
DİYORLAR ki, “Her seçimden
önce, seçim sonrası Türkiye’nin uçacağını vaat edenler, bunu neden seçimden
önceki iktidar dönemlerinde beceremiyorlar?”.
Özgür
Özel’in traktör itirafı gibi “çarpıcı”
olsun diye söylenmiş bir söz olmadı hiçbir zaman bu “Uçacağız” vaadi. Erdoğan’ın
2013’ten sonra kazandığı her seçim, Türkiye’ye tuzak kuranların kendi
tuzaklarında kahrolduğu seçimlerdir. Zira kazanılan her yeni seçim, Türkiye’nin
önüne kurulmak istenen setlerin yıkıldığı, Büyük Türkiye hayâllerinin taze
tutulmasının mümkün olduğu yeni bir dönemin başlangıcıdır. Eğer dünyanın normal
döngüsü içinde bırakılmış olsak, bırakın gökyüzünde uçmayı, uzayı
fethedeceğimiz dönemler olurdu her yeni dönem.
Değişim
elbette mümkün. Ve hatta bazen elzem bir ihtiyaç. Gelişmenin önünü açacak her
değişim, toplum tarafından desteklenmeli; siyâsî iktidarın değişimi dâhil.
Ancak, “Değiştirelim” derken geri gitme, kazanılmış değerleri kaybetme lüksümüz
olamaz.
AK Parti iktidarı
da bir gün değişecek, değişmeli elbet.
ABD,
Almanya, İngiltere ve daha birçoğu... “Gelişmiş” birçok ülke demokrasisinde
siyâsî değişimlere şahit oluyoruz. Aşırı sağın, “Hıristiyan” temalı partilerin,
sosyalistlerin, liberallerin, yeşillerin aynı anda ya da birbirlerinin peşi sıra
iktidara geldiği ülkeler var Batı’da. Hiçbirinde seçim öncesi bir bekâ
sorunundan, seçim sonrası bir teslimiyetten bahsedilmiyor. Gelen her yeni
hükûmet, ancak sosyal politikaları ile kısmî değişimlere imza atabiliyor. Çok
nadiren dış politikalarda yaşanan değişikliklerin sebebi de genellikle dünya
konjonktürüne bağlı olarak gelişiyor. Böyle olunca da ülkelerin seçim
sandıkları kendi vatandaşlarının özgür iradelerine bırakılabiliyor. Zira hiçbir
Batı ülkesinin gelişimi bir başka ülkeyi rahatsız etmiyor. Macaristan gibi sıra
dışı örneklerde de tarihin Batı’ya yerleştirdiği Sovyet korkusundan başka bir
derdi yok kimsenin; amaç, Rusya’nın nüfuz alanının genişlemesinin önüne geçmek.
Bizde
ise durum maalesef bu kadar basit değil. Türkiye hem Rusya’nın dümen suyuna
girmesin, hem de Orta Doğu’da kendi sözünün sahibi olmasın isteniyor. Askerî
açıdan güçlü olsun, güçlü kalsın ama bu güç sadece Batı’nın siyâsî ihtirasları
için kullanılsın isteniyor. Ekonomik açıdan Batı’ya bağımlılık devam etsin, böylelikle
bölge ülkeleri üzerindeki tarihî nüfuzu yeniden tesis edilemesin diye
uğraşılıyor. Yani istiyorlar ki, Türkiye, kendi kendini yöneten bir ülke değil,
Batı’nın Orta Doğu’daki bölge bayii olsun.
Aslında
korktukları, Osmanlı’nın geri dönmesi. Millet olarak, içimizde bu potansiyelin
olduğunu biliyorlar. Bunun bir de iktidar politikası hâline gelmesini
kabullenemiyorlar. Zira her geçen gün, yükselişi engellenemeyen bir Türkiye
geliyor!
Şimdi
bütün bunlar muhtemel bir iktidar değişiminde yok olacak kazanımlar mı ki her
seçimi bekâ meselesi olarak görüyoruz? Bu sorunun cevabını verebilmek için, bu
güce erişmeyi neye borçluyuz ve yapılanlara muhalefetin tepkisi ne olmuş, ona bakmak
lâzım.
Defalarca
yazdım; ABD’nin dahli olmadan Türkiye’de iktidar olmak imkânsız gibi. Bugün
İmamoğlu’nun ABD Büyükelçisi ile sıkı fıkı olmasının sebebi de insanî ya da
bürokratik değil, tamamen siyâsî zaten. 2002 öncesi ABD ziyaretlerini
düşünürsek, Erdoğan’ın da aynı yoldan geçtiği gerçeğini görebiliriz. Ama
Erdoğan ile İmamoğlu arasındaki protokol farkını da göz ardı etmemekte fayda
var. Gerçi Ethem Sancak olayında gördük ki, bu meselenin gündeme gelmesi AK
Parti’de pek de hoş karşılanmıyor. Neyse ki bizim pozisyonumuz bunları yazmaya
engel değil.
Evet,
ABD’siz iktidara gelmek ne kadar zorsa, onların dümen suyundan çıkınca
iktidarda kalmak da bir o kadar zor. Son on senedir yaşananların yegâne sebebi
de bu değil mi zaten? Peki, siyâsî fikirlerden arındırılmış bir soru sorsak ve
desek ki vatandaşa, “Millî menfaat üzerine kurulu bir siyâsî iktidar mı görmek
istersiniz ülkede, yoksa Batı ile iyi geçinmek adına onların politikalarını
gözeten bir iktidar mı?”. Eminim ki, HDP seçmeni dâhil, yüzde yüz oranında ilk
seçenek tercih edilecektir. O hâlde vatandaş olarak görevimiz de bu tercihe
uygun seçim yapmak olmalı. Ama iş dönüp dolaşıp siyâsî parti isimlerine takıldığı
için geleneksel oy verme şekillerinden kurtulamıyoruz bir türlü.
2000’li
yılların başı...
ABD,
Orta Doğu’da kendi güdümünde bir lider ülke arıyordu. Nüfusunun çoğu Müslüman
olan lâik Türkiye bu iş için biçilmiş kaftandı. Ancak İslâm, bölge ülkelerine
de örnek olacak şekilde yeniden dizayn edilmeli ve bu bir başarı öyküsü olarak
sunulmalıydı. Yani lâiklik ve demokrasi bütün İslâm coğrafyasının canını çektirmeliydi.
Kırk yıldır üzerinde çalışılan Fetullah, ılımlı İslâm sancağını eline aldı, AK
Parti’yi iktidara taşıyacak kadroların içine daldı. Devletin kılcallarına kadar
sızmış olan bu yapının partiyi şahlandırması çok da zor olmadı. Deniz Baykal’ın
Erdoğan’ın siyâsî yasağını kaldırma çabaları bile aynı kadroların işiydi belki
de. Ancak Erdoğan’ın, ipleri başkasının elinde olan bir kukla gibi hareket
etmeye niyeti yoktu.
Evet,
iktidara gelmek için her imkânı kullanmıştı ama iktidar, onun için amaç değil,
devletini yükseltmek adına ihtiyaç duyduğu bir araçtı. Sonuçta, iktidar gücünü
yeteri kadar kullanmaya başladığında, cemaat kisveli bu terör örgütü
kamburundan da kurtulmaya gelmişti sıra. Batı’nın Türkiye ve Erdoğan’a karşı
cephe almaya başlaması da bu FETÖ-Erdoğan kavgasıyla eş zamanlı.
O
zamana kadar cemaati bir türlü içine sindiremeyen muhalefetin bir anda cemaatçi
kesilmesi de aynı döneme rast geliyor. Yani muhalefet, devlet için bekâ sorunu
olan bu kamburu, sadece AK Parti’yi yok edebilmek için sahiplendi zamanında.
Bugün hâlâ KHK’lılar üzerinden yürütülen propagandaların hangi siyâsî partiler
tarafından sahiplenildiğine bakarsanız, tezimizin doğruluğunu test
edebilirsiniz. CHP, neredeyse tüm FETÖ’cülere af vaat ederken, altılı masanın
tüm bileşenleri gibi zamanın Başbakanı Davutoğlu bile benzer söylemlere destek
vermeye başladılar. “AHİM kararları derhâl uygulanacak” diyenlerin, KHK’lılardan
öteye gidip Gezi ve 15 Temmuz finansörlerinden kuzen Kavala’yı da kurtarma
derdinde oldukları aşikâr.
Bu
da demek oluyor ki, seçim zaferi için kullanılmak istenen FETÖ, olası bir
iktidar değişikliğinde yeniden devletin içine sızmaya aday. Yani muhalefet, bu
terör örgütü konusundaki kazanımlarımızı göz ardı etmeye hazır.
Suriye’den Libya’ya, Azerbaycan’dan Ukrayna’ya, Afganistan’dan Afrika’ya, Kuzey Irak’tan Kıbrıs’a uzanan diplomatik, siyâsî, askerî ve ekonomik başarılara karşı muhalefetin tutumunu da haftaya inceleyelim inşâallâh...