Beyaz
BİR yaz akşamı Hanlar
bölgesinde, avlusunda mescit yerine çınar ağacının olduğu yeni restore edilmiş
bir handa, masama bırakılan zarfla dalgınlığımdan uyanıyorum. Gülümseyen bir
yüz gözlerini ayırmadan gözlerimden, “Merhaba hocam, sürpriz!” deyiveriyor. Şaşkınlığım
sevinç kanatlarını takıyor, ekliyor: “Düğün davetiyemiz”. Sonra sözlere olan
sadakatimden örnekler kolyesi hazırlayıp boynumun borcu olsun diye hediye edip
dilekte bulunuyor: “Evlilik hayatımız boyunca sorunların çözümü için bir formül,
mutlu kalmak için bir yol göster...”
“Çözümün ve mutluluğun sırrı aynı: Asla
karşılıklı oturup konuşmayın!”
Karşılıklı
oturtup bir beyaz -kırmızı değil- şeker tutuşturuyorum eline gelinin. “İkinize
eşit duracak şekilde masanın/meselenin ortasına bırak” şeklindeki dileğimi
“karşılıksız” bırakmıyor ve gözünün kestirdiği, gönlünün hissettiği noktaya
bırakıyor. Eşi itiraz ediyor hemen, “Hayatım, bana yakın düştü”. Ve parmak
uçlarıyla itiveriyor şekeri. Kararsızlık beş dakika sürüyor “Eşit mi, milimetrik
mi, teknik açıdan iki tarafa da uydu mu?” diye.
İnsan
hayatının ve de zihninin en büyük algı seçiciliğindeki zannı, bir sorunu çözmek
veya mutluluğu paylaşmak için karşılıklı oturmayı tercih etmektir. Oysa doğru ve
hikmetli olan, yan yana oturmaktır.
Yan
yana oturttum bir çift sevgi(li)yi ve telkinde bulundum: “Kimin elleriyle
bırakılsa fark etmez; yan yana oturunca, beyaz şekeri bırakın/atın istediğiniz
yere, ikinize de eşit mesafeye düşecektir. Elleriniz dokunmayacak, birbirinize
itmekle meşgul olmayacaksınız…”
Ergenlik,
hayatı karşıya alma dönemi, karşılıklı uzlaşı için “beyaz” dilekleri eşitleme
çabasıdır. Bu dönem, kimi zaman aile, kimi zaman toplum, çoğu zaman da kendini
karşıya oturtma dönemidir. Çünkü “öğretilmiş oturmalar”ı vardır. Oysa ergenlik
döneminde zihnî ve psikolojik olarak her şeyi karşısında sanma eşiğini aşmayı
öğretmek, göstermek gerekir gençlere. Kendisiyle, sevdiğiyle, ailesiyle,
toplumla, kelimelerle yan yana durmayı öğretmeliyiz. Bunun için onları
karşımıza alıp konuşmak değil, yanımıza alıp dillendirmek gerekir. Başka türlü “beyaz”
olan, “beyaz” kalmayacaktır.
Toprak-barut-ateş
Bir
yayınevinin genel yayın yönetmeni, kitap rafları arasında başı öne eğik şekilde
okumaya başlıyor: “Ergenlik döneminde kız ve erkeklerin birbirlerine
yönelmeleri doğaldır, fıtrîdir. Bu nedenle bu aşamadaki “arkadaşlık” edinimi
bir kazançtır. Yasaklayıcı yaklaşmak, bu yaklaşmaları engellemekten çok zarar
veren baskıcı bir kültür oluşturacaktır. Kuşkusuz arkadaşlığı kontrol altında
tutmak, denetleyici olmak ve yönlendirici davranmak da önemlidir. Ancak aslolan,
arkadaşlığı benimsemektir…”
Başını
hafifçe kaldırıp sitemde bulunuyor: “Bu satırlar gerekçe gösterilerek basımı
yapılmış bir kitabımız, kitap marketleri zinciri olan kardeş kuruluşumuz
tarafından iade edildi. Aynı satırlar sizin de kitabınızda mevcut, fakat
basımdan önce gönderdiğimiz kuruluş, kitabınıza ilgi duydu ve onay verdi.
Sebebini sorduğumuzda bize, ‘Birlikte olmak mı, birlikte hareket etmek mi?’
metodunun çözümleyici olduğunu ilettiler. Adını koyamadığımız, özellikle -başta
yurtlarımızda kalan- kız öğrencilerimizle ilgili bastırılmış sorunlarımıza
ilişkin önemli bir ayrım bu. Kitabınızdan içten umutluyuz...”
Erkek,
önce arzulayan, sonra duygu ile yönelen, kadın ise önce duygulanan, sonra arzu
ile yönelen, dolayısıyla ters yönlere işleyen fakat dişleri uyumlu hayat
çarkını döndüren taraflardır. Arzunun dişleri olan şehvet, eğlence ve yönetme
(kısaltılmışı “Ş.E.Y.” olan) gücü, erkeğin zihninde kadının beden sınırlarını
aynı zamanda hayat sınırları kılan bir anlayışa ulaştırmaktadır. “Kadının beden
sınırları”nın görülmesine itiraz eden yaklaşım, nedense dini gerekçe gösterip
kadının kamusal alanda da sınırlarının görülmesine yasak getirmektedir ve bu gerekçesi
de şeytancadır: “Ateşle barut yan yana durmaz!”
Pardon!
Şeytan, “Toprak ve ateş eş değer değil, hatta ateş üstün” demişti.
Aslında
ergen “Ateşle barut bir araya gelmesin” derken, zımnen “Erkek ateşten, kadın
topraktan yaratılmıştır” der gibidir. Bunca felsefe ve ahlak dersi sonunda,
ergen dönemde kızlar ve erkeklerin bir arada olmalarını “birlikte olmak” diye
tercüme eden, hatta bunu “ilişkiye girmek” transkripti ile şerhlendiren bir
tutum içindedir. Oysa bir aradalık fıtrîdir. Önemli olan, iki arada bir derede
kalmadan “birlikte hareket” etmektir.
Birlikte
hareket etmek, bir kelime, değer, hedef, mesaj, proje, sorumluluk, görev,
anlayışı beslemek ve yaşatmak için ergenlerin çabalamasıdır. Bir aradayken
beslenen, yüceltilen, korunan, desteklenen, yaşatılan bir kelime, değer, hedef,
mesaj, proje, sorumluluk veya görev yoksa eğer, o zaman iklim sadece “birlikte
olmak” mevsimine göredir. Bu aşamada “ilişkiye girmek” sonucu doğurmasa da mevsim
meyveleri sadece bir “Ş.E.Y.”dir.
Ş.E.Y.’i
kelime, değer, hedef veya sorumluk edinimlerine öncelik kazanmış ortamlarda,
ateş-barut patlaması az ama ateşi toprağa öncelemek yaygın olacaktır. Sonuçta,
Ş.E.Y.tan bahsi için sadece kısaltmayı sağlayan “nokta”lar kalkmış olacaktır.
Yol
Evde
bir tartışmadır gidiyor… Arada bir “Baba! Baba! Bir şeyler söyle” serzenişleri
yükseliyor. Anne, “Seni yola getirmesini bilirim!” tehdidi içinde kıvranıyor.
Dilinin ucunda ben de varım: “Senin yüzünden…” Müdahil sıfatıyla sözlerimle
(bir) yola koyuluyorum: “Farklı şehirlere
yol alırken, yolda görülen işaretlerin (trafik işaretlerinden mülhem) sayısı,
niteliği, mesafe aralığı farklıdır. Ayrıca yoldaki işaretlerin tamamı dizili
değildir. Hayat bir yolculuktur. Tutulan yol ve tutkun olunan şehir çeşitlilik
arz eder. Önemli olan, hangi yola girilirse girilsin, hangi şehre özlemle ‘Bekle
beni!’ diye seslenmiş olursak olalım, sonuçta ‘yoldaki işaretler’e yerinde,
zamanında ve gerektiği gibi uymaktır. Ebeveynlerin ömür yollarını ve ömür
beldelerini ileri sürerek, ‘Herkes yolunda ol(a)maz. Bu yolda kalacaksın!
Ataların yolu budur! Bu yoldan çıkmak, her şeyden çıkmaktır; çıkılırsa yola
getirmeyi biliriz!’ şeklindeki milli aile marşını mızıka etmesi ‘yol’
değildir…”
Yola
dair sözlerim, sessizleşen odada kendi sessizliğine çekiliyor. Ne anne, ne kız
bu “yol hikâyesi”ni benimsiyor. Tartışma “ana-kız” tavında kızışıyor. Oysa
ergenler için yol tek değildir, hatta işaretler yeterlidir; herkes yoluna
gitmelidir. Ergen bu psikolojideyken, ona yoldaki işaretler sunulmalıdır. Belki
“anayol” önerilebilir, ancak başka yola yönelirse, panik yapmak yerine o yolun
niteliğine uygun işaretler verilmelidir. Olacaksa bir baskı, “yola getirme”,
“anayol”, “Yoldan çıkmışsın!” usulünde değil, “Tuttuğun yolun işaretlerine uy!”
tadında olmalıdır.
Ayrıca
yol aynı bile olsa, ebeveynlerin ergenken yaşadıkları yoldaki işaret sayısı,
sıralaması ve mesafe aralığı, birebir çocuklarda yaşanacak diye bir
“tabiat/fıtrat” kanunu da yok. Örneğin bir ergende “şehvet” ilk kilometrede,
ama bir başka ergende çok sonra ateşlenebilir. Bazı ergenlerde ise kısık ateşte
seneler sonra patlama yaşanabilir. Bu noktada esas şu: İlk veya sonra, fark
etmez, yolda karşılaşıldığında şehvet için yazılmış/indirilmiş işarete (Kur’an
işarete “ayet” demektedir) uymak.
Ergenlik
eğer yolu “şehvet”, “eğlence” ve “yönetmek” işaretlerinden ibaret sanmaksa, ya
yol/yordam bilinmemiş veya geçmişte girilmiş yanlış bir yolda başa gelenler
başta işaret olarak yazılmıştır. Ergenler “işaretler”e kulak verirler, not
alır, anlar ve tanırlar. Dillendirmeseler de bilirler. Fakat yol önerilerine,
dayatmalarına, yola getirilme seanslarına karşı dönemleri gereği “isyan”
halindedirler. Dolayısıyla ne isyan, ne de isyana sebep yol, gerçekte yolun
kendisi değildir.
Kur’an bile indirilmiş işaretlerle insanı özgür bırakmışken, din adına bile “tek yol” sunmak, insan cinsine ergen muamelesi yapmaktır. Bu durumda insanın isyanı kaçınılmazdır. İnsanı yola getirmek kimin haddine Allah’tan başka?! Öyle olmasa, “Bizim için işaretlerle yönlendirilen (istikamet verilen) yolda tut!” duası duaların “açılış” sözü olur muydu?
Kaplarımız nerede? Gençleri gezdirmekle marifet saydığımız müze ve mimarî eserlerde… Modern kaplar içine konulmuş sularsa, içildiğinde püskürtmek zorunda kalacağımız kadar kokmuş ve tatsız. Sebep çok basit! Su laborantlarımız var ama kap virtüözlerimiz yok! Kaba tükürmekle su şifa olmuyor!
Kap
ve su
“İyi fikirler, projeler, modeller, metotlar suya
benzer, hem de arı duru suya. İnsan “su”dan yaratıldığı için de ‘şifa’ gelir.
Akademisyenler, âlimler, sanatçılar birer su laborantlarıdırlar ve su tahlili
yapar, rapor yazarlar. Ancak önemli olan, su hakkındaki ‘onay’ değil, ihtiyaç
duyulan suyu ‘yudumlamak’tır. Tıpkı her evde musluğu açtığımızda suyu
yudumlamak imkânı bulduğumuz gibi. İyi olanı herkesin yudumlamasını sağlamaktır
marifet olan. Maalesef musluklardan su içmek azaldı, daha çok temizlik-bulaşık
aracı oldu. İçilebilir su artık damacana-pet kabında. Neredeyse su gibi ihtiyaç
olan fikir, değer, inanç, sanat da artık her evde değil. Kendi damacana ve
petler içinde hem “satılan” bir meta durumunda, hem de arz-talep sektöründe…”
Sözlerimi
bitirmeden su tadında bir hatırlatma geliyor bir ergenden analizleri,
laborantları “mahcup” bırakan “sahte rapor” düzenleme deşifresinde. Buyurun,
yudumlayın…
“Ergen için sudan
önce ‘kap’ önemlidir. Ergenin renkli dünyasına, hayal gücüne, deli dolu
taleplerine karşı albenisi olan kaplar... Sinema, alışveriş, eğlence, müzik,
markalar, imaj veya statü bu kap listesinde yer alanlardan sadece birkaçıdır.
Bugün küresel endüstri işte bu albenisi olan kapları üretiyor ve bize sunuyor.
Sizse hem ‘tüketici’ etiketiyle bizi suçluyor, hem de bu kaplar aracılığıyla
yudumladığımız sıvıların su gibi ihtiyaç olmadığını, bizden, bedenimizden ve
ruhumuzdan bir şeyler azalttığını söylüyorsunuz. ‘Ne olacak bu gençlerin hali?’ şeklindeki ağlayışlarınızdan
etkilenmiyoruz. Çünkü sizin kabınız yok! Olanlar da eski kaplar hükmünde. Bizim
‘su’dan önce ‘kap’ algısı içinde olduğumuz gerçeğini yok sayıyorsunuz. Sizin
bütün bahaneleriniz ‘su’dan’…”
“Modern
kaplarla kadim ve geleneksel değerlerimiz yeni nesillere yudumlatılamaz”
milliyetçiliği moda. Hayat kurtaran, fıtrat suyu olan erdemleri yudumlatacak ve
albenili kaplarıysa üretemiyoruz. Bu yüzden çocuklarımız bizim mahallede ve
pazarımızda değil. Oysa kap/şekil/formda esas olan “yeni”dir. “Öz ve şekil
etkileşimi unutulsun” demiyorum, ancak “Ergenliğin ‘şekil-öz’ şeklinde sıralama
karakterli olduğu gerçeğini hatırlayalım” diyorum. Bir acı gerçek daha var: Ergenken
yudumlanmamış su hükmündeki her şey sonradan yudumlanmıyor. Çünkü ergenlikten
çıkıldığında ebeveynlerin de “susuz” kaldığı görülüyor.
“Bu
kap, bu suyu kirletir” teranesi, laborantların lokalde buluştuklarında
anlattıkları “avcı hikâyeleri” gibidir ve bayağı modernliğin tilkiliği,
kapitalizmim kurtluğu ve –affedersiniz- endüstrinin ayılığı üzere anlatılan
yeni menkıbeler hükmündedir. Bunları ergenler sadece “ilginç” diye dinlerler.
Peki,
kaplarımız nerede? Gençleri gezdirmekle marifet saydığımız müze ve mimarî
eserlerde… Modern kaplar içine konulmuş sularsa, içildiğinde püskürtmek zorunda
kalacağımız kadar kokmuş ve tatsız. Sebep çok basit! Su laborantlarımız var ama
kap virtüözlerimiz yok! Kaba tükürmekle su şifa olmuyor!
Helikopter
Bitmiş
kitabıma isim arıyorum, arkadaşlar “Evlilik Üç Yıldır” adının ilgi çekeceğini
düşünüyorlar. Bense kararsızım. Kararsız kaldığımda iki şey yapmayı tercih
ederim: Gece yürüyüşüne çıkmak veya bir film izlemek…
“Kara
Şahin Düştü” adlı filmi izliyorum. Somali’ye operasyonla bilindik ABD
propagandası yapan repliklerle dolu bir aksiyon filmi. Filmlerde en çok savaş
helikopterlerinin düşüş sahnesinde içime çekilirim. Helikopterle beraber ben de
bendekilerle birlikte yere çakılacakmış gibi bir kaygıya düşerim. Kelimelerim,
değerlerim, hesaplarım, kazanımların yere çakılacakmış gibi özdeşleşirim
sahneyle. Bir detaysa bana içime çekilirken “sığınak” görevi görür: Helikopteri
delik deşik etseniz bile, pilot, ölmedikçe görevine devam eder.
Fakat
helikopterin arkada duran (küçük) pervanesini kırdığınızda bütün gövde yere yönelir
ve burun üstü yere çakılır. Aynı sahne izlediğim filmde de yaşandı ve bir diğer
helikopter pilotu merkeze anons geçti: “Bir
Kara Şahin düştü!”
Kitabın
adını “Kara Şahin Düştü” koydum. Evli çiftlere ve ergenlere erkek-kadın
ilişkisine dair hep beylik şu cümleyi söyledim: “Birbirinize, birbirinizi delik deşik edecek kadar saldırsanız bile bu
ilişki yürür. Ancak birbirinizin küçük pervanesini kırdığınız anda, o sağlam
gövde bütün heybetiyle burun üstü yere çakılır.”
Bana
panik halinde ısrarla sorulmuştur: Küçük
pervane nedir? Cevabım ise bir Türk filmi repliği tadındadır: “Yazdım, okuyun kardeşim!”
İnsanın
küçük pervanesi ergenlik döneminde tamamlanır. Yıllarca evli olduğu halde hâlâ
“ergen duruş”ları varlığını sürdürecektir insanın. Dolayısıyla ergenlik
döneminde çocuklarımızın “küçük pervane” hükmündeki yanlarının tamamlanmasını
engellersek evlilikleri üç yıldan fazla sürmez ve hayatları burun üstü yere
çakılır.
“Burnunu
yere sürteceğim” derken güç gösterisi mi yapıyoruz, yoksa küçük pervaneyi mi
kırıyoruz belli değil. Belli olan tek şey, etrafımızın yere çakılı kara
şahinlerle dolu olduğudur. “Yere çakılı kara şahinde canlı kalmış mıdır? Varsa
nasıl kurtaracağız?” sorusunun cevabı için bir tavsiyede bulunayım: Filmi
izleyin!
Ha
bu arada, filmi izlerken küçük pervanenizi korumayı da unutmayın!
Yanarım
GECE yarısı ellerim
tutuşur, kulluğuma yanarım. Günah dans eder etrafımda, gözlerim tutuşur, yarınıma
yanarım.
Sözlerim
kor kalır yanlarımda, saçlarım tutuşur, dualarıma yanarım.
Gülkurusu
rüyalarım tutuşur, başıma yanarım. Güneş etrafımda şarkı söyler, günlüğüm
tutuşur, geleceğime yanarım. Ertelenmiş kulluğum kayıptır şehirlerde, bir sokak
lambasında yanarım. Kelimeler dans eder evimde, kapım tutuşur, inancıma
yanarım.
Şafak
vakti ölüm tutuşur, sabah namazıma yanarım. Melekler dans eder ayetlerimde,
anlam tutuşur, ahiretime yanarım. Uzaklar yakınlaşınca tutuşur, kavgalarıma
yanarım. Dostlarım dans eder zamanda, anlarım tutuşur, ömrüme yanarım.
Denize
gök yanar, cennetim tutuşur; şeytan dans eder ateşimde, secdelerim tutuşur, amel
defterime yanarım.
Hastane
bahçesindeki incir ağacı tutuşur, vefama yanarım. Doktorlar etrafımda ağlar,
nöbetlerim tutuşur, şiirlerime yanarım.
Yanarım…
Yanarım… Yanarım…
Aşk
yitik bir çocuk gibi kalmışsa duygularımda, ibadetlerim plastikten oyuncak
olmuşsa gönlümde, incir ve zeytin paylaşırken unutulmuş ve güven, şehvet
atından düşmüşse mizanda yanarım.
Yazı,
kayıp su olmuşsa mahallemde ve övgü, rızasını satmışsa siyasetime, ideallerim
dilenci kabına bırakılmış ve huzur, şöhret kıyısına gömülmüşse davamda yanarım.
Eşim
“kadın” kalmışsa yastığımda, çocuklarımın babası parklarda “salıncak” olmuşsa,
cemaatim gece kulübü tadı vermişse, Nebiler turist kalmışsa iklimimde ezanda
yanarım.
Çözüm
filmlerde, rehber etiketlerde, yol broşürlerde tarif edilirse, kardeşlik
borsada, kıyamet zarda, hayır bilboardlarda biliniyorsa ülkemde yanarım…
Yeşil
türkülere yandığında sevgilim tutuşur, çiçekler kokar bahçemde bülbülüm tutuşur,
aşkıma yanarım.
Eylülde
yağmur tutuşur, mevsimlere yanarım. Ay döner etrafımda, oruçlarıma yanarım.
Dilim, elim, belim tutuşur, açlığıma yanarım. Karanlıkta parmak uçlarım tutuşur,
Yed-i Beyza’ya yanarım. Asa, önümde nefsim oluyor; put tutuşur, tekbirlere
yanarım…
Yanışım
tutuşur, tutuşuma yanarım. Yanarım, tutuşurum… Yanarım, tutuşurum... Cennetimi
kaybedince cehenneme yanarım.
Onca
söz, ateşe düşen birer damla olmazsa, yazıma yanarım…