Erdoğan yeniden seçilmeli, çünkü (1)

CHP, neredeyse tüm FETÖ’cülere af vaat ederken, altılı masanın tüm bileşenleri gibi zamanın Başbakanı Davutoğlu bile benzer söylemlere destek vermeye başladılar. “AHİM kararları derhâl uygulanacak” diyenlerin, KHK’lılardan öteye gidip Gezi ve 15 Temmuz finansörlerinden kuzen Kavala’yı da kurtarma derdinde oldukları aşikâr.

DİYORLAR ki, “Her seçimden önce, seçim sonrası Türkiye’nin uçacağını vaat edenler, bunu neden seçimden önceki iktidar dönemlerinde beceremiyorlar?”.

Özgür Özel’in traktör itirafı gibi “çarpıcı” olsun diye söylenmiş bir söz olmadı hiçbir zaman bu “Uçacağız” vaadi. Erdoğan’ın 2013’ten sonra kazandığı her seçim, Türkiye’ye tuzak kuranların kendi tuzaklarında kahrolduğu seçimlerdir. Zira kazanılan her yeni seçim, Türkiye’nin önüne kurulmak istenen setlerin yıkıldığı, Büyük Türkiye hayâllerinin taze tutulmasının mümkün olduğu yeni bir dönemin başlangıcıdır. Eğer dünyanın normal döngüsü içinde bırakılmış olsak, bırakın gökyüzünde uçmayı, uzayı fethedeceğimiz dönemler olurdu her yeni dönem.

Değişim elbette mümkün. Ve hatta bazen elzem bir ihtiyaç. Gelişmenin önünü açacak her değişim, toplum tarafından desteklenmeli; siyâsî iktidarın değişimi dâhil. Ancak, “Değiştirelim” derken geri gitme, kazanılmış değerleri kaybetme lüksümüz olamaz.

AK Parti iktidarı da bir gün değişecek, değişmeli elbet.

ABD, Almanya, İngiltere ve daha birçoğu... “Gelişmiş” birçok ülke demokrasisinde siyâsî değişimlere şahit oluyoruz. Aşırı sağın, “Hıristiyan” temalı partilerin, sosyalistlerin, liberallerin, yeşillerin aynı anda ya da birbirlerinin peşi sıra iktidara geldiği ülkeler var Batı’da. Hiçbirinde seçim öncesi bir bekâ sorunundan, seçim sonrası bir teslimiyetten bahsedilmiyor. Gelen her yeni hükûmet, ancak sosyal politikaları ile kısmî değişimlere imza atabiliyor. Çok nadiren dış politikalarda yaşanan değişikliklerin sebebi de genellikle dünya konjonktürüne bağlı olarak gelişiyor. Böyle olunca da ülkelerin seçim sandıkları kendi vatandaşlarının özgür iradelerine bırakılabiliyor. Zira hiçbir Batı ülkesinin gelişimi bir başka ülkeyi rahatsız etmiyor. Macaristan gibi sıra dışı örneklerde de tarihin Batı’ya yerleştirdiği Sovyet korkusundan başka bir derdi yok kimsenin; amaç, Rusya’nın nüfuz alanının genişlemesinin önüne geçmek.

Bizde ise durum maalesef bu kadar basit değil. Türkiye hem Rusya’nın dümen suyuna girmesin, hem de Orta Doğu’da kendi sözünün sahibi olmasın isteniyor. Askerî açıdan güçlü olsun, güçlü kalsın ama bu güç sadece Batı’nın siyâsî ihtirasları için kullanılsın isteniyor. Ekonomik açıdan Batı’ya bağımlılık devam etsin, böylelikle bölge ülkeleri üzerindeki tarihî nüfuzu yeniden tesis edilemesin diye uğraşılıyor. Yani istiyorlar ki, Türkiye, kendi kendini yöneten bir ülke değil, Batı’nın Orta Doğu’daki bölge bayii olsun.

Aslında korktukları, Osmanlı’nın geri dönmesi. Millet olarak, içimizde bu potansiyelin olduğunu biliyorlar. Bunun bir de iktidar politikası hâline gelmesini kabullenemiyorlar. Zira her geçen gün, yükselişi engellenemeyen bir Türkiye geliyor!

Şimdi bütün bunlar muhtemel bir iktidar değişiminde yok olacak kazanımlar mı ki her seçimi bekâ meselesi olarak görüyoruz? Bu sorunun cevabını verebilmek için, bu güce erişmeyi neye borçluyuz ve yapılanlara muhalefetin tepkisi ne olmuş, ona bakmak lâzım.

Defalarca yazdım; ABD’nin dahli olmadan Türkiye’de iktidar olmak imkânsız gibi. Bugün İmamoğlu’nun ABD Büyükelçisi ile sıkı fıkı olmasının sebebi de insanî ya da bürokratik değil, tamamen siyâsî zaten. 2002 öncesi ABD ziyaretlerini düşünürsek, Erdoğan’ın da aynı yoldan geçtiği gerçeğini görebiliriz. Ama Erdoğan ile İmamoğlu arasındaki protokol farkını da göz ardı etmemekte fayda var. Gerçi Ethem Sancak olayında gördük ki, bu meselenin gündeme gelmesi AK Parti’de pek de hoş karşılanmıyor. Neyse ki bizim pozisyonumuz bunları yazmaya engel değil.

Evet, ABD’siz iktidara gelmek ne kadar zorsa, onların dümen suyundan çıkınca iktidarda kalmak da bir o kadar zor. Son on senedir yaşananların yegâne sebebi de bu değil mi zaten? Peki, siyâsî fikirlerden arındırılmış bir soru sorsak ve desek ki vatandaşa, “Millî menfaat üzerine kurulu bir siyâsî iktidar mı görmek istersiniz ülkede, yoksa Batı ile iyi geçinmek adına onların politikalarını gözeten bir iktidar mı?”. Eminim ki, HDP seçmeni dâhil, yüzde yüz oranında ilk seçenek tercih edilecektir. O hâlde vatandaş olarak görevimiz de bu tercihe uygun seçim yapmak olmalı. Ama iş dönüp dolaşıp siyâsî parti isimlerine takıldığı için geleneksel oy verme şekillerinden kurtulamıyoruz bir türlü.

2000’li yılların başı...

ABD, Orta Doğu’da kendi güdümünde bir lider ülke arıyordu. Nüfusunun çoğu Müslüman olan lâik Türkiye bu iş için biçilmiş kaftandı. Ancak İslâm, bölge ülkelerine de örnek olacak şekilde yeniden dizayn edilmeli ve bu bir başarı öyküsü olarak sunulmalıydı. Yani lâiklik ve demokrasi bütün İslâm coğrafyasının canını çektirmeliydi. Kırk yıldır üzerinde çalışılan Fetullah, ılımlı İslâm sancağını eline aldı, AK Parti’yi iktidara taşıyacak kadroların içine daldı. Devletin kılcallarına kadar sızmış olan bu yapının partiyi şahlandırması çok da zor olmadı. Deniz Baykal’ın Erdoğan’ın siyâsî yasağını kaldırma çabaları bile aynı kadroların işiydi belki de. Ancak Erdoğan’ın, ipleri başkasının elinde olan bir kukla gibi hareket etmeye niyeti yoktu.

Evet, iktidara gelmek için her imkânı kullanmıştı ama iktidar, onun için amaç değil, devletini yükseltmek adına ihtiyaç duyduğu bir araçtı. Sonuçta, iktidar gücünü yeteri kadar kullanmaya başladığında, cemaat kisveli bu terör örgütü kamburundan da kurtulmaya gelmişti sıra. Batı’nın Türkiye ve Erdoğan’a karşı cephe almaya başlaması da bu FETÖ-Erdoğan kavgasıyla eş zamanlı.

O zamana kadar cemaati bir türlü içine sindiremeyen muhalefetin bir anda cemaatçi kesilmesi de aynı döneme rast geliyor. Yani muhalefet, devlet için bekâ sorunu olan bu kamburu, sadece AK Parti’yi yok edebilmek için sahiplendi zamanında. Bugün hâlâ KHK’lılar üzerinden yürütülen propagandaların hangi siyâsî partiler tarafından sahiplenildiğine bakarsanız, tezimizin doğruluğunu test edebilirsiniz. CHP, neredeyse tüm FETÖ’cülere af vaat ederken, altılı masanın tüm bileşenleri gibi zamanın Başbakanı Davutoğlu bile benzer söylemlere destek vermeye başladılar. “AHİM kararları derhâl uygulanacak” diyenlerin, KHK’lılardan öteye gidip Gezi ve 15 Temmuz finansörlerinden kuzen Kavala’yı da kurtarma derdinde oldukları aşikâr.

Bu da demek oluyor ki, seçim zaferi için kullanılmak istenen FETÖ, olası bir iktidar değişikliğinde yeniden devletin içine sızmaya aday. Yani muhalefet, bu terör örgütü konusundaki kazanımlarımızı göz ardı etmeye hazır.

Suriye’den Libya’ya, Azerbaycan’dan Ukrayna’ya, Afganistan’dan Afrika’ya, Kuzey Irak’tan Kıbrıs’a uzanan diplomatik, siyâsî, askerî ve ekonomik başarılara karşı muhalefetin tutumunu da haftaya inceleyelim inşâallâh...