
GERÇEK miyim, hayâl mi?
Doğaçlama mı yaşadığım bu şey, yoksa kurgu mu? Tanılar havada uçuşuyor, her
tanı bir tokat gibi yüzüme vuruyordu. Ansızın ruhuma çöken karabulutların
etkisiyle gözlerimden boşalan sağanak yağışlar, içimde harlanan bu ateşi söndüremiyordu.
Daha
dün gibi hatırlıyorum iki iken dört oluşumuzun haberini alınca kanatlanışımızı,
her gün yenisini eklediğim hayâllerimi…
Yaşadığımız
her an çok kıymetli idi, bütün anne baba adayları gibi biz de tüm pesimist
düşüncelerden uzak, büyük bir heyecan ve sevinçle ikizlerimizi bekliyorduk. Hem
ilk, hem de ikiz olmaları, şaşkınlık ve mutluluk içeren tüm duyguları iki kat
yaşatıyordu bize. Simay ve Miray isminde özümüze konan bir çift kuş, sözümüze değeni
şiir, gözümüze değeni düş eyliyordu.
Hani
insan rüyasında bir yol yürür, uzaktaki ışığı görür ve ona doğru hızlanır ya, işte
tam o ışığa yaklaşmıştık ki bir anda önümüze kara, kapkara bir duvar örüldü!
Işığa kavuşamamamdaki hayâl kırıklığı, insanın içini, yüreğini közle dağlayan o
derin acı, bizi güzel görünen fakat kâbusla biten bir rüyadan uyandırdı: Vaktinden
önce dünyaya gözlerini açan ikizlerimden biri beyin kanaması geçirdi.
Hiç
unutmam doktorun bir kâğıda “Periventriküler lökomalazi” yazıp eşime uzatışını,
“Al, internete yaz, bütün sorularının yanıtını bulursun” deyişini. Ben o tıbbî
terimi telâffuz etmek için dakikalarca tekrarlamıştım; o kadar yabancıydık ki,
ismini dahi söyleyemediğim bir tanı konulmuştu ikizlerimden birine.
Beyin
duvarlarımıza çarparak yankılanan, sara nöbetine tutulmuş zamanlı zamansız “Neden
bu bizim başımıza geldi, bunu hak edecek ne yaptık?” soruları zihnimizi
kemiriyor, bu durum bir kusurmuş gibi infial rüzgarları esiyordu ruhumuzda.
Ne
zaman ki yıkan, kıran, parçalayan isyan fırtınasını dindirdik, yeterince üzülüp
sindirdik, kabul sakinliğe evrildi ve sakinlik kabule destek verdi. Önümüzde
uzun ve çetrefilli bir yol var hissediyordum; belki akıntıya kürek çekecek,
belki de imtihanların en güzeliyle mücadele edip zafere çıkacaktık.
Miray’ın
akranlarının yaptıklarını gördükçe, (belki de onun hiçbir zaman
yapamayacaklarını) derin bir hüzün çöküyordu yüreğimize, onun bize gönderilen
bir armağan, bizim ise ona çok iyi bakabileceğimizi düşünen Yaratan’ın emaneti
olduğu düşüncesi ile yüreğimize çöken hüznü, zihnimizde oluşan kara bulutları tasfiye
ediyor, yüzme bilmeden girdiğimiz bu denizde her çırpındığımızda birbirimizin
yüreğinden tutup gökyüzü ile yüzleşiyorduk.
Miray’ımız,
kutsal emanetimiz, onun gülüşü düşten öte bir şeydi bizim için. Dünya başka bir
cennet oluyordu o gülümseyince, onun bir bakışı, bir meyl-i ibtisamı için
emeklemeden koşmayı öğrendik. Zorlu tedavi süreçleri, maddî ve manevî çabalar ne
yük, ne de elzem oldu bize; onun için yeşerttiğimiz filizler meyveye durmadan kırıldığında
dahi ümitlenecek, yeniden yeşerecek bir dal arayışında bulduk kendimizi.
Miray’ımızın
özel birey oluşu onun sevmesine, sevilmesine, gülümsemesine, hayâl kurmasına
asla engel olamazdı. Bunu anlaması, hissetmesi, kuşlar gibi özgür ve engelsiz
olduğu bir dünya hayâl etmesi, hayata bağlanması için “engel” kelimesinin bile
bize fazlalık geldiği şu kozmik alanda çok çabaladık, çabalıyoruz. İnanıyorum ki, yavrumuz ileride kendisi gibi engelli
bireylere ve özellikle sağlıklı insanlara çok şeyler katacak.
Bizim gibi özel durumu olan aileler, çay kaşığı ile kazıyor toprağı. Sırf oraya dünyanın en güzel çiçeğini ekebilmek için… Elimizden geldiğince, ömrümüz yettiğince bu çiçeklerin solmasına izin vermeyeceğiz! İnşallah insanoğlu da vermez.