MASİYET; türlü oyunlarla
zihnimizi ve gönlümüzü kerahetin süslü boyaları ile boyuyor. Rahlesi olmayan,
duvak nedir bilmeyen ve ru’yetten bîhaber olanları Afrodit diye nazarlarımıza
sunuyor. Suizannının mağruru olanlara nispeten hüsnüzannının mağlûbu olanları
ise nazarlardan uzak tutuyor.
Gençlerimiz,
masivanın serapları içerisinde Olimpos’un Heralarının ve Adonislerinin peşine
düştüğünden atinin İsmaillerine aguşunu kundak yapacak çölce susuz kalmış zamanın
Hacerlerini ve en çaresiz anlarında bile “Hasbüyallahu ve ni’mel Vekîl” diyen
çağın İbrahimlerini göremiyor. Ramses kılığında yolu yarılamış olanlarımız;
şükretmek için soluklanmaktan başka bir sebep aramayan günümüzün Asiyelerini,
şükrünü şekvasından üstün tutan asrımızın Rahimelerini ve onlarca dert ve
sıkıntıya rağmen “of” bile demeyen çağımızın Eyyublarını horladıkça horluyor. Hayatının
son deminde olanlarımız ise geçmişe dönüp heyhat deyip gözyaşı dökmekten aciz.
Güdülerimiz,
çoğu zaman mantığımızı felç ediyor. Bazen de mantığımızın dar kalıpları, öteye
açılan hissiyatımıza ait pencereleri kapıyor. Soluklarımızda semavî havadan
izler yok. Üzerinde Nur ve Ahzab’ın esintilerini barındıranlar bile Afrodit’e
benzeme derdinde. En heybetlilerimizde bile düşünceler gevezeleştiğinden
hakikati kesip biçenlere karşı Zülfikârlaşamıyoruz.
Çoğumuz
kendi kendine râm olmuş bir şekilde Kaf ve Nun yani “Kün” emrinin Sahibine
direniyor. Kün emrinin Sahibine Hazreti İsmail gibi tereddütsüz teslim
olamıyoruz. Başkalarına “Efendi ol” diyenler, kendi kendine Yûsuflaşamıyor, kendi
kendinin efendisi olamıyor. Nasihat edenlerimizin çoğunun, hânende gibi sadece
sesi güzel, ama ameli kirli.
Kimimiz
daha dünyayı yeni tanıyor, kimimiz çeyrek asırdır yolda. Kimimiz yolu
yarılamış, kimimiz ömrünün son çeyreğinde, kimimiz ise hayatının son deminde.
Ama bîhaberiz hepimiz ölüme. Bir o kadar da yakın. Ölümden bîhaber olduğumuz
için ofsayta düştüğümüzün farkında bile değiliz.
Zaaflarımız
ve arzularımızın mühendisliğinde inşâ ettiğimiz hayatlar yüzünden gönül
dünyamızda Rahmân’a yakın olma sevdası sersefil kalmış durumda.
Çoğumuz
hayatın ne olduğunu, neden hayatta olduğunu dahi bilmiyor! Bilenler de sanki
bildiğini unutmanın peşinde…
Hayat,
doğum ve ölüm arasında yapıp ettiklerimizle anlamlandırmaya çalıştığımız, öteye
nispetle kısa, kendine nispetle uzun bir yolculuktur.
Menderesler
çizerek yürüdüğümüz bu yolculukta hayatı anlamlandırabileceğimiz belli
duraklar, belli nirengi noktaları ve belli dönemler var. Günün beş vakti, gündüzlerin
gecesi, gecelerin Kadir’i, Regaib’i, haftanın Cuma’sı gibi. Ayların üçü, üç
ayların Ramazan’ı gibi…
Bu
anlar, bu zamanlar; kerahetten temizlenme, masiyetten silkinme, enenin
esaretinden kurtulma ve Rahmân’a yakın olma sevdası için yeni bir kapı, yeni
bir pencere aralama zamanı ve fırsatıdır.
Geçtiğimiz
hafta sonu bu zamanlardan biri olan üç aylara girdik. Önümüzdeki Perşembe’yi Cuma’ya
bağlayan gece ise Regaib Gecesini idrak edeceğiz. Kadim düşüncemizin “rahmet zamanları”
dediği bu zamanlarda, ilk önce yürüdüğümüz istikametin bizi doğru yola götürmediğine
bakmalıyız.
Eneden
yola çıkarak Esmâyı tanıma olgunluğuna ulaşabilmiş miyiz, duygularımız inkişaf
etmiş mi? Ruhî melekelerimiz perdeyi aralayabilecek kadar kemâle ermiş mi? Bu
sorulara samimiyetle cevap aramalıyız. Niyetlerimizin sıhhatini kontrol etmeli,
bugüne kadar doldurduğumuz dağarcığımızı yere serip içindekileri ölçekten
geçirmeliyiz.
Eğer
dağarcığımızda bizi Firdevs’e ulaştıracak ve bize muştular oluşturacak azıklar
biriktirebilmişsek, aynı istikamette ilerlemek için gayretimizi yenilemeliyiz.
Yok, eğer pusulamız bizi haktan ve hikmetten alıkoymuş ise, dümenimizi tersi
istikamete kırmalıyız. Hiç olmazsa bunlarla dertlenebilmeliyiz…
Hakkıyla
idrak edebilmek temennisi ve hayatımızı anlamlandırması dileğiyle…
Üç
aylarınız ve Regaib Geceniz mübarek olsun!