenimizden ve ruhumuzdan bir şeyler azalttığını söylüyorsunuz. ‘Ne olacak bu gençlerin hali?’ şeklindeki ağlayışlarınızdan etkilenmiyoruz. Çünkü sizin kabınız yok! Olanlar da eski kaplar hükmünde. Bizim ‘su’dan önce ‘kap’ algısı içinde olduğumuz gerçeğini yok sayıyorsunuz. Sizin bütün bahaneleriniz ‘su’dan’…”

“Modern kaplarla kadim ve geleneksel değerlerimiz yeni nesillere yudumlatılamaz” milliyetçiliği moda. Hayat kurtaran, fıtrat suyu olan erdemleri yudumlatacak ve albenili kaplarıysa üretemiyoruz. Bu yüzden çocuklarımız bizim mahallede ve pazarımızda değil. Oysa kap/şekil/formda esas olan “yeni”dir. “Öz ve şekil etkileşimi unutulsun” demiyorum, ancak “Ergenliğin ‘şekil-öz’ şeklinde sıralama karakterli olduğu gerçeğini hatırlayalım” diyorum. Bir acı gerçek daha var: Ergenken yudumlanmamış su hükmündeki her şey sonradan yudumlanmıyor. Çünkü ergenlikten çıkıldığında ebeveynlerin de “susuz” kaldığı görülüyor.

“Bu kap, bu suyu kirletir” teranesi, laborantların lokalde buluştuklarında anlattıkları “avcı hikâyeleri” gibidir ve bayağı modernliğin tilkiliği, kapitalizmim kurtluğu ve –affedersiniz- endüstrinin ayılığı üzere anlatılan yeni menkıbeler hükmündedir. Bunları ergenler sadece “ilginç” diye dinlerler.

Peki, kaplarımız nerede? Gençleri gezdirmekle marifet saydığımız müze ve mimarî eserlerde… Modern kaplar içine konulmuş sularsa, içildiğinde püskürtmek zorunda kalacağımız kadar kokmuş ve tatsız. Sebep çok basit! Su laborantlarımız var ama kap virtüözlerimiz yok! Kaba tükürmekle su şifa olmuyor!

Helikopter

Bitmiş kitabıma isim arıyorum, arkadaşlar “Evlilik Üç Yıldır” adının ilgi çekeceğini düşünüyorlar. Bense kararsızım. Kararsız kaldığımda iki şey yapmayı tercih ederim: Gece yürüyüşüne çıkmak veya bir film izlemek…

“Kara Şahin Düştü” adlı filmi izliyorum. Somali’ye operasyonla bilindik ABD propagandası yapan repliklerle dolu bir aksiyon filmi. Filmlerde en çok savaş helikopterlerinin düşüş sahnesinde içime çekilirim. Helikopterle beraber ben de bendekilerle birlikte yere çakılacakmış gibi bir kaygıya düşerim. Kelimelerim, değerlerim, hesaplarım, kazanımların yere çakılacakmış gibi özdeşleşirim sahneyle. Bir detaysa bana içime çekilirken “sığınak” görevi görür: Helikopteri delik deşik etseniz bile, pilot, ölmedikçe görevine devam eder.

Fakat helikopterin arkada duran (küçük) pervanesini kırdığınızda bütün gövde yere yönelir ve burun üstü yere çakılır. Aynı sahne izlediğim filmde de yaşandı ve bir diğer helikopter pilotu merkeze anons geçti: “Bir Kara Şahin düştü!” 

Kitabın adını “Kara Şahin Düştü” koydum. Evli çiftlere ve ergenlere erkek-kadın ilişkisine dair hep beylik şu cümleyi söyledim: “Birbirinize, birbirinizi delik deşik edecek kadar saldırsanız bile bu ilişki yürür. Ancak birbirinizin küçük pervanesini kırdığınız anda, o sağlam gövde bütün heybetiyle burun üstü yere çakılır.

Bana panik halinde ısrarla sorulmuştur: Küçük pervane nedir? Cevabım ise bir Türk filmi repliği tadındadır: “Yazdım, okuyun kardeşim!

İnsanın küçük pervanesi ergenlik döneminde tamamlanır. Yıllarca evli olduğu halde hâlâ “ergen duruş”ları varlığını sürdürecektir insanın. Dolayısıyla ergenlik döneminde çocuklarımızın “küçük pervane” hükmündeki yanlarının tamamlanmasını engellersek evlilikleri üç yıldan fazla sürmez ve hayatları burun üstü yere çakılır.

“Burnunu yere sürteceğim” derken güç gösterisi mi yapıyoruz, yoksa küçük pervaneyi mi kırıyoruz belli değil. Belli olan tek şey, etrafımızın yere çakılı kara şahinlerle dolu olduğudur. “Yere çakılı kara şahinde canlı kalmış mıdır? Varsa nasıl kurtaracağız?” sorusunun cevabı için bir tavsiyede bulunayım: Filmi izleyin!

Ha bu arada, filmi izlerken küçük pervanenizi korumayı da unutmayın!

 

Yanarım

GECE yarısı ellerim tutuşur, kulluğuma yanarım. Günah dans eder etrafımda, gözlerim tutuşur, yarınıma yanarım.

Sözlerim kor kalır yanlarımda, saçlarım tutuşur, dualarıma yanarım.

Gülkurusu rüyalarım tutuşur, başıma yanarım. Güneş etrafımda şarkı söyler, günlüğüm tutuşur, geleceğime yanarım. Ertelenmiş kulluğum kayıptır şehirlerde, bir sokak lambasında yanarım. Kelimeler dans eder evimde, kapım tutuşur, inancıma yanarım.

Şafak vakti ölüm tutuşur, sabah namazıma yanarım. Melekler dans eder ayetlerimde, anlam tutuşur, ahiretime yanarım. Uzaklar yakınlaşınca tutuşur, kavgalarıma yanarım. Dostlarım dans eder zamanda, anlarım tutuşur, ömrüme yanarım.

Denize gök yanar, cennetim tutuşur; şeytan dans eder ateşimde, secdelerim tutuşur, amel defterime yanarım.  

Hastane bahçesindeki incir ağacı tutuşur, vefama yanarım. Doktorlar etrafımda ağlar, nöbetlerim tutuşur, şiirlerime yanarım.

Yanarım… Yanarım… Yanarım…

Aşk yitik bir çocuk gibi kalmışsa duygularımda, ibadetlerim plastikten oyuncak olmuşsa gönlümde, incir ve zeytin paylaşırken unutulmuş ve güven, şehvet atından düşmüşse mizanda yanarım.

Yazı, kayıp su olmuşsa mahallemde ve övgü, rızasını satmışsa siyasetime, ideallerim dilenci kabına bırakılmış ve huzur, şöhret kıyısına gömülmüşse davamda yanarım.

Eşim “kadın” kalmışsa yastığımda, çocuklarımın babası parklarda “salıncak” olmuşsa, cemaatim gece kulübü tadı vermişse, Nebiler turist kalmışsa iklimimde ezanda yanarım.

Çözüm filmlerde, rehber etiketlerde, yol broşürlerde tarif edilirse, kardeşlik borsada, kıyamet zarda, hayır bilboardlarda biliniyorsa ülkemde yanarım…

Yeşil türkülere yandığında sevgilim tutuşur, çiçekler kokar bahçemde bülbülüm tutuşur, aşkıma yanarım.

Eylülde yağmur tutuşur, mevsimlere yanarım. Ay döner etrafımda, oruçlarıma yanarım. Dilim, elim, belim tutuşur, açlığıma yanarım. Karanlıkta parmak uçlarım tutuşur, Yed-i Beyza’ya yanarım. Asa, önümde nefsim oluyor; put tutuşur, tekbirlere yanarım…

Yanışım tutuşur, tutuşuma yanarım. Yanarım, tutuşurum… Yanarım, tutuşurum... Cennetimi kaybedince cehenneme yanarım.

Onca söz, ateşe düşen birer damla olmazsa, yazıma yanarım…