
“İSRAF” denilince aklımıza ilk olarak gıda
maddelerinin ihtiyaçtan fazla alınmasından dolayı bozulma ve bayatlaması
sebebiyle atılması gelir. Bunu, ihtiyaç olmadığı hâlde yapılan alışverişler
izler.
Konu ile ilgili
olarak Cuma vaazlarında ve hutbelerde bol bol vaaz ve nasihatte dinlemişizdir.
“Yiyiniz, içiniz ancak israf etmeyiniz!” şeklinde Kur’ân-ı Kerim’de de birkaç
kez uyarılmışızdır. İsraf ile ilgili Hazreti Peygamber’in sözleri de bol bol
söylenmiştir kulağımıza. “Akarsuda bile abdest alırken israf etmeyin” buyurmuş
Efendimiz. Amenna ve saddakna!
Bizim
çocukluğumuzda “Yerli Malı ve Tutum Haftası” diye kutlamalar yapardık. Evde
annelerimizin yapmış olduğu el emeği ürünleri okula götürür, sergilenecekleri
sergiler, yenilecekleri yer, içilecekleri içerdik. Burada tutumlu olmak ve
yerli malı kullanmak adına bir davranış kazanılması istenirdi.
Yine, zaman
israfı ve boş vaktin harcanması ile ilgili de birçok şey duyduk ve işittik. Bu
konuda da Efendimiz, “İki nimet vardır
ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş
vakit” buyurmuşlar. Bu da çok önemli elbette.
“İsraf nedir?”
sorusuna lügatler kısaca “gereksiz harcama, gereksiz tüketim, savurganlık,
tutumsuzluk” karşılığını vermekte. TDV İslâm Ansiklopedisi’nde de “israf” maddesinde
şu bilgiler verilmiş: “Sözlükte ‘hâddi aşma, hata, cehalet, gaflet’ gibi
anlamlara gelen ‘seref’ kökünden
türetilmiş olan isrâf, genel
olarak inanç, söz ve davranışta dinin, akıl veya örfün uygun gördüğü ölçülerin
dışına çıkmayı, özellikle mal veya imkânları meşrû olmayan amaçlar için saçıp
savurmayı ifade eder (Lisânü’l-ʿArab, “srf” md.). İsrafla seref arasında
ayrıma giderek birincisine ‘hâddi aşmada ifrat’, ikincisine ‘tefrit’ anlamını
verenler olmakla birlikte, genellikle her ikisi de aşırı inanç, tutum ve
davranışlar için kullanılmaktadır. İsrafçı kişiye ‘müsrif’ denir. Gazzâlî’nin
açıklamalarına göre dinin, âdetlerin ve insanlığın gerekli kıldığı yerlere
gerekli gördüğü ölçüde harcamak cömertlik, bu ölçülerin altına düşmek cimrilik,
bunların üstünde harcamada bulunmak ise israftır. (İḥyâʾ, III, 259-260)”
(Müellif: Cengiz Kallek)
Bu maddeyi
okumaya devam ettiğimizde karşımıza israf türleri gelir. Genellikle öteden beri
maddî ve manevî israf türleri anlatılagelmiştir. Ancak biz bu yazımızda “adam
israfından” bahsedeceğiz...
Ne demek “adam israfı”?
Şimdi “Bu da
nereden çıktı?” demeyin. Asrın en büyük israfı, kesinlikle adam harcamaktır!
Günümüzde maalesef insanlar birbirlerini bozuk para harcar gibi harcamaktadırlar.
Siyasetten bürokrasiye, sivil toplum kuruluşlarından cemaatlere, bir gazeteden
dergiye, yelpazenin sağından soluna, mütedeyyininden ateistine, milliyetçisinden
komünistine, muhafazakârından liberaline kadar her plâtformda bu virüsü görmek
mümkündür.
“Tüketim çağı”
diyoruz ya, işte ismiyle müsemma bir durum bu. Hoyratça harcamanın, “İhtiyaç
var mı, yok mu?” demeden harcamanın da ötesinde bir harcama şekli “adam
harcamak”. Ne kadar adam harcarsa kendisini o kadar karizmatik, o kadar lider
vasıflı gören akıl fukaraları var ki inanamazsınız! Hatta bu densizler,
kendilerini geçmişte yaşamış veya günümüzde yaşayan liderlerle de
özdeşleştirmekten geri durmazlar. Neymiş, Atatürk gibi adammış, neymiş Yavuz
gibi adammış, neymiş Erdoğan gibi adammış… Güler misin, ağlar mısın?
Peki, nedir bu
adam harcamak?
İsraf ile ilgili
olarak, “Bir şeyi faydası olmayacak şekilde sarf etmektir” diye bir tanım
yapılmıştı. Şimdi bu tanım üzerinden giderek şöyle bir tarif yapabiliriz: “Bir
konuda kendisini yetiştirmiş, donanımlı bir insandan uzman olduğu konuda
yararlanmak yerine onu atıl bir hâle getirmek, o işin başından uzaklaştırıp
yerine o işten anlamayan, becerisi olmayan birini getirmek, kendi menfaati
uğruna başka insanlara kötülük yapmak...”
Mustafa Oral şöyle tarif etmiş insan harcamayı: “İnsanı harcamak, sonsuz bir
denge üzerinde süregelen kâinat içinde, insanın bu dengenin bir tarafında yer
aldığını unutarak, onun fıtratına aykırı bir hayat tarzına onu endekslemek…
Dünya-ahiret dengesinde ağırlığını bilerek veya bilmeyerek dünya lehinde
kullanmak…”
Vefanın sadece
bir semt adı olduğu darb-ı meseli artık bir sözden öte vakıa olmuş, onun yerini
merhametsizlik, insafsızlık ve bencillik almıştır. “Sonunu düşünen kahraman olamaz”
lâfını çarpıtarak kendisi için “Hedefe ulaşmak için her yol mubahtır” anlamında
kullanan ve günlük yaşayan eyyamcılar, insanın olduğu her yerde mantar gibi türemiş
durumdalar. Bunlar kendi egolarını tatmin etmek, kendi başlarına bir şey
olamadıkları için sırtına bindikleri yol arkadaşlarını bir anda tek kullanımlık
peçete misali fırlatıp atmayı bir meziyet addetmekteler. Hatta bu davranışlarını
övünülecek hasletmiş gibi ilân etmekten geri durmayan nadanlar, “Kırk yıllık dostumu
bir kalemde silip attım” diyebilmekteler. Karşısındaki muhatap kırılmış, darılmış,
üzülmüş kimin umurunda?!
Oysa kendisiyle
kader birliği yapmış, aynı dâvâda omuz omuza mücadele ettikleri insanların
ayağına çelme takmayı, onların kuyusunu kazıp iftiralarla itibarsızlaştırıp
yerine, hatta önüne geçmek, hem de bunu dâvâ adına yapmak ne acı, değil mi?
Evet, yolunuz
sırat-ı müstakim olabilir, sizin dâvânız hak dâvâ olabilir, sizin mücadelenizin
yazılı kaynakları idealdir ama fiiliyatta o yolda yürüyenler hatalı sollama
yapıyorlarsa, durması gereken hâd ışığında durmuyorlarsa, girmemeleri gereken
yöne haldır huldur dalıyorlarsa, o zaman yolun güzel olmasının ne anlamı kalır?
Yola çıktığınız adamlar kul hakkını öz haklarıymış gibi götürüyorlarsa, bencillerse,
menfaatperestler ise, haksızlarsa, hâdsizlerse, o zaman bu yolun, bu dâvânın
doğruluk ve güzelliğinin ne kıymeti kalır? Sözü dilinden özüne inmeyen kişiler
en güzel sözleri etseler de, özleri kirliyse, dâvânın ideallerini özümseyememişlerse
o dâvâlar kaybedilmeye mahkûmdurlar. Doğru dâvâlar doğru insanlar ile hedefe
ulaşırlar.
Diyelim ki ayak
oyunlarıyla bir yerlere geldi, bitiyor mu? Hayır! Bu nobran tipler bu defa da
kendisinden daha üstün ve liyakatli olduğunu bildiği ve bu değerlerin bir gün
ortaya çıkıp kendisininse gerçek yüzünün deşifre olacağı korkusuyla bir tahammülsüzlük
girdabına düşüyorlar. Ruhlarında fırtınalar kopuyor, geceleri kâbuslar
görüyorlar, hafakanlar basıyor. Sonra geri dönüp kendi yetersizliklerinin
sebebi bu insanlarmış gibi onlardan egolarının intikamını almak için tasfiyeciliğe
girişiyorlar. Bunu yapabilmek içinse kendileri ile aynı çürük kumaştan olan
ağababalarına gidip iftira ve tezvirat dolu raporlar vererek kendilerine
kurdukları bu küçük dünya saltanatının bekâsı ve devamı için kendi yerlerinde
gözü olan gözü çıkasıcalara karşı operasyon çekmenin şart olduğuna onları da
inandırıp gerekli izni kopararak başlıyorlar önüne geleni biçmeye.
Herkes “Ne
oluyor?” derken, minareyi çalanın kılıfına uydurması gibi, “Siz onu benim kadar
bilmezsiniz! O var ya o…” diye başlayan bir sürü yalan dolan, iftira kokan
senaryolar anlatılmaya başlanıyor. Hatta bu sözlere daha sonra kendileri de
inanmaya başlıyorlar müfteriler. İtham ve iftira, adam harcamak için tıpkı
bankamatik veya POS cihazı gibi işlev görüyor. Allah’tan korkusu olamayanlar
için icat edilmiş sanki: “İtham et, ima et, iftira et! Çamur at, izi kalsın.
Sonra da dön, işlemediği, yapmadığı bir işten, söylemediği bir sözden dolayı
adamın kendini temizlemesini bekle…”
İnsan yapmadığı
bir şeyi ispatla sorumlu tutulur mu? Tutulur bu çağda. Eskilerin bir sözü vardı:
“Kavakta nar biter mi? Evet, hem de kafam gibi…” İhtiraslarının önünde her
engeli aşmak için yapamayacakları hiçbir şey, yok sayacakları hiçbir değer
olmayan bu zavallılar, amaçlarına ulaşmak için birilerine imtiyazlar ve
iltimaslar da bahşetmekten geri durmuyorlar. Bir anda aslında gidişattan
rahatsız olanların da ağzına bir parmak bal çalınarak susturuluyorlar. Onlar da
başlıyorlar bahaneler üretmeye: “Aslında biz de öyle zannediyorduk ama öyle
değilmiş. Meğer bizim bilmediğimiz neler varmış. Ah o tasfiye edilenler var ya,
aslında ne hinmişler onlar…”
Bir anda toplum
nezdinde özgül ağırlığı olan insanlar değersizleştiriliyor ve yerlerini
yetersiz, yeteneksiz, hiçbir değer üretmeyen tufeyliler dolduruveriyor. Sonra
bir duraklama, ardından gerileme ve sonunda da bir çöküş yaşanıyor. Peki,
donanımlı bir insan kolay mı yetişiyor? Peki, hak ettiği yere gelemeyen
donanımlı bir insan dünyaya bir daha mı gelecek? Peki, iş işten geçtikten sonra
“Yanlış yapmışız” sözü neyi hâllediyor? Peki, iş işten geçtikten sonra özür
dilemek, kırılan bir kalbi tamir ediyor mu, geçen yılları geri getiriyor mu? Bu
soruların hepsinin de bir cevabı var: Kocaman bir “Hayır”!
“İnsan israfı
israfların en büyüğüdür” dedik. Doğru mu? Evet! Günah mı? Evet! Ayıp mı? Evet! Gayretullaha
dokunur mu? Evet! Bu kötülüğe alet olanlar kıyamet günü hesaba çekilirler mi?
Evet! Sözün bittiği yer, işte burasıdır!
Adam harcamak
size ucuz gelebilir. Ancak toplum nezdinde harcanan her kıymet, o toplumun
yarınlarından çalınan bir değerdir ve maddî olarak telâfisi mümkün olmayan bir
fatura ödetir. Bu faturayı belki siz ödemezsiniz ama unutmayın, sizin
çocuklarınız bu faturayı misliyle öderler. İbrahim Tenekeci’nin çok güzel bir
sözü var: “Silgiler, silerken silinirler de…”
Güzel bir söz, değil mi? O zaman adam harcayan beyzadeler, bu sözü unutmayın e mi!