Erdoğan’ın en görünmeyen icraatı

15 Temmuz’un 252 şehidinden o gencecik 19 şehit de “Kazandıklarımı size yedirmem!” diyerek atılanlardandı. Çünkü vatanlarını seviyor, kazanılanları görüyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan’ı ise, o söyledikleri gibi “diktatör” olarak değil, “gerçek lider” olarak kabul ediyorlardı. Onun bir sözüyle meydanlara inmiş, can vermekten sakınmamışlardı. “Can taşıma liyakatini canların canı uğrunda can vermeye minnet sayan gençlik”, 15 Temmuz’da liderlerine adeta, “Sen iste yeter ki!” demişti.

ABDULLAH Tayyip Olçok, 1999.

Batuhan Ergin, 1995.

Engin Tilbaç, 1999.

Erhan Dündar, 1994.

Fatih Kalu, 1994.

Halil İbrahim Yıldırım, 2000.

Mahir Ayabak, 1998.

Muhammed Yalçın, 1994.

Mustafa Avcu, 1994.

Mustafa Direkli, 1995.

Mutlu Can Kılıç, 1997.

Ömer Can Açıkgöz, 1994.

Ömer Takdemir, 1995.

Özgür Mustafa Karasakal, 1999.

Rüstem Resul Perçin, 1997.

Samet Cantürk, 1995.

Uhud Kadir Işık, 1998.

Ümit Yolcu, 1996.

Yasin Naci Ağaroğlu, 1994.

İsmini andığım 19 kişinin 9’u, 19 yaşını doldurmamıştı. 10’u ise, 20 yaşını ancak bitirmişti…

15 Temmuz’un 252 şehidinden sadece 19’unun ismini yâd ederek başlamak istedim. En yaşlısı 1994 doğumlu bu 19 gence daha nicesini ekleyebilirdim ama bir eşik belirlemek zorundaydım bu dosya için. Nitekim Gölbaşı’ndaki Özel Harekât Merkezi’nde 1990’lı, 1991’li, 1992’li şehitler vermiştik 15 Temmuz 2016 gecesinde.

Türkiye’nin halk anlamında bir askerî darbeye ilk kez cevap verdiği o geceye dair anlatılacak çok şey var. O günün muhalefeti, 15 Temmuz işgalci darbe girişiminin akamete uğradığı ilk anlardan itibaren o anlatılacakları bir kenara bırakmamızı ve 15 Temmuz’un siyasete karıştırılmamasını istedi. Peki, siyâsî bir hâdise siyasete karıştırılmamalı mıydı gerçekten? Zaten ister istemez karıştırıldığını görünce, önce “kontrollü darbe”, sonra da “tiyatro” dediler. Ve bu sözde tiyatroyu, sözde gerçekleri gören gençlerin yutmayacağını söylediler.

Bu söylemi öyle çok dile getirdiler ki, Türkiye’nin sahip olduğu genç nüfusun hepsinin kendi hitap alanları içinde olduğunu varsaydılar hep. Algıyı da bu şekilde servis ettiler. Bu fakir de bu anlayışı yıkmak üzere çeşitli söylemler geliştirmek adına TEKNOFEST ve Cumhur İttifakı belediyelerinin açtıklarının yanı sıra millî hafızaya sahip şekilde üretim yapan sanat atölyelerinin varlıklarına dikkat çekerek birkaç dosya hazırlamıştı. Bu dosyalardan maksat, “Z kuşağı sizin olsun, bizim TEKNOFEST kuşağımız var” şeklinde anlaşıldı kimi yerlerde. Bense aksine, Z kuşağının sadece bir neslin adı olduğunu, tanımının “İslâmî ve geleneksel millî değerlere aykırı olanlar kulübü” şeklinde yapılamayacağını, Türkiye’de Z kuşağını oluşturan vatandaşların TEKNOFEST, millî sanat atölyeleri ve insanî faaliyetlerde de yerini aldığını, TEKNOFEST dışındaki alanların da unutulmaması ve Z kuşağını bütünüyle muhatap almak gerektiğini savunmuştum.

Kaldı ki, “Z kuşağı sizin olsun, bizim TEKNOFEST kuşağımız var” söylemi, karşı tarafta öfkeli bir patlamaya sebep oldu. Türkiye’de kültür ve sanat organizasyonlarını elinde tutan karşı cephe, TRT’den tutun da Devlet Tiyatroları’nda yer alan kimi sanatçılara varana kadar “Recep Tayyip Erdoğan” nefretinin bir Türkiye nefreti şeklinde yansıtılmasını sağladı. Bizse tam da o esnada, millî sanat atölyelerinin nasıl desteklenmesi gerektiğini yeniden hatırlattık.

Bu babda karşı cephe, gençliğin Recep Tayyip Erdoğan’ı lider olarak kabul etmediğini, Erdoğan’dan “kurtulmak gereken diktatör” şeklinde bahsettiğini dile getirdi. Bizse bu son dosyamızla 15 Temmuz 2016 gecesine gidecek ve başa isimlerini taşıyarak dosyamızı şereflendiren şehitlerin niteliklerinden yola çıkacağız…


Türkiye’de Z kuşağını nasıl tanımalı?    

Bir cephe tarafından, Türkiye’de gençliğin özgürlük, serbestlik, hürriyet ve fikir edinme/fikir beyanı temelindeki hayat şartlarının kısıtlandığı varsayılıyor. Aslında bu, gençlerin gençlik hislerinin istismar edilerek bir propaganda aracı gibi kullanılmasından başka bir şey değil. Zaten bir konuyu, nesneyi, kişiyi ya da toplumu istismar eden biri, aslında istismar ettiği konuya, nesneye, kişiye veya topluma zarar vermek istiyordur. Zira istismar, olumsuz sonuçlar doğurması için düzenlenen plânlı bir eylemdir.

Gençleri gençlik plânında istismar edenlerin kullandıkları “hürriyet” arzusu, sırf “arzu” kelimesi üzerinden dahi algılanacağı üzere bir aparattır. Ve bu aparatın temsil edildiği alanlarda, istismar edileni yani gençliği baskıdan kurtaracak enstrümanlar yer alır. Bunlar uyuşturucu, alkol ve şehvet gibi aygıtlardır ve hürriyetin istismarcısı tarafından gençlik zemininde birer “kutsal” olarak algılatılır, böyle kabul ettirilir. Türkiye’de gençleri hürriyet arzularıyla kendi kafeslerine alanların uyuşturucu, alkol ve şehvet zemininde oluşturdukları korsan sistem, Türkiye toplumunun çoğunluğunun hazzetmediği bir gerçektir. Çünkü bu korsan sistem, toplum içinde toplum dizayn etme isteğindedir.

İktidar mâkâmında olması bakımından AK Parti’nin kendisini eleştirmesi gibi AK Parti’yi destekleyenlerin de kendi kendilerini eleştirdiği bu konu üzerinde düşününce fark ettim ki, “Bu gençlik nereye gidiyor?” derken, AK Parti iktidarının kendisi, Cumhur İttifakı’nın diğer bileşenleri olarak MHP ve BBP, hatta Millet İttifakı’nda yer alıp millî değer derdi olan siyâsî partilerin tabanları, kendilerini sevmeyenlerin de çocuklarının derdine düşerek, “Gayret etseydik böyle olmazdı” psikozunu yaşıyorlar. Peki, gerçek böyle mi?


AK Parti Gençlik Kolları’ndan başlayarak AK Parti iktidarını destekleyenlerin, Ülkü Ocaklarının, Alperen Ocaklarının, MTTB’nin, TÜRGEV’in, TÜGVA’nın ve bilumum hareketlerin genç yaştaki evlâtları, muazzam faaliyetlerle çok özel eylemlere imza atıyorlar. Meydanın birine çıkıp avazları çıktıkları kadar bağırmıyorlar ancak onların sessiz sedasız yaptıkları muhteşem işler var. Afrika’da, Balkanlarda, Hint yarımadasında ve Hicaz’da insanî yardım faaliyetlerinden kültür birliklerine, ticarî aktivitelerden sportif projelere, en çok bilim ve teknoloji alanındaki eylem zenginliğiyle bu gençler, bizim tarafta “Ne olacak bu gençliğin hâli?” sorusuna sadece “Çok daha güzel olacak” şeklinde cevap veriyorlar.

İktidarın en çok eleştirildiği gençlik boyutunda proje geliştirerek Kafkaslardan Balkanlara, Afrika’dan Hint yarımadasına insanların ihtiyaçları için koşturan “gerçek” gençler mi mühim, yoksa ajansların bot ve satın alınmış hesaplarla “Bu ülkede yaşayamıyorum” yalanına teşne olan “sahte” gençler mi?

Türkiye’de yetişmekle gurur duyduğunu her fırsatta arz eden, Türk ve Müslüman olmakla övünen, hatta en son Azerbaycan’da düzenlenen TEKNOFEST’te de gençlerle buluşarak onlara hitaben, “Ülkenizde kalın, ülkenize geri dönün, benim yaptığımı yapmayın” diyen iftihar kaynaklarımızdan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın nasıl bir samimiyetle Türk gençliğine sarılırcasına Selçuk Bayraktar’a sarıldığını görüyoruz, değil mi?

Ana akım ile sosyal medyada fütursuz (yani gelecekten nasipsiz) olduğu düşünülen tek tip bir üniforma genç anlayışı var. Fakat bizim gençlerimiz bu üniformayı giymeye razı olmadıkları gibi, biricik dinlerinin ve tertemiz kültürlerinin ışığında bilimden, kültürden ve sanattan faydalanan ve insanlığa en güzel hizmetleri sunmaya odaklanan bir zihniyeti taşıyorlar. Örneğin 5 milyon genci ağırlayan TEKNOFEST, kimin marifeti, hangi gençlerin işi? TEKNOFEST’e katılan gençler, bilimin ruhunu hissederek, milletimize, ümmete ve bütün insanlığa sağlıklı faydalar sağlamanın hayâliyle “üretiyorlar”!

Gezi Kalkışması’nda yaklaşık otuz bini İstanbul, en fazla bir on bini de Ankara’da sokakları dolduran ve elinden gelen şey sadece ekmeğini yedikleri bu ülkenin insanlarına, esnafının dükkânlarına, bu memleketin insanlarının vergileriyle alınan halk otobüslerine taşlar atıp yakmak olan, banka şubelerini ve ATM’leri yağmalamaya kalkışmak ve elbette polisle çatışmak olan gençlerle TEKNOFEST’i dolduran gençler hem sayıca, hem kültürel çap bakımından, hem de bilime ve insanlığa hizmet açısından asla bir olabilir mi? Sınır tanımaksızın canları ve imkânları yettiğince başka ülkelere gidip su kuyusu açan gençler ile yine başka ülkelere giden fakat oralarda Türkiye’yi kötülemeyi öğrenen gençler bir olabilir mi?

Birileri gençlerin sadece kendileri gibi düşündüklerini imaj plânında halka gösteriyor ve bu nedenle halkta, gençlerin sadece çalışmadan zengin olmanın derdiyle yaşadıkları inancı yerleşiyor.

Z kuşağında bulunan her genç, karşı cephenin tanımladığı gibi değil. Z kuşağının gençleri kendi tercihlerini yapıyorlar. Kimi bir tarafı, kimi başka bir tarafı, kimileri başka başka tarafları kendilerine yön ediniyorlar. Ama özellikle bir taraf, o tercihi canından dahi geçerek gösteriyor: 15 Temmuz’un şehitleri gibi…

Ankara ve İstanbul’un kritik noktalarının yanı sıra büyük küçük ayırt etmeksizin 81 ilde şehir meydanları doldu, garnizonların önleri kesildi. O gece milyonlarca genç de sokaktaydı. Ve onlardan 19’u şehadetle tanıştı.

15 Temmuz’un genç şehitlerinin hikâyelerine dalmak

Ana haber bültenlerinde, herhangi bir nedenle ölmüş kimseler için hikâye tipi haber metinleri seslendirilir. Bu, haber seyircisinin habere konu kimseyle empati kurmasını sağlar.

15 Temmuz 2016 gecesi, kimi vatandaşlar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısından da evvel sokaklara çıkarken, daha fazlası Sayın Erdoğan’ın çağrısıyla canını dışarı attı. Ankara ve İstanbul’un kritik noktalarının yanı sıra büyük küçük ayırt etmeksizin 81 ilde şehir meydanları doldu, garnizonların önleri kesildi. O gece milyonlarca genç de sokaktaydı. Ve onlardan 19’u şehadetle tanıştı.

O on dokuz gencin hikâyeleri hiçbir yerde yayınlanmadı. Hayâlleri konuşulmadı, umutları yazılmadı. İsimleri sokaklara, caddelere, parklara veya okullara verildi ama ne hatıraları konuşuldu, ne de rüyaları…

15 Temmuz şehitlerinin pek çoğu için böyle bir konu ele alınmadı ama o 1997, 1998, 1999 doğumlu çocukların hangi dertle sokağa indikleri de konuşulmadı, “tartışılmadı”.

Neden “tartışılmadı” diye vurgu yaptığımı şöyle anlatayım: Meselâ Şehit Mustafa Cambaz Ağabey, hayatı boyunca “Ben şehit olacağım” demiş biriydi. Ankara Yenimahalle Şentepe’den mahalle komşumuz Şehit Volkan Canöz, 15 Temmuz’dan yaklaşık bir ay evvel, güler bir yüzle, rüyasında şehit olduğunu ve mezarının iki kez yer değiştirdiğini gördüğünü ailesine anlatmıştı. İki hâdise de gerçeğe dönüşmüştü.

Şehadet, sadece bir kadere koşmak değil, bir lütuf, bir ikram. Hatta bu yüzden kavuşacak kişiye belki söyletilen de bir ikram… 15 Temmuz 2016 gecesi sokaklardaydık ve kundakta bebekleriyle gelen insanlar vardı. Yaş veya cinsiyet gözetmiyordu elbette caniler. Yani o bebekler de katledilebilirdi. Hamdolsun, böyle bir şey olmadı. Ancak o geceden hepimize bir hikâye kaldı. O gece kundağa sarılı meydana inen bebek, bugün 6 yaşında. Ve o gecenin hatırasıyla büyüyüp yetişecek, o gecenin hikâyesini hep kalbinden ve zihninden okuyup tekrar edecek. Peki, o gece kundağa sarılıp meydana getirilen bebekler, nasıl bir hikâye ile oraya getirildiklerini bilecekler?


Sayın Erdoğan’ın en görünmeyen, fakat en önemli icraatı, bu millete muhteşem bir özgüven kazandırmak oldu. 

Erdoğan’ın en görünmeyen icraatı: Özgüven kazandırmak

Daha evvel de bu detay sahneden bahsetmiştim ama hiçbir şeyin tesadüf olmadığını dile getirmek için yine tekrarlayacağım: Recep Tayyip Erdoğan ilk kez milletvekili olup da Başbakanlığı devraldıktan sonra bir dizi brifing toplantısına katılıyor. Bunlardan birinde Sayın Erdoğan’ı küçük düşürmek üzere birtakım ifadeler kullanan asker bozuntuları, Sayın Erdoğan’ın “Kesin ulan!” şeklindeki çıkışı ile şoka uğruyorlar. Bu duruma şahit olan millî askerler ve vatanperver diğer memurlar, Sayın Erdoğan’a o an zarar verileceği düşüncesiyle çok korkuyorlar ama Erdoğan’a hayran kalarak bu durumu derhâl çevrelerine anlatarak nasıl bir dönemin yaşandığına dair o kareyi kaydediyorlar.

Recep Tayyip Erdoğan, daha sonraki süreçte tam bağımsızlık adımları, yurtdışında devlet itibarı, yollar, köprüler, hastaneler, üniversiteler, altyapı hizmetleri, KİT’lerin kurtarılması, eğitim alanları, okullar, sosyal hizmetler, ekonominin düzeltilmesi, denizin altından dahi yollar açılması, dış borçların azaltılması, teröre karşı mücadelede başarı ve tâ Ayasofya’nın cami kimliğine kavuşturulması başlıklarına değin binlerce güzelliği halkla buluşturdu. Ancak Sayın Erdoğan’ın en görünmeyen, fakat en önemli icraatı, bu millete muhteşem bir özgüven kazandırmak oldu. Millet, 15 Temmuz 2016 gecesi, “Kazandıklarımı size yedirmem!” diyerek, gaspçı köpeklerin üzerine atladı ve bu vatanı üç buçuk soysuza teslim etmeyeceğini gösterdi. Hem öyle bir görüldü ki bu tavır, bütün dünya o duruşa hayran kaldı.

15 Temmuz’un 252 şehidinden o gencecik 19 şehit de “Kazandıklarımı size yedirmem!” diyerek atılanlardandı. Çünkü vatanlarını seviyor, kazanılanları görüyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan’ı ise, o söyledikleri gibi “diktatör” olarak değil, “gerçek lider” olarak kabul ediyorlardı. Onun bir sözüyle meydanlara inmiş, can vermekten sakınmamışlardı. “Can taşıma liyakatini canların canı uğrunda vermeye cana minnet sayan gençlik”, 15 Temmuz’da liderlerine adeta, “Sen iste yeter ki!” demişti.

Zira Türkiye’nin Z kuşağı da özgüvenini Sayın Erdoğan’ın siyaseti sayesinde kazanmıştı!

19 güzelin ardından, bugün 6 yaşında olup da 10 yıl sonra 16 yaşına gelerek Türkiye Cumhuriyeti’nin 110’uncu yılında kendi tercihini yapacak olan 15 Temmuz’un kundaklı bebeleri, ailelerinden aldıkları vatan sevgisiyle, o geceki kundağın kokusunu daima zihinlerinde ve kalplerinde hissedecekler.