Emir Timur’un çocukluk yılları

“Kargaları koşarak kaçıramazsın. Bir mücadeleyi kazanmak istiyorsan aklını kullanmalısın. Biz de şimdi aklımızı kullanarak seninle korkuluk yapacağız. Sen korkuluk yapmasını biliyor musun?” diye soran babasına küçük Timur, gözlerini kısarak baktı, ardından yerdeki malzemelere göz gezdirerek kısık bir sesle, “Hocam öğretmedi ki, nereden bileyim?” dedi…

DAĞLAR ufuklara yaslanan akşam karanlığı içinde daha da heybetli görünüyor, her taraf yavaş yavaş akşamın esrarına bürünüyordu. Hocaılgar köyü de güneşin son kızıl ışıklarını ağırlıyordu. Birazdan hava daha da kararacaktı. Bağ bahçe işlerini tamamlayanlar, yorgun argın, ellerinde çapalarla evlerine dönüyor, akşamın karanlığına birkaç köpek sesi karışıyordu. Bu seslere yer yer, ait oldukları avlulara dönen kaz sürülerinin sesleri de ekleniyordu.

Gün boyu sıcaklığını gönderen güneş yerini akşam serinliğine bırakırken, hafif hafif esen rüzgâr, ağaçların yapraklarında tatlı bir ahenk oluşturuyordu.

Hocaılgar, Semerkand’ın 80 kilometre güneyinde bulunan Keş şehrine yakın, yemyeşil bir vadinin eteklerine kurulmuş bir köydü. Bağlık alanların dışında, hemen hemen her evin avlusunda küçük bahçeler görmek de mümkündü. Bu köyde yaşayanlardan biri de Taragay idi.

Taragay, bütün Çağatay milletinde kendisine hürmet edilen bir bey idi. Bir Türk aşireti olan Barlasların emiriydi. Mütevazı ve derviş meşrep bir mizaca sahipti; Nakşi Şeyhi Emir Külâl’in müridiydi. Vaktinin çoğunu dindar insanlarla sohbet ederek geçirir, siyâsî işlerle pek ilgilenmez, bu tür işleri akrabalarından Emir Hacı’ya havâle ederdi. Köyde yaşayan diğerleri gibi Taragay da bağ bahçe işleriyle uğraşırdı.

Taragay, o gün tarladaki işini bitirmiş, eve doğru yola koyulmuştu. Ağaçların arasından geçerek evinin kapısının önünde durdu, derin bir nefes aldı. Sol elini yandaki duvara dayadıktan sonra sağ elini tahta kapının mandalına uzattı. Yorgundu ama huzurluydu. O günkü işlerin üstesinden gelmiş olmanın verdiği huzurdu bu. Kapı gıcırtısını işiten eşi Tekine Hatun, “Buyur bey, hoş geldin” diyerek Taragay’ı kapıda karşıladı ve tekrar içeri girdi. O sırada köyün mescidinde okunan akşam ezanı duyuldu.

Tekine Hatun içeriden su dolu bir ibrik ve bir havluyla döndü. Kapının önündeki oluğa doğru eğilen Taragay, eşinin azar azar döktüğü suyla abdest aldı. Elini yüzünü kurularken, birlikte içeri girdiler. Taragay emir olmasına rağmen, hânesi sıradan bir köy evi sadeliğinde döşenmişti.

Ocaktaki tencereden yayılan yemeğin kokusu evin her yanını kaplamıştı. Taragay namazını kılarken, Tekine Hatun da tencereyi ocaktan aldı. Yer sofrasını çiçekli motiflerle bezenmiş kilimin üzerine yaydı… Tandırda pişirdiği ekmeği de ikiye böldü. Derin bir kabın içine doldurduğu tarhana çorbasını birlikte kaşıkladılar. Yemek yerken bir yandan da sohbet ettiler. Sohbetlerinin konusu, yakında doğacak olan çocuklarıydı. Bu esnada kapı çaldı. Gelen kişi, akrabalarından Emir Hacı idi. Üzerinde, kül renginde uzun bir aba vardı. Saçı ve sakalı simsiyahtı. Selâm vererek girdi içeriye.

Taragay, “Ve aleykümselâm” diyerek Emir Hacı’nın selâmına karşılık verdikten sonra sofrayı işaret etti, “Buyur Emir Hacı, hoş geldin” dedi. Sonra hanımına dönerek kısık bir sesle konuştu: “Sofraya bir tabak daha getir hatun.”
-Sağ ol Emirim. Yemeğimi yedim, aç değilim. Şöyle geçerken hatırını sorayım istedim…

Taragay, “Sen yine de gel şöyle! İki kaşık çorbadan bir şey olmaz. Hatunun tarhana çorbası lezzetli olur” dediyse de Emir Hacı, “Karnım tok, yiyemem, başka sefere inşallah” diyerek sofraya değil, Taragay’ın karşısındaki yer minderine oturdu. Yemek faslı bitince onlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Tekine Hatun da sofrayı topladı ve bir başka odaya geçti.

İki akraba, günlük işlerden, çevrede olan biten olaylardan sohbet ettiler. Yatsı namazından sonra Emir Hacı gidince Taragay da uyumaya çekildi. Yer yatağına uzandı. Bir süre doğacak çocuğunu düşündü, onun hayırlı bir evlât olması için duâ etti. Hanımına dokundu, “Biliyor musun hanım?” dedi, “Bu yıl bol ürün alacağız. Bebeğimiz bize bereket getirecek inşallah”…
-İnşallah bey, inşallah… Hele bir dünyaya gelsin de… “Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter” demiş atalarımız. Bilirsin, herkes kısmetiyle doğar…

Hanımının uyumasına rağmen Taragay’ın gözüne uyku girmiyordu. Yorganı usulca sıyırıp yatağından kalktı, dışarı çıktı. Her taraf sessizdi… Gece, ay ışığının büyülü güzelliğini kuşanmıştı. Yıldızlar, sanki karşıdaki tepelere inmişti. Taragay hayranlıkla gökyüzüne baktı. Birkaç adım ötedeki kütüğe oturdu ve bir süre gecenin sessizliğini dinledi. Birden içini bir huzur kapladı. Yatağına döndüğünde, çok geçmeden derin bir uykuya daldı. Rüyasında birdenbire gökyüzünden ay ışığını bastıracak kuvvette başka bir ışık dalgası yayıldı. Taragay’ın gözleri kamaşmıştı. Işık yavaş yavaş etkisini kaybederken nur yüzlü bir adam belirdi karşısında. Adamın elinde ışıl ışıl parlayan, oldukça gösterişli bir kılıç vardı. Hiç konuşmadan elindeki kılıcı Taragay’a uzattı. Taragay, kılıcı adamın elinden alarak dört bir yana sallamaya başladı.

-Bey! Uyan bey!
Taragay, Tekine Hatun’un seslenmesiyle uyandığında, elini sağa sola sallamakta olduğunu fark etti. Toparlanmaya fırsat bulamadan hanımı söze girdi: “Bey, dirseğini öyle bir çarptın ki sırtıma, neye uğradığımı şaşırdım.”
Taragay yatağından doğruldu, ter içinde kalmıştı. Bir süre sessizce oturdu. Başucundaki kandili yaktıktan sonra hanımından bir tas su istedi. Ardından gördüğü rüyayı anlattı. Tekine Hatun, Taragay’ın sırtını sıvazladı, alnındaki terleri sildi, “Hayrolsun inşallah” dedi.

Gördüğü bu ilginç rüya onu çok etkilemişti. Sabah namazı için abdest aldı ve mescide gitti. Namazdan sonra, gece gördüğü rüyayı İmam Şeyh Zeydüddin’e anlattı. Şeyh, bakışlarını karşı duvara sâbitleyerek bir süre düşündükten sonra, bu rüyayı gecenin hangi vaktinde gördüğünü sordu. Taragay rüyayı sabaha karşı gördüğünü söyleyince, Şeyh Zeydüddin, “Allah sana bir erkek evlât verecek, bu çocuk kılıcıyla cihanı fethedecek ve İslâm dinini dünyaya yayacak; sakın onun eğitimini ihmâl etme! Onu okut, ona hat ve Kur’ân öğret!” dedi.

***

9 Nisan 1336, günlerden Salı… O gece, gökyüzünde dolunayın çevresine sıralanmış yıldızlar, yeryüzüne ışık damlaları yağdırıyordu sanki. İlkbaharın da gelmesiyle her taraf huzur veren bir güzelliğe bürünmüştü. Gecenin sessizliğinde, çevrede birkaç köpek havlaması yankılanıyordu.

Taragay’ın evinde de tam o saatlerde bir telâş yaşanmaktaydı. Eşi Tekine Hatun doğum sancısı içinde kıvranıyordu. Taragay doğumu yaptıracak ebeyi çağırttı. Kısa süre sonra bu işlerde epey maharetli olan ebe hanım, nefes nefese girdi odaya. Taragay’ın telâşlı hâlini görünce onu yatıştırdı: “Emirim, siz hiç telâş etmeyin. Evvel Allah biz her işi hâllederiz. Siz şimdi dışarı çıkın ve muştulu haberi bekleyin…”

Taragay heyecan ve telâş içinde avluda bir o yana bir bu yana dolanmaya başladı. Doğumun kolay geçmesi için içinden Allah’a duâ ediyordu…

Çok geçmeden bir bebek ağlaması doldurdu avluyu. Taragay’ın heyecanı iyice artmıştı. Ebenin kapıyı açmasıyla birlikte çekinerek içeri girdi. Ebe, kucağında minicik bir bebekle karşıladı onu: “Emirim, gözünüz aydın! Bir oğlunuz dünyaya geldi. Hayırlı bir evlât olur inşallah…”
Taragay’ın heyecanı, yerini sevince bıraktı. Ebe hanımın kucağındaki oğluna sevgi dolu gözlerle baktı. Allah’a şükretti. Gözlerinden yaşlar süzüldü.

Taragay, sedirde yatmakta olan Tekine Hatun’un yanına yanaştı; ellerini tuttu, gülümsedi, alnındaki terleri sildi. Tekine Hatun yorgun ama mutlu görünüyordu. Kolay değildi elbette dünyaya bir bebek getirmek. Taragay eşini alnından öptü ve “Geçmiş olsun güzeller güzeli! Oğlumuz hânemize ve aşiretimize hayırlar getirir inşallah” dedi. Daha önce gördüğü rüyayı ve şeyh efendinin rüyaya yaptığı yorumu hatırladı; heyecanlandı ve boğazına bir şeyler düğümlendi. Yutkunmaya başladı. Zeydüddin Efendi’nin söyledikleri kelimesi kelimesine aklındaydı: “Allah sana bir erkek evlât verecek, bu çocuk kılıcıyla cihanı fethedecek ve İslâm dinini dünyaya yayacak; sakın onun eğitimini ihmâl etme! Onu okut, ona hat ve Kur’ân öğret!”

Taragay bunu hatırlayınca, minik yavruya bir kez daha baktı. Tekine Hatun, başucunda gözleri nemli olarak yüzüne gülümseyen eşinin ellerini sıkı sıkı kavradı ve ona gülümsedi. Bu arada bebek ağlamaya başladı, belli ki karnı açtı. Tekine Hatun ebenin yardımıyla bebeği emzirmeye çalıştı. Ama henüz sütü gelmemişti. Bebeğin aç kalmaması için şekerli su yapıp ağzına damlattılar. Kısa süreliğine karnı doyan minik bebek uyuduğunda, sabah ezanı okunuyordu. Taragay ve Tekine Hatun da gün ışırken uyuyakaldılar. 


***

Emir Taragay, yeni doğan oğlunun evlerine neşe, milletine ve memleketine huzur, mutluluk ve bereket getireceğine inanıyordu. Bu duygularla bir gün sonra Şeyh Zeydüddin’in görev yaptığı mescide gitti. İçeri girdiğinde şeyh efendi Kur’ân okuyordu. Taragay’ın geldiğini görünce “Sadak-Allâhü’l-Azîm” dedi ve Mushaf’ı kapattı. Ayağa kalktı, “Hoş geldin Emirim” dedi.

-Hoş bulduk Hocam. Dün sabaha karşı bir oğlum oldu da… Ona nasıl bir isim koysak? Bir tavsiyeniz olur mu?

-Gözün aydın Emirim. Allah hayırlı evlât eylesin! Sen içeri girdiğinde, ben Mülk Sûresi’ni okuyordum. Okuduğum âyetin son kelimesi “temuru” idi. O bakımdan yavrunun adı “Timur” olsun. Dinimize, milletimize, memleketimize hayırlar getirsin inşallah.

-Allah râzı olsun Hocam. Adını siz verdiniz, Allah da hayırlı bir ömür versin!

***

Mısırlar iyice boylanmış ve olgunlaşmaya başlamıştı. Taragay mısırlarını kuşlardan korumak için bir korkuluk yapmaya karar verdi. Gereken malzemeleri bir gün önceden hazırlamıştı.

O sabah da her zaman yaptığı gibi yine erkenden uyandı, hanımının ısıttığı çorbasını içti. Avluda son hazırlıklarını yaparken Tekine Hatun da az sonra evden çıkacak olan kocası için azık hazırlıyordu. Küçük Timur da yeni uyanmıştı; çapaklanmış gözlerini ovuşturarak bir süre etrafına bakındı. Annesini ve babasını göremeyince çevik bir hareketle yatağından fırlayıp annesinin yanına gitti ve babasının nerede olduğunu sordu.
-Baban tarlaya gidecek, avluda hazırlık yapıyor…
Tam o sırada Taragay’ın sesi duyuldu:Benim azık hazır mı?”
Tekine Hatun “Hazır bey” der demez, küçük Timur, annesinin elindeki azık torbasını kapıverdi. Soluğu avluda aldı. “Babacığım, bugün ben de seninle gelmek istiyorum” diyerek Taragay’ın önünde durdu. Taragay’ın gözlerinin içi güldü. Oğlunun saçını okşayarak, “Ama bugün tarlada iş çok yavrucuğum” dedi. “Olsun” dedi Timur, “Ben de sana yardım ederim, işi daha çabuk bitiririz”.
Taragay, Timur’un göbeğine dokundu, elini aşağı yukarı gezdirdikten sonra, “Benimle gelmek istiyorsan önce karnını doyurmalısın” dedi. O sırada Tekine Hatun da elinde bir parça çörek ve bir tas ılık sütle yanlarına gelmişti. Timur aceleyle karnını doyurdu. Malzemeleri ve azık torbasını yanlarına alan baba oğul, vakit geçirmeden yola koyuldular.

Tarlaya vardıklarında kargalar iş başındaydı. Taragay, elindekileri tarlanın hemen girişinde bulunan bir ağacın altına bıraktı. Küçük Timur, mısırlara dadanan kargaları kovalamaya başladı. Korkutup kaçırdığı kargaların bir süre sonra tarlaya tekrar döndüğünü gören Timur, kargaları tekrar tekrar kaçırmaya çalıştı. Kargalarla bu şekilde başa çıkamayacağını anlayınca babasına seslendi: “Baba, bu kargalar gitmiyor!”

“Kargaları koşarak kaçıramazsın. Bir mücadeleyi kazanmak istiyorsan aklını kullanmalısın. Biz de şimdi aklımızı kullanarak seninle korkuluk yapacağız. Sen korkuluk yapmasını biliyor musun?” diye soran babasına küçük Timur, gözlerini kısarak baktı, ardından yerdeki malzemelere göz gezdirerek kısık bir sesle, “Hocam öğretmedi ki, nereden bileyim?” dedi.

Taragay, oğlunun bu sözüne epeyce güldü. Babasının güldüğünü gören Timur da gülerek babasının etrafında koşmaya başladı. Taragay, kısa bir süre sonra toparlanıp Timur’a seslendi: “Bu kadar koşmak yeter! Gel bakalım, otur şöyle yanıma.”

Timur zıplaya zıplaya geldi, babasının sol yanına oturdu. Taragay, oğlunun başını koltuğunun altına kıstırdı, eğilip saçlarını kokladı, yanağını öptü. Timur babasına gülümsedi, “Anladım” dedi, “Bana korkuluk yapmayı öğreteceksin. Ya yapamazsam?”…
-Sen çok akıllı bir çocuksun. Okumayı öğrenen bir çocuk, korkuluk yapmayı da öğrenebilir.
-O zaman hemen başlayalım babacığım!
-Önce elimizdeki malzemelere bir bakalım. Daha kısa dalları senin için ayıralım; büyük olanlar da bana kalsın.
-Ben bana benzeyen bir korkuluk yapabilir miyim?
-Elbette yaparsın. Ona okuma yazma da öğretebilirsin eğer istersen...
-Biliyorum, bana şaka yapıyorsun. Korkuluk hiç okuma yazma öğrenebilir mi?
-Haklısın evlât, şaka yaptım. Haydi bakalım, korkuluk yapmaya başlıyoruz artık!

Uzun süren bir uğraştan sonra korkuluklar tamamlandı. Timur, babasının yönlendirmesiyle yaptığı küçük korkuluğu, kendi seçtiği bir yere yine babasının yardımıyla yerleştirdi. Sonra kendi de korkuluk gibi durarak kargalara seslendi:Gelin kargalar gelin! Hangimiz korkuluğuz, bilin!” 
Babasının, “Haydi, artık gidiyoruz benim sevimli korkuluğum!” demesi üzerine, yaptığı korkuluğa selâm durarak oradan ayrıldı. Eve geldiklerinde vakit öğleydi. Taragay namazını kılıp dinlenmeye çekilirken, Timur da okulun yolunu tuttu…

***

Timur, annesi Tekine Hatun’u çok küçük yaşta kaybettiğinden dolayı ilk dinî bilgileri babasından almış, okul çağına geldiğinde ise Keş’teki dervişlerin medreselerine devam ederek İslâmiyet hakkında daha geniş bilgiler edinmiştir. Babası gibi kendisi de daha gençlik yıllarında Şeyh Şemseddin Külâl ve onun mürşidi olan Emir Külâl ile iyi ilişkilerde bulunarak dinî bilgisini güçlendirmiştir.

Zaman geçmekle kalmıyor, canlıların yaşam serüvenini de şekillendiriyordu. Timur da geçen zamanla birlikte on iki yaşına girmişti. Delikanlı olma yolundaki bu dönemde ata binip kılıç kuşanmayı kavramış, ok atmada da başarılar elde etmeye başlamıştı. Barlas oymağında düzenlenen atıcılık yarışmalarında en iyiler arasına girmek onun için çok kolaydı. Aynı zamanda büyüklerinin yanında ava gitmek de onun için çok eğlenceliydi; üstelik eli boş döndüğü de olmamıştı. Avlayacağı hayvanı uygun bir durumda görmesi yeterliydi. Babası Taragay’ın özene bezene yapıp kendisine hediye ettiği yayı geriyor, oku hedefe nişanlayıp gönderiyordu sadece. Her defasında tam isâbet kaydediyordu. Yaşı küçük olmasına rağmen attığını vuran bir atıcı olmuştu artık. Onun bu başarısı oymak içinde konuşulmaya bile başlanmıştı.
Timur’u en çok üzen şey, annesini küçük yaştayken kaybetmiş olmasıydı. Tekine Hatun genç yaşta, hiç beklenmedik bir anda, dalından kopan kuru bir yaprak misâli uçup gitmişti. Timur, âniden annesiz kalmanın üzüntüsünü derinden yaşamış, ardından günlerce ağlamıştı.

Ne yapsa, nereye gitse annesi aklından çıkmıyordu. Babası ve akrabaları ona gerekli ilgiyi gösteriyorlardı ama hiç kimse annesinin yerini tutmuyordu. Bazen bir kenara oturup düşüncelere dalıyor, annesiyle olan anıları zihninde canlandırıyordu. “Ah güzel anam ah! Sana doyamamıştım daha” deyip gözleri doluyor, yutkunuyordu. Sonra hemen yerinden kalkıyor, unutmak amacıyla tarlanın yolunu tutarak sebzeleri suluyor, meyve ağaçlarının dibini kazıyor, çevresini tırmıkla temizliyordu...