Devlet
ile millet arasındaki ilişki, “güven” üzerinedir
DEVLET ile vatandaş
arasındaki güven duygusu, hayatî önemdedir. Devletin en küçük modeli ve bir
nevi toplumsal yapıtaşı sayılabilecek olan “aile” içinde de “güven”, en değerli
kavramdır. Aile; hastalık, yoksulluk, çalışma hayatı, işsizlik, kavga ve sair türlü
sorunla mücadele edebilen ve dağılmadan birliğini koruyabilen bir devlettir.
Bir aileyi dağıtabilecek en büyük tehdit, aile bireyleri arasındaki “güven”in
sarsılması ya da kaybolmasıdır.
Aile
içindeki hiyerarşi, büyük küçük aile bireyleri arasındaki saygı ve sevgiye
dayanır. Bu hiyerarşi, aynı zamanda aile içindeki otoriteyi kabullenişle de ilgilidir.
Türk
örf ve geleneğinin en güçlü yapıtaşı, ailedir. Ancak aile için bile aile bireyleri
arasında oluşabilecek bir güvensizlik, her türlü zorluğa göğüs gerebilen ve
toplumun en güçlü yapısı olan aile birliğini bir anda tehdit eder hâle gelebilir.
Devlet
de büyük bir aile gibidir. Farklı toplumsal, dinî, etnik ve iktisadî gruplardan
oluşan bir büyük millet, aynı devletin çatısı altında yaşamaktadır. Devletin
otoritesini kabullenen vatandaşlarının ve de çeşitli toplumsal sınıf ve
grupların devlete bağlılığının devamı, bu otoriteden beklenen görevlerin
sağlanması ve adaletle muamele edilmesine bağlıdır. Duygusal bağlılığın, millet
olarak birlikte yaşama iradesi ve inanç birliğinin dışında, can ve mal
güvenliği gibi büyük bir çıkar birlikteliği ile devlet, bir otorite dengesi
kurmaktadır.
Devletin
otorite zaafına düştüğü ve kendisine bağlılığın sorgulandığı toplumlarda,
devletin yerine bir alternatif otorite oluşmaktadır. Eğer devlet olma iddiası
yok ise, bu yapılar mafya benzeri bir ilişki ağı ile kendilerine has illegal bir
düzen kurarlar. Ancak söz konusu illegal yapının devlete alternatif olma ya da
yeni bir devlet sağlama iddiası varsa, “terörist ya da ayrılıkçı örgüt” tanımıyla
belirli bir toplumsal tabanı kendi safına alarak devlete karşı kışkırtabilir. Devlete
karşı ya da devlete rağmen oluşan bu tür illegal yapılanmalar, aslında devletin
ihmâl ettiği ya da yetersiz kaldığı alanlardaki eksiklikleri kullanarak
yeşerirler.
Etnik
ve dinî duyguların istismarı ile bazı devlet görevlilerinin duyarsız ve
adaletsiz yaklaşımları da bu tür oluşumların yeşermesinde etkili olmaktadır.
Bir devlette oluşan bu tarz eksiklikler ve zafiyetler, muhakkak yabancı
devletlerin ilgisini çeker ve bu durumu istismar eden terörist ve ayrılıkçı girişimler
maddî ve manevî desteklenirler.
Yabancı
kaynaklı çaba ya da iç kaynaklı her türlü ihanet, muhakkak ki devlete olan
güven kaybı ve ortak geleceğe olan inancı zayıflatmayı hedefler. Devlet ile
vatandaşı arasında oluşturulabilecek güven kaybı, her fırsatta, her alanda ve
tekrar tekrar kullanılarak uzun vadeli plânlar doğrultusunda hazırlık yapılır.
Kamu
görevlisi ve güven bilinci
Esas
itibariyle devlet vatandaşına, vatandaş da devletine güvenir. Devlet olma hâli
ve iddiası; tarihî, kültürel, askerî, ticarî, siyâsî ve sosyal birlikteliğin
vücut bulmuş hâlidir. Devlet ile millet arasında ilişki ve kurallar, örfî veya
yazılı kanunlarla güvence altına alınır. Kanunlar, devleti ve milleti birlikte
bağlayan, birlikteliği yaşatan kurallardır. Bu yazılı ya da örfî kurallar ile millet
ve devlet arasındaki güven ilişkisini yaşatanlar ise, devlet adına çalışan
devlet görevlileri ve memurlar eliyle çeşitli alanlarda hizmet üretip düzeni
sağlayan kurumlardır.
Kamu
görevlileri esasen, devletin güvendiği, belirli bir konuda görev verdiği ve
bunun karşılığında da ücret verdiği çalışanlardır. Kamu görevlisi, öncelikle
kendisine görev ve yetki veren devletine bağlılık ve sadâkatle görev yaparken,
bir yandan da milletin devletine olan güvenini korumalı ve güçlendirmelidir.
Her vatandaş, doğal olarak “devletine sadâkat göstermek, vatanına hizmet etmek ve milletini sevmek” zorundadır. Daha doğrusu, bu ortak duygular bizi millet olarak devletimizin vatandaşı yapar. Eskiden vatandaşlık, yazılı bir kimlik kaydı ile değil, içimizden gelen duygusal bağ ile yaşatılırdı. Hatta resmî olarak vatandaş olmayan, ancak bu duygularla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve devletimizin taşıdığı ülkü ve değerlere bağlı olan herkes, fahrî vatandaş durumundaydı. Günümüzde ise çifte vatandaşlık hâli ya da başka bir devletin vatandaşlığına geçme durumu yaygındır.
Bu
tip resmî vatandaşlık hakkı alma, aslında o devletin yaşam ve egemenlik
alanında belirlenen kurallara göre yaşamayı kabul etmek içindir. Hiçbir güçlü
devlet, göçmenlik yoluyla sonradan vatandaşlığa aldığı insanlardan oluşan bir
ordu kurmaz veya kamu görevlilerinin çoğunluğunu ya da kritik kamu görevlerini
sonradan vatandaş olanlara vermez. Aslolan, kendi toplumuna ait olan ve kendi
devletine bağlılığından şüphe edilmeyen bir toplumsal kesimin yaşatılmasıdır.
Yabancı
olup sonradan vatandaşlığa kabul edilenler ise, ihtiyaç duyulan alanlarda
istihdam edilen kişilerdir. Sanatçı, tüccar, bilim adamı, işçi gibi…
Güçlü
devlet geleneğimiz ve millet bilincimiz, 80 milyon vatandaşımızın tamamının
sadâkat ile devletine ve vatanına hizmet ederek yaşaması ve yaşatmasını
emreder. Kamu çalışanları ve memurlar, bağlı oldukları devlet ve milleti karşılıksız
sevdiklerine göre, aldıkları maaşı hak etmek için tanımlanmış olan iş ile
belirlenmiş olan yer ve saatlerde çalışmaktan daha fazlasını yapmalıdırlar.
Mesele,
sadece işini yapıp yapmadığı değil, nasıl yaşadığı ve nasıl davrandığı gibi, hâl
diliyle toplumda pozitif bir etki üretip üretmediğidir. Çünkü devletten maaş
almayan ama devletine çok faydalı olacak şekilde ticaret, bilim, sanat, üretim
ya da sağlık alanlarında hizmet eden birçok vatandaşımız vardır. Kendi
toplumuna yük olmadan, bireysel gayretleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak
milletine fayda ve moral kazandıran vatandaşlarımızın devletin maaşlı
görevlisine saygı duymaları için, o memurda gerekli samimî gayret hâlini görme
hakkı vardır.
Bir
devlet kurumunda çalışmayı sadece çalışan-işveren ilişkisi olarak görmek,
devlet memurluğu, devlet adamlığı ve devleti adına görev yapma sorumluluğunu
tarif etmek için yetersizdir. Kamusal sorumluluklarımız ve tüm milletimizin
yapması gereken ödevlerin yanında, sorumlu olduğumuz işleri, yapmamız gerekenin
de üzerinde bir sahiplenişle yaptığımız zaman bu ilişkinin hakkını vermiş
oluruz.
Devletimize
hizmet etmek, Napolyon’un maiyetindeki bir askerin hizmet ettiği Fransa’sından
çok daha büyük bir mânâya hizmet etmektir.
Bir
gün Napolyon Bonapart, savaşta yararlılık gösteren bir askere devlet hizmet
madalyası tevdi edilmesini emreder. Uzun süredir Napolyon’a hizmet eden bir görevli
ise duruma içerler. Durumu anlayan Napolyon, kişisel hizmetinde bulunan
görevliye, “Sen bana hizmet ettin, o ise Fransa’ya hizmet etti” diyerek, bir mânâya
hizmet etmenin değerine vurgu yapar.
Uğrunda
fedakârca hizmeti ödüllendirilecek bir “Fransa ideali”nden daha fazla mânâ ve
değer, devletimiz çerçevesinde tüm varlığıyla mevcuttur. Büyük bir tarihimiz,
büyük bir milletimiz ve büyük bir devletimiz var. Daha da önemlisi, tüm
insanlığa ve ümmet-i Muhammed’e (sav) hizmet etmek, adalet ile zulme karşı
durmak gibi bir iddiamız, bir idealimiz var. Müslüman olmak, Türk olmak ya da insan
olmak gibi bir iddiamız var.
Öncelikle
yaratılışımız gereği, insan olma iddiasına lâyık olmalıyız. Sanki insan olmadan
ve insanlığa lâyık olmadan yani asgarî insanî şartları sağlamadan -dürüstlük,
temizlik, sevgi, saygı gibi-, nasıl büyük bir tarih ve medeniyete sahip Türk
milletinin vârisleri olduğumuzu söyleyebiliriz? Türk olmak, sadece bir
milliyetin değil, bir tavrın, bir ideale inanmanın ve devlet olma iddiasının
adıdır aynı zamanda.
Son
söz
Sonuç
olarak, vatandaş ve devlet ilişkisinden memur ve devlet görevlisi ilişkisine
geçenler için, diğer tüm milletimizin sorumluluğuna ilâve sorumluluklar
üstlenmesi gündeme gelir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 83 milyonu aşkın
insanımızın yani tüm milletimizin tamamının yerine getirmesi gereken
vatandaşlık ödevleri vardır. Ayrıca milletimize, devletimize ve vatanımıza
karşı sorumluluklarımızı yerine getirmekle beraber, memurlarımız, devlet adına çalışıyor
olmanın hakkını vermekle mükelleftirler.
Kamu
görevlileri sadece bir kurumun, bir genel müdürlüğün ya da bağlı bulunduğu bakanlığın
çalışanları değillerdir. Tüm kamu görevlileri ile beraber hepimiz, milletimiz
ve devletimizin ortak geleceğine ve ortak hedeflerine birlikte yürüyen
çalışanlarız. Kamu görevlisinin patronu devletimiz, dolaylı olarak da milletimizdir.
Hepimiz tüm bireysel ve kurumsal kapasitemiz ile birlikte milletimize hizmet
eden vatanseverler olmalıyız.
Milletine
düşman, vatanını sevmeyen biri, devletine sâdık da değildir. Devlete bağlılık,
tüm görüş ayrılıkları ve farklılıkların üstünde bir duruştur. Bazı düşünce
farklılıkları ya da kişisel sebeplerle kimse devletini zayıflatacak hâl ve
eylemler içinde olamaz, olmamalıdır.
“İnsanı
yaşat ki devlet yaşasın!” felsefesi ile kurulan bin yıllık devletimizin
memurları için yakışan, elbette vatan ve milletini karşılıksız sevmek, devlete
tam bağlılık içinde çalışmak olmalıdır. Önce birbirimize, sonra da devletimize
güvenmeli, ortak ideallere ulaşmak ve ortak geleceğimize hizmet etmek için samimiyet
ile gayret etmeliyiz.
Elbette
en büyük devlet olan ailemize ve yakınlarımıza ilgi göstermek, devletimizin
geleceği için birinci vazifemizdir.