DAĞLAR ufuklara yaslanan akşam karanlığı
içinde daha da heybetli görünüyor, her taraf yavaş yavaş akşamın esrarına
bürünüyordu. Hocaılgar köyü de güneşin son kızıl ışıklarını ağırlıyordu.
Birazdan hava daha da kararacaktı. Bağ bahçe işlerini tamamlayanlar, yorgun
argın, ellerinde çapalarla evlerine dönüyor, akşamın karanlığına birkaç köpek
sesi karışıyordu. Bu seslere yer yer, ait oldukları avlulara dönen kaz
sürülerinin sesleri de ekleniyordu.
Gün boyu
sıcaklığını gönderen güneş yerini akşam serinliğine bırakırken, hafif hafif
esen rüzgâr, ağaçların yapraklarında tatlı bir ahenk oluşturuyordu.
Hocaılgar,
Semerkand’ın 80 kilometre güneyinde bulunan Keş şehrine yakın, yemyeşil bir
vadinin eteklerine kurulmuş bir köydü. Bağlık alanların dışında, hemen hemen
her evin avlusunda küçük bahçeler görmek de mümkündü. Bu köyde yaşayanlardan
biri de Taragay idi.
Taragay,
bütün Çağatay milletinde kendisine hürmet edilen bir bey idi. Bir Türk aşireti
olan Barlasların emiriydi. Mütevazı ve derviş meşrep bir mizaca sahipti; Nakşi
Şeyhi Emir Külâl’in müridiydi. Vaktinin çoğunu dindar insanlarla sohbet ederek
geçirir, siyâsî işlerle pek ilgilenmez, bu tür işleri akrabalarından Emir
Hacı’ya havâle ederdi. Köyde yaşayan diğerleri gibi Taragay da bağ bahçe
işleriyle uğraşırdı.
Taragay, o
gün tarladaki işini bitirmiş, eve doğru yola koyulmuştu. Ağaçların arasından
geçerek evinin kapısının önünde durdu, derin bir nefes aldı. Sol elini yandaki
duvara dayadıktan sonra sağ elini tahta kapının mandalına uzattı. Yorgundu ama
huzurluydu. O günkü işlerin üstesinden gelmiş olmanın verdiği huzurdu bu. Kapı
gıcırtısını işiten eşi Tekine Hatun, “Buyur bey, hoş geldin” diyerek Taragay’ı
kapıda karşıladı ve tekrar içeri girdi. O sırada köyün mescidinde okunan akşam
ezanı duyuldu.
Tekine Hatun
içeriden su dolu bir ibrik ve bir havluyla döndü. Kapının önündeki oluğa doğru
eğilen Taragay, eşinin azar azar döktüğü suyla abdest aldı. Elini yüzünü
kurularken, birlikte içeri girdiler. Taragay emir olmasına rağmen, hânesi
sıradan bir köy evi sadeliğinde döşenmişti.
Ocaktaki tencereden
yayılan yemeğin kokusu evin her yanını kaplamıştı. Taragay namazını kılarken,
Tekine Hatun da tencereyi ocaktan aldı. Yer sofrasını çiçekli motiflerle
bezenmiş kilimin üzerine yaydı… Tandırda pişirdiği ekmeği de ikiye böldü. Derin
bir kabın içine doldurduğu tarhana çorbasını birlikte kaşıkladılar. Yemek
yerken bir yandan da sohbet ettiler. Sohbetlerinin konusu, yakında doğacak olan
çocuklarıydı. Bu esnada kapı çaldı. Gelen kişi, akrabalarından Emir Hacı idi.
Üzerinde, kül renginde uzun bir aba vardı. Saçı ve sakalı simsiyahtı. Selâm
vererek girdi içeriye.
Taragay, “Ve
aleykümselâm” diyerek Emir Hacı’nın selâmına karşılık verdikten sonra sofrayı
işaret etti, “Buyur Emir Hacı, hoş geldin” dedi. Sonra hanımına dönerek kısık
bir sesle konuştu: “Sofraya bir tabak daha getir hatun.”
-Sağ ol Emirim. Yemeğimi yedim, aç
değilim. Şöyle geçerken hatırını sorayım istedim…
Taragay,
“Sen yine de gel şöyle! İki kaşık çorbadan bir şey olmaz. Hatunun tarhana
çorbası lezzetli olur” dediyse de Emir Hacı, “Karnım tok, yiyemem, başka sefere
inşallah” diyerek sofraya değil, Taragay’ın karşısındaki yer minderine oturdu.
Yemek faslı bitince onlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Tekine Hatun
da sofrayı topladı ve bir başka odaya geçti.
İki akraba, günlük
işlerden, çevrede olan biten olaylardan sohbet ettiler. Yatsı namazından sonra
Emir Hacı gidince Taragay da uyumaya çekildi. Yer yatağına uzandı. Bir süre
doğacak çocuğunu düşündü, onun hayırlı bir evlât olması için duâ etti. Hanımına
dokundu, “Biliyor musun hanım?” dedi, “Bu yıl bol ürün alacağız. Bebeğimiz bize
bereket getirecek inşallah”…
-İnşallah bey, inşallah… Hele bir dünyaya
gelsin de… “Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter” demiş atalarımız. Bilirsin,
herkes kısmetiyle doğar…
Hanımının
uyumasına rağmen Taragay’ın gözüne uyku girmiyordu. Yorganı usulca sıyırıp
yatağından kalktı, dışarı çıktı. Her taraf sessizdi… Gece, ay ışığının büyülü
güzelliğini kuşanmıştı. Yıldızlar, sanki karşıdaki tepelere inmişti. Taragay
hayranlıkla gökyüzüne baktı. Birkaç adım ötedeki kütüğe oturdu ve bir süre
gecenin sessizliğini dinledi. Birden içini bir huzur kapladı. Yatağına
döndüğünde, çok geçmeden derin bir uykuya daldı. Rüyasında birdenbire gökyüzünden ay ışığını
bastıracak kuvvette başka bir ışık dalgası yayıldı. Taragay’ın gözleri
kamaşmıştı. Işık yavaş yavaş etkisini kaybederken nur yüzlü bir adam belirdi
karşısında. Adamın elinde ışıl ışıl parlayan, oldukça gösterişli bir kılıç
vardı. Hiç konuşmadan elindeki kılıcı Taragay’a uzattı. Taragay, kılıcı adamın elinden alarak dört bir yana sallamaya başladı.
-Bey! Uyan bey!
Taragay,
Tekine Hatun’un seslenmesiyle uyandığında, elini sağa sola sallamakta olduğunu
fark etti. Toparlanmaya fırsat bulamadan hanımı söze girdi: “Bey, dirseğini
öyle bir çarptın ki sırtıma, neye uğradığımı şaşırdım.”
Taragay yatağından doğruldu, ter içinde kalmıştı. Bir süre sessizce oturdu.
Başucundaki kandili yaktıktan sonra hanımından bir tas su istedi. Ardından
gördüğü rüyayı anlattı. Tekine Hatun, Taragay’ın sırtını sıvazladı, alnındaki
terleri sildi, “Hayrolsun inşallah” dedi.
Gördüğü bu
ilginç rüya onu çok etkilemişti. Sabah namazı için abdest aldı ve mescide
gitti. Namazdan sonra, gece gördüğü rüyayı İmam Şeyh Zeydüddin’e anlattı. Şeyh,
bakışlarını karşı duvara sâbitleyerek bir süre düşündükten sonra, bu rüyayı
gecenin hangi vaktinde gördüğünü sordu. Taragay rüyayı sabaha karşı gördüğünü
söyleyince, Şeyh Zeydüddin, “Allah sana bir erkek evlât verecek, bu çocuk kılıcıyla
cihanı fethedecek ve İslâm dinini dünyaya yayacak; sakın onun eğitimini ihmâl
etme! Onu okut, ona hat ve Kur’ân öğret!” dedi.
***
9 Nisan
1336, günlerden Salı… O gece, gökyüzünde dolunayın çevresine sıralanmış
yıldızlar, yeryüzüne ışık damlaları yağdırıyordu sanki. İlkbaharın da
gelmesiyle her taraf huzur veren bir güzelliğe bürünmüştü. Gecenin
sessizliğinde, çevrede birkaç köpek havlaması yankılanıyordu.
Taragay’ın
evinde de tam o saatlerde bir telâş yaşanmaktaydı. Eşi Tekine Hatun doğum
sancısı içinde kıvranıyordu. Taragay doğumu yaptıracak ebeyi çağırttı. Kısa
süre sonra bu işlerde epey maharetli olan ebe hanım, nefes nefese girdi odaya.
Taragay’ın telâşlı hâlini görünce onu yatıştırdı: “Emirim, siz hiç telâş
etmeyin. Evvel Allah biz her işi hâllederiz. Siz şimdi dışarı çıkın ve muştulu
haberi bekleyin…”
Taragay
heyecan ve telâş içinde avluda bir o yana bir bu yana dolanmaya başladı.
Doğumun kolay geçmesi için içinden Allah’a duâ ediyordu…
Çok geçmeden
bir bebek ağlaması doldurdu avluyu. Taragay’ın heyecanı iyice artmıştı. Ebenin
kapıyı açmasıyla birlikte çekinerek içeri girdi. Ebe, kucağında minicik bir
bebekle karşıladı onu: “Emirim, gözünüz aydın! Bir oğlunuz dünyaya geldi.
Hayırlı bir evlât olur inşallah…”
Taragay’ın heyecanı, yerini sevince bıraktı. Ebe hanımın kucağındaki oğluna
sevgi dolu gözlerle baktı. Allah’a şükretti. Gözlerinden yaşlar süzüldü.
Taragay,
sedirde yatmakta olan Tekine Hatun’un yanına yanaştı; ellerini tuttu,
gülümsedi, alnındaki terleri sildi. Tekine Hatun yorgun ama mutlu görünüyordu.
Kolay değildi elbette dünyaya bir bebek getirmek. Taragay eşini alnından öptü
ve “Geçmiş olsun güzeller güzeli! Oğlumuz hânemize ve aşiretimize hayırlar
getirir inşallah” dedi. Daha önce gördüğü rüyayı ve şeyh efendinin rüyaya
yaptığı yorumu hatırladı; heyecanlandı ve boğazına bir şeyler düğümlendi.
Yutkunmaya başladı. Zeydüddin Efendi’nin söyledikleri kelimesi kelimesine
aklındaydı: “Allah sana bir erkek evlât verecek, bu çocuk kılıcıyla cihanı
fethedecek ve İslâm dinini dünyaya yayacak; sakın onun eğitimini ihmâl etme!
Onu okut, ona hat ve Kur’ân öğret!”
Taragay bunu hatırlayınca, minik yavruya bir kez daha baktı. Tekine Hatun, başucunda gözleri nemli olarak yüzüne gülümseyen eşinin ellerini sıkı sıkı kavradı ve ona gülümsedi. Bu arada bebek ağlamaya başladı, belli ki karnı açtı. Tekine Hatun ebenin yardımıyla bebeği emzirmeye çalıştı. Ama henüz sütü gelmemişti. Bebeğin aç kalmaması için şekerli su yapıp ağzına damlattılar. Kısa süreliğine karnı doyan minik bebek uyuduğunda, sabah ezanı okunuyordu. Taragay ve Tekine Hatun da gün ışırken uyuyakaldılar.
***
Emir
Taragay, yeni doğan oğlunun evlerine neşe, milletine ve memleketine huzur, mutluluk
ve bereket getireceğine inanıyordu. Bu duygularla bir gün sonra Şeyh
Zeydüddin’in görev yaptığı mescide gitti. İçeri girdiğinde şeyh efendi Kur’ân
okuyordu. Taragay’ın geldiğini görünce “Sadak-Allâhü’l-Azîm” dedi ve Mushaf’ı
kapattı. Ayağa kalktı, “Hoş geldin Emirim” dedi.
-Hoş bulduk Hocam. Dün sabaha karşı
bir oğlum oldu da… Ona nasıl bir isim koysak? Bir tavsiyeniz olur mu?
-Gözün aydın
Emirim. Allah hayırlı evlât eylesin! Sen içeri girdiğinde, ben Mülk Sûresi’ni
okuyordum. Okuduğum âyetin son kelimesi “temuru” idi. O bakımdan yavrunun adı
“Timur” olsun. Dinimize, milletimize, memleketimize hayırlar getirsin inşallah.
-Allah râzı olsun Hocam. Adını siz
verdiniz, Allah da hayırlı bir ömür versin!
***
Mısırlar iyice boylanmış ve olgunlaşmaya başlamıştı. Taragay
mısırlarını kuşlardan korumak için bir korkuluk yapmaya karar verdi. Gereken
malzemeleri bir gün önceden hazırlamıştı.
O sabah da her zaman yaptığı gibi yine erkenden uyandı, hanımının
ısıttığı çorbasını içti. Avluda son hazırlıklarını yaparken Tekine Hatun da az
sonra evden çıkacak olan kocası için azık hazırlıyordu. Küçük Timur da yeni
uyanmıştı; çapaklanmış gözlerini ovuşturarak bir süre etrafına bakındı.
Annesini ve babasını göremeyince çevik bir hareketle yatağından fırlayıp
annesinin yanına gitti ve babasının nerede olduğunu sordu.
-Baban
tarlaya gidecek, avluda hazırlık yapıyor…
Tam o sırada Taragay’ın sesi duyuldu:
“Benim azık hazır mı?”
Tekine Hatun “Hazır bey” der demez, küçük Timur,
annesinin elindeki azık torbasını kapıverdi. Soluğu avluda aldı. “Babacığım,
bugün ben de seninle gelmek istiyorum” diyerek Taragay’ın önünde durdu. Taragay’ın gözlerinin içi güldü. Oğlunun saçını okşayarak,
“Ama bugün tarlada iş çok yavrucuğum” dedi. “Olsun” dedi Timur, “Ben de sana
yardım ederim, işi daha çabuk bitiririz”.
Taragay, Timur’un göbeğine dokundu, elini aşağı
yukarı gezdirdikten sonra, “Benimle gelmek istiyorsan önce karnını
doyurmalısın” dedi. O sırada Tekine Hatun
da elinde bir parça çörek ve bir tas ılık sütle yanlarına gelmişti. Timur
aceleyle karnını doyurdu. Malzemeleri ve azık torbasını yanlarına alan baba
oğul, vakit geçirmeden yola koyuldular.
Tarlaya vardıklarında kargalar iş başındaydı. Taragay,
elindekileri tarlanın hemen girişinde bulunan bir ağacın altına bıraktı. Küçük
Timur, mısırlara dadanan kargaları kovalamaya başladı. Korkutup kaçırdığı
kargaların bir süre sonra tarlaya tekrar döndüğünü gören Timur, kargaları
tekrar tekrar kaçırmaya çalıştı. Kargalarla bu şekilde başa çıkamayacağını
anlayınca babasına seslendi: “Baba, bu kargalar gitmiyor!”
“Kargaları koşarak kaçıramazsın. Bir mücadeleyi kazanmak
istiyorsan aklını kullanmalısın. Biz de şimdi aklımızı kullanarak seninle
korkuluk yapacağız. Sen korkuluk yapmasını biliyor musun?” diye soran babasına
küçük Timur, gözlerini kısarak baktı, ardından yerdeki malzemelere göz
gezdirerek kısık bir sesle, “Hocam öğretmedi ki, nereden bileyim?” dedi.
Taragay, oğlunun bu sözüne epeyce güldü. Babasının güldüğünü
gören Timur da gülerek babasının etrafında koşmaya başladı. Taragay, kısa bir süre sonra
toparlanıp Timur’a seslendi: “Bu kadar koşmak yeter! Gel bakalım, otur şöyle
yanıma.”
Timur
zıplaya zıplaya geldi, babasının sol yanına oturdu. Taragay, oğlunun başını
koltuğunun altına kıstırdı, eğilip saçlarını kokladı, yanağını öptü. Timur
babasına gülümsedi, “Anladım” dedi, “Bana korkuluk yapmayı öğreteceksin. Ya
yapamazsam?”…
-Sen çok akıllı bir çocuksun. Okumayı öğrenen bir çocuk, korkuluk yapmayı da
öğrenebilir.
-O zaman hemen başlayalım babacığım!
-Önce elimizdeki malzemelere bir bakalım. Daha kısa dalları senin için
ayıralım; büyük olanlar da bana kalsın.
-Ben bana benzeyen bir korkuluk yapabilir
miyim?
-Elbette yaparsın. Ona okuma yazma da öğretebilirsin eğer istersen...
-Biliyorum, bana şaka yapıyorsun.
Korkuluk hiç okuma yazma öğrenebilir mi?
-Haklısın evlât, şaka yaptım. Haydi bakalım, korkuluk yapmaya başlıyoruz
artık!
Uzun süren bir uğraştan sonra korkuluklar tamamlandı. Timur,
babasının yönlendirmesiyle yaptığı küçük korkuluğu, kendi seçtiği bir yere yine
babasının yardımıyla yerleştirdi. Sonra kendi de korkuluk gibi durarak
kargalara seslendi:
“Gelin kargalar gelin! Hangimiz korkuluğuz, bilin!”
Babasının, “Haydi, artık gidiyoruz benim sevimli
korkuluğum!” demesi üzerine, yaptığı korkuluğa selâm durarak oradan ayrıldı.
Eve geldiklerinde vakit öğleydi. Taragay
namazını kılıp dinlenmeye çekilirken, Timur da okulun yolunu tuttu…
***
Timur,
annesi Tekine Hatun’u çok küçük yaşta kaybettiğinden dolayı ilk dinî bilgileri
babasından almış, okul çağına geldiğinde ise Keş’teki dervişlerin medreselerine
devam ederek İslâmiyet hakkında daha geniş bilgiler edinmiştir. Babası gibi
kendisi de daha gençlik yıllarında Şeyh Şemseddin Külâl ve onun mürşidi olan
Emir Külâl ile iyi ilişkilerde bulunarak dinî bilgisini güçlendirmiştir.
Zaman
geçmekle kalmıyor, canlıların yaşam serüvenini de şekillendiriyordu. Timur da
geçen zamanla birlikte on iki yaşına girmişti. Delikanlı olma yolundaki bu
dönemde ata binip kılıç kuşanmayı kavramış, ok atmada da başarılar elde etmeye
başlamıştı. Barlas oymağında düzenlenen atıcılık yarışmalarında en iyiler
arasına girmek onun için çok kolaydı. Aynı zamanda büyüklerinin yanında ava
gitmek de onun için çok eğlenceliydi; üstelik eli boş döndüğü de olmamıştı.
Avlayacağı hayvanı uygun bir durumda görmesi yeterliydi. Babası Taragay’ın
özene bezene yapıp kendisine hediye ettiği yayı geriyor, oku hedefe nişanlayıp
gönderiyordu sadece. Her defasında tam isâbet kaydediyordu. Yaşı küçük olmasına
rağmen attığını vuran bir atıcı olmuştu artık. Onun bu başarısı oymak içinde
konuşulmaya bile başlanmıştı.
Timur’u en çok üzen şey, annesini küçük yaştayken kaybetmiş olmasıydı. Tekine
Hatun genç yaşta, hiç beklenmedik bir anda, dalından kopan kuru bir yaprak misâli
uçup gitmişti. Timur, âniden annesiz kalmanın üzüntüsünü derinden yaşamış,
ardından günlerce ağlamıştı.
Ne yapsa,
nereye gitse annesi aklından çıkmıyordu. Babası ve akrabaları ona gerekli
ilgiyi gösteriyorlardı ama hiç kimse annesinin yerini tutmuyordu. Bazen bir
kenara oturup düşüncelere dalıyor, annesiyle olan anıları zihninde
canlandırıyordu. “Ah güzel anam ah! Sana doyamamıştım daha” deyip gözleri
doluyor, yutkunuyordu. Sonra hemen yerinden kalkıyor, unutmak amacıyla tarlanın
yolunu tutarak sebzeleri suluyor, meyve ağaçlarının dibini kazıyor, çevresini
tırmıkla temizliyordu...