En büyük israf, adam harcamaktır!

Adam harcamak size ucuz gelebilir. Ancak toplum nezdinde harcanan her kıymet, o toplumun yarınlarından çalınan bir değerdir ve maddî olarak telâfisi mümkün olmayan bir fatura ödetir. Bu faturayı belki siz ödemezsiniz ama unutmayın, sizin çocuklarınız bu faturayı misliyle öderler.

“İSRAF” denilince aklımıza ilk olarak gıda maddelerinin ihtiyaçtan fazla alınmasından dolayı bozulma ve bayatlaması sebebiyle atılması gelir. Bunu, ihtiyaç olmadığı hâlde yapılan alışverişler izler.

Konu ile ilgili olarak Cuma vaazlarında ve hutbelerde bol bol vaaz ve nasihatte dinlemişizdir. “Yiyiniz, içiniz ancak israf etmeyiniz!” şeklinde Kur’ân-ı Kerim’de de birkaç kez uyarılmışızdır. İsraf ile ilgili Hazreti Peygamber’in sözleri de bol bol söylenmiştir kulağımıza. “Akarsuda bile abdest alırken israf etmeyin” buyurmuş Efendimiz. Amenna ve saddakna!

Bizim çocukluğumuzda “Yerli Malı ve Tutum Haftası” diye kutlamalar yapardık. Evde annelerimizin yapmış olduğu el emeği ürünleri okula götürür, sergilenecekleri sergiler, yenilecekleri yer, içilecekleri içerdik. Burada tutumlu olmak ve yerli malı kullanmak adına bir davranış kazanılması istenirdi.

Yine, zaman israfı ve boş vaktin harcanması ile ilgili de birçok şey duyduk ve işittik. Bu konuda da Efendimiz, “İki nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit” buyurmuşlar. Bu da çok önemli elbette.

“İsraf nedir?” sorusuna lügatler kısaca “gereksiz harcama, gereksiz tüketim, savurganlık, tutumsuzluk” karşılığını vermekte. TDV İslâm Ansiklopedisi’nde de “israf” maddesinde şu bilgiler verilmiş: “Sözlükte ‘hâddi aşma, hata, cehalet, gaflet’ gibi anlamlara gelen ‘seref’ kökünden türetilmiş olan isrâf, genel olarak inanç, söz ve davranışta dinin, akıl veya örfün uygun gördüğü ölçülerin dışına çıkmayı, özellikle mal veya imkânları meşrû olmayan amaçlar için saçıp savurmayı ifade eder (Lisânü’l-ʿArab, “srf” md.). İsrafla seref arasında ayrıma giderek birincisine ‘hâddi aşmada ifrat’, ikincisine ‘tefrit’ anlamını verenler olmakla birlikte, genellikle her ikisi de aşırı inanç, tutum ve davranışlar için kullanılmaktadır. İsrafçı kişiye ‘müsrif’ denir. Gazzâlî’nin açıklamalarına göre dinin, âdetlerin ve insanlığın gerekli kıldığı yerlere gerekli gördüğü ölçüde harcamak cömertlik, bu ölçülerin altına düşmek cimrilik, bunların üstünde harcamada bulunmak ise israftır. (İḥyâʾ, III, 259-260)” (Müellif: Cengiz Kallek)

Bu maddeyi okumaya devam ettiğimizde karşımıza israf türleri gelir. Genellikle öteden beri maddî ve manevî israf türleri anlatılagelmiştir. Ancak biz bu yazımızda “adam israfından” bahsedeceğiz...


Ne demek “adam israfı”?

Şimdi “Bu da nereden çıktı?” demeyin. Asrın en büyük israfı, kesinlikle adam harcamaktır! Günümüzde maalesef insanlar birbirlerini bozuk para harcar gibi harcamaktadırlar. Siyasetten bürokrasiye, sivil toplum kuruluşlarından cemaatlere, bir gazeteden dergiye, yelpazenin sağından soluna, mütedeyyininden ateistine, milliyetçisinden komünistine, muhafazakârından liberaline kadar her plâtformda bu virüsü görmek mümkündür.

“Tüketim çağı” diyoruz ya, işte ismiyle müsemma bir durum bu. Hoyratça harcamanın, “İhtiyaç var mı, yok mu?” demeden harcamanın da ötesinde bir harcama şekli “adam harcamak”. Ne kadar adam harcarsa kendisini o kadar karizmatik, o kadar lider vasıflı gören akıl fukaraları var ki inanamazsınız! Hatta bu densizler, kendilerini geçmişte yaşamış veya günümüzde yaşayan liderlerle de özdeşleştirmekten geri durmazlar. Neymiş, Atatürk gibi adammış, neymiş Yavuz gibi adammış, neymiş Erdoğan gibi adammış… Güler misin, ağlar mısın?

Peki, nedir bu adam harcamak?

İsraf ile ilgili olarak, “Bir şeyi faydası olmayacak şekilde sarf etmektir” diye bir tanım yapılmıştı. Şimdi bu tanım üzerinden giderek şöyle bir tarif yapabiliriz: “Bir konuda kendisini yetiştirmiş, donanımlı bir insandan uzman olduğu konuda yararlanmak yerine onu atıl bir hâle getirmek, o işin başından uzaklaştırıp yerine o işten anlamayan, becerisi olmayan birini getirmek, kendi menfaati uğruna başka insanlara kötülük yapmak...”

Mustafa Oral şöyle tarif etmiş insan harcamayı: “İnsanı harcamak, sonsuz bir denge üzerinde süregelen kâinat içinde, insanın bu dengenin bir tarafında yer aldığını unutarak, onun fıtratına aykırı bir hayat tarzına onu endekslemek… Dünya-ahiret dengesinde ağırlığını bilerek veya bilmeyerek dünya lehinde kullanmak…”

Vefanın sadece bir semt adı olduğu darb-ı meseli artık bir sözden öte vakıa olmuş, onun yerini merhametsizlik, insafsızlık ve bencillik almıştır. “Sonunu düşünen kahraman olamaz” lâfını çarpıtarak kendisi için “Hedefe ulaşmak için her yol mubahtır” anlamında kullanan ve günlük yaşayan eyyamcılar, insanın olduğu her yerde mantar gibi türemiş durumdalar. Bunlar kendi egolarını tatmin etmek, kendi başlarına bir şey olamadıkları için sırtına bindikleri yol arkadaşlarını bir anda tek kullanımlık peçete misali fırlatıp atmayı bir meziyet addetmekteler. Hatta bu davranışlarını övünülecek hasletmiş gibi ilân etmekten geri durmayan nadanlar, “Kırk yıllık dostumu bir kalemde silip attım” diyebilmekteler. Karşısındaki muhatap kırılmış, darılmış, üzülmüş kimin umurunda?!

Oysa kendisiyle kader birliği yapmış, aynı dâvâda omuz omuza mücadele ettikleri insanların ayağına çelme takmayı, onların kuyusunu kazıp iftiralarla itibarsızlaştırıp yerine, hatta önüne geçmek, hem de bunu dâvâ adına yapmak ne acı, değil mi?

Evet, yolunuz sırat-ı müstakim olabilir, sizin dâvânız hak dâvâ olabilir, sizin mücadelenizin yazılı kaynakları idealdir ama fiiliyatta o yolda yürüyenler hatalı sollama yapıyorlarsa, durması gereken hâd ışığında durmuyorlarsa, girmemeleri gereken yöne haldır huldur dalıyorlarsa, o zaman yolun güzel olmasının ne anlamı kalır? Yola çıktığınız adamlar kul hakkını öz haklarıymış gibi götürüyorlarsa, bencillerse, menfaatperestler ise, haksızlarsa, hâdsizlerse, o zaman bu yolun, bu dâvânın doğruluk ve güzelliğinin ne kıymeti kalır? Sözü dilinden özüne inmeyen kişiler en güzel sözleri etseler de, özleri kirliyse, dâvânın ideallerini özümseyememişlerse o dâvâlar kaybedilmeye mahkûmdurlar. Doğru dâvâlar doğru insanlar ile hedefe ulaşırlar.

Diyelim ki ayak oyunlarıyla bir yerlere geldi, bitiyor mu? Hayır! Bu nobran tipler bu defa da kendisinden daha üstün ve liyakatli olduğunu bildiği ve bu değerlerin bir gün ortaya çıkıp kendisininse gerçek yüzünün deşifre olacağı korkusuyla bir tahammülsüzlük girdabına düşüyorlar. Ruhlarında fırtınalar kopuyor, geceleri kâbuslar görüyorlar, hafakanlar basıyor. Sonra geri dönüp kendi yetersizliklerinin sebebi bu insanlarmış gibi onlardan egolarının intikamını almak için tasfiyeciliğe girişiyorlar. Bunu yapabilmek içinse kendileri ile aynı çürük kumaştan olan ağababalarına gidip iftira ve tezvirat dolu raporlar vererek kendilerine kurdukları bu küçük dünya saltanatının bekâsı ve devamı için kendi yerlerinde gözü olan gözü çıkasıcalara karşı operasyon çekmenin şart olduğuna onları da inandırıp gerekli izni kopararak başlıyorlar önüne geleni biçmeye.

Herkes “Ne oluyor?” derken, minareyi çalanın kılıfına uydurması gibi, “Siz onu benim kadar bilmezsiniz! O var ya o…” diye başlayan bir sürü yalan dolan, iftira kokan senaryolar anlatılmaya başlanıyor. Hatta bu sözlere daha sonra kendileri de inanmaya başlıyorlar müfteriler. İtham ve iftira, adam harcamak için tıpkı bankamatik veya POS cihazı gibi işlev görüyor. Allah’tan korkusu olamayanlar için icat edilmiş sanki: “İtham et, ima et, iftira et! Çamur at, izi kalsın. Sonra da dön, işlemediği, yapmadığı bir işten, söylemediği bir sözden dolayı adamın kendini temizlemesini bekle…”

İnsan yapmadığı bir şeyi ispatla sorumlu tutulur mu? Tutulur bu çağda. Eskilerin bir sözü vardı: “Kavakta nar biter mi? Evet, hem de kafam gibi…” İhtiraslarının önünde her engeli aşmak için yapamayacakları hiçbir şey, yok sayacakları hiçbir değer olmayan bu zavallılar, amaçlarına ulaşmak için birilerine imtiyazlar ve iltimaslar da bahşetmekten geri durmuyorlar. Bir anda aslında gidişattan rahatsız olanların da ağzına bir parmak bal çalınarak susturuluyorlar. Onlar da başlıyorlar bahaneler üretmeye: “Aslında biz de öyle zannediyorduk ama öyle değilmiş. Meğer bizim bilmediğimiz neler varmış. Ah o tasfiye edilenler var ya, aslında ne hinmişler onlar…”

Bir anda toplum nezdinde özgül ağırlığı olan insanlar değersizleştiriliyor ve yerlerini yetersiz, yeteneksiz, hiçbir değer üretmeyen tufeyliler dolduruveriyor. Sonra bir duraklama, ardından gerileme ve sonunda da bir çöküş yaşanıyor. Peki, donanımlı bir insan kolay mı yetişiyor? Peki, hak ettiği yere gelemeyen donanımlı bir insan dünyaya bir daha mı gelecek? Peki, iş işten geçtikten sonra “Yanlış yapmışız” sözü neyi hâllediyor? Peki, iş işten geçtikten sonra özür dilemek, kırılan bir kalbi tamir ediyor mu, geçen yılları geri getiriyor mu? Bu soruların hepsinin de bir cevabı var: Kocaman bir “Hayır”!

“İnsan israfı israfların en büyüğüdür” dedik. Doğru mu? Evet! Günah mı? Evet! Ayıp mı? Evet! Gayretullaha dokunur mu? Evet! Bu kötülüğe alet olanlar kıyamet günü hesaba çekilirler mi? Evet! Sözün bittiği yer, işte burasıdır!

Adam harcamak size ucuz gelebilir. Ancak toplum nezdinde harcanan her kıymet, o toplumun yarınlarından çalınan bir değerdir ve maddî olarak telâfisi mümkün olmayan bir fatura ödetir. Bu faturayı belki siz ödemezsiniz ama unutmayın, sizin çocuklarınız bu faturayı misliyle öderler. İbrahim Tenekeci’nin çok güzel bir sözü var: “Silgiler, silerken silinirler de…”

Güzel bir söz, değil mi? O zaman adam harcayan beyzadeler, bu sözü unutmayın e mi!