
HİÇ öyle sayılara, sayı sıfatlarına ve kalabalıkların kapladığı alanın metrekaresine bakmayın, kâinatın en ıssızı insandır.
Bu ıssızlıktan kastım, el yordamıyla veya dil vasıtasıyla kalplerin ve zihinlerin biçim verilemez oluşu. Gerçi buna benzer mânâları deneme kitabımda kaleme almıştım fakat şimdilerde daha mütecanis anlatılarla bu ıssızlığı ifşa etmek muradındayım.
Ağaçlardan yola çıkalım evvelâ. Onlardan birkaçı bir araya geldiğinde bahçe, gruplaştıklarında koru, farklı gruplarla genişçe zeminlerde egemenlik kurduklarında orman oluyorlar. Sayıları arttıkça birliğin gücü, verim ve nitelik de artış gösteriyor.
Şimdi hemen ağaçlardan ayrılıp ağaçların dallarına meftun olan kuşlarla devam edebiliriz. Onlar birlikte uçuyor, şehir kuytularında birlikte yuva yapıyor ve birlikte yemleniyorlar. Kalabalıklaştıkça dış tehditlere mukavemetleri artıyor. Evet, korkuları da birbirini tetikliyor. Biri ürkünce diğerleri de ürküyor gerçek bir tehdit olup olmadığını sorgulamadan.
Papatyalar bile birbirinin etki alanında. Güneşi ve nemi bulduklarında baharı coşkun bir varoluşla süslerler. Hızla çoğalırlar. Ve sayıca arttıklarında anlamları da artar.
Bütün bu birliktelik birbirine etki eden bir varoluşla olduğunda, sadece tanece bir artış değil, mahiyeti ifade eden bir yükselişi de işaret ediyor. Ama insan, ne yazık ki, içinde bulunduğu mekândaki sayıca artışa ve çevresindeki öbeklerin kalabalığına göre teşkilatlanmıyor. Buna en bariz örneklerden biri olarak, hemen yanı başınızda, sizinle aynı atmosferi ciğerlerine dolduran ve gözle görülebilir nesnelere sizinle aynı mesafeden, aynı hızla temas eden birinin kalbindeki acıya ya da sevince gerçek mânâda müşteri olamayacak olmamız gösterilebilir.
Herkes bir şekilde birine yön ve akıl verebilir, dertlerine ve kaygılarına bir raddeye kadar dokunabilir belki ama bu yine de insanın ehliyetli olduğu bir alan değildir. Bazen eğrisi doğrusuna denk düşmüş görünür de insan insana merhem ya da çare olabilir. Ama bu bir gayretin ya da denkliğin meydana getirdiği nihaî sonuç değil, Rabbin nasibidir. O nasip gelmedikçe sınırları masif duvarlarla çevrelenmiş tekdüze bir mekâna onlarca insanı doldursanız, biri, bir diğerinin iç âlemine, kökleşmiş fikirleri ve baskın duyguları yerinden oynatacak kadar etkin bir dokunuş gerçekleştiremez.
Kalbin kalbe etkisi de, lakırdıların fikirleri değiştiren, dönüştüren ve en iyi ihtimâlle düzelten, doğruya kavuşturan inikası da yalnızca İlâhî bir nasiple olabilir. O nasibin sebebi mekân birliği ile sözlerin ve tavırların birbiriyle etkileşimi gibi görünse de içyüz hiç de öyle değildir. Çünkü eğer insan insana kesin ve hakikî bir tesire muktedir olsaydı, bu her yerde ve her kalp üzerinde aynı özlükte bir değişimi temin ederdi.
Aynı söz ve ses yoluyla, farklı kalp ve zihinler üzerinde tamamen değişken tesirlerimizin bulunuşu, kalplerin ve zihinlerin yol alışındaki tesirimizin membaı olmadığımızın da kanıtı. Aynı kıymete haiz bir gayretle her insan üzerinde farklı bir rolümüz mevcut. Sabit ve ölçülebilir etkilerle yol alma kudretimiz bulunmuyor. Bu da bize gösteriyor ki, hemen yanımızda ve belki de çok doygun bir muhabbetle gönül bağlarımız olan insanların acısına temas edemediğimiz hakikati ile yine bu muhabbet bağına dâhil insanlara doğruyu ve hakkı göstermekle hizaya çekemeyeceğimiz realitesini sindirmek gerek.
Bu tumturaklı bir ıssızlıktır. Bu, matematiğin ve tüm mantık süreçlerinin zıddında devasa bir tenhalıktır. Bazen de et ve kemik yığını olarak bir alana ne kadar çok yayılmış olsak da anlamca bir araya gelemeyişimizin ispatıdır.
Bir dile, sözcüklere, duygulara ve aklî kabiliyetlere sahip olmamıza karşın her birini en mahir ellerce bir kalbe yön vermek üzere kullansak dahi Allah’ın nasibi olmaksızın ne bir sızıyı dindirebilir, ne de bir kalbi hatalı güzergâhından vazgeçirip Hak Yol üzere adım atışını tesis edebiliriz. Ama nasip devreye girdiğinde, sadece varoluşumuzla bile kâinatı temelinden oynatabiliriz. Bu nasibe gayretin ve ubudiyete yakışan bir niyetin varoluşu vesile olsa da nasip olmaksızın hiçbir hareket bir başka hareketi mümkün kılamaz.
Evet, buraya kadar bahsettiğim kısım insanın geçirgenlik ve iletkenlik seviyesinin azlığına dikkat çekişti. Var olan enerjiyi bir başkasına iletmekte ve başkasından gelen doğru ve güzel bir enerjiyi iç âlemimize transfer etmekte belli bir tenasübümüz yok. Fakat bu demek değil ki ömrü bu uğurda tüketmek yersiz. Tam tersine, bir doğruyu bir kalbe bile işleyebilmek adına ömrü anlamlandırmak son derece lüzumlu. Çünkü insan kendi kudretiyle hiçbir taşı yerinden oynatamayacak olsa da bu gayrete ömrünü vermesi evvelâ kendi nefes alışverişlerini mealen daha şerefli bir düzeye eriştirecek ve Allah’ın merhameti, hiçbir gayreti akamete uğratmayacaktır.
İnsanın ıssızlığı, sayılamayacak kadar yoğun kalabalıklar içinde dahi birbirinin acısını dindiremeyecek oluşu ve en sevdiğimiz, en kıymettar kalplere bile etkisi kesin bir doğruluğu zerk edemeyecek oluşumuzdan peydah oluyor. Fakat bu ıssızlıkta başka bir müjde gizli. Çünkü tek dost ve yardımcımız olan Allah, bize şah damarımızdan da yakın. İşte bu, bütün yalnızlıkları ve ıssızlıkları anlam düşüklüğüne mecbur bırakır. Bu, bütün kalabalıkların da üzerinde ve bütün çaresizliklerin ötesindedir. Çünkü yalnızca O, kalplerdeki karanlığı bir anda şetaretli bir aydınlığa çevirir ve yalnızca O bütün yanlış güzergâhları bir anda hak istikamete bağlayabilir.
Öyleyse insan, insana nispetle son derece ıssızdır ama Rabbiyle yakınlığını idrak ederse hiçbir yalnızlık insanı bir başına bırakamaz.
İşe bu zaviyeden baktığımızda, kalplere ve akıllara müspet anlamlarla temas etmeye harcadığımız efor da boşa gitmiyor. Her ne kadar kalplere erişmek kudretimizi aşsa da bize bizden yakın olanın kudreti, kalpleri defalarca hâlden hâle evirebilir. Elhamdülillah.