Emanetin yürek yakan yükü

Aradan elli yıl geçti. Anneannem, eniştem ve teyzem Hakk’ın rahmetine kavuştular. Ben ancak bunca yıl sonra bu mekâna gelince hatırlayabildim bu anımı. Bugün 70-75 yaşlarında olduklarını zannettiğim bu çift ile yaşadığımız günler bir bir canlandı gözümde. Onlar da bizi hatırlar mı bilemem, ama ben hiç unutmadığımı fark etmiştim o güzel çifti.

TAM kırk dokuz yıl sonra bir İstanbul seyahatimde, yolum Florya sahiline düşmüştü. Çocukluk yıllarımın o sahilde yaşanmış birçok anısı gözlerimin önünde canlandı. Yaz tatillerini iple çeker, takıntısız sınıf geçip bu güzel şehre gelebilmek için deli gibi çalışırdım. Fatih’te oturan teyzemin evinde kalırdık anneanneciğimle.

Canım anneannemin tam 21 torunu vardı ama içlerinde en sevdiği torunu bendim -övünmek gibi olmasın-. Yaz tatillerini hep onunla geçirmek, benim mutluluk kaynağımdı. Annem ve babam, kardeşlerim çok olduğundan fazla ilgilenemezlerdi benimle. En büyük çocukları olduğumdan, kardeşlerimle daha çok meşgul olmak zorunda idiler. Zaten evde olduğum zamanlar işler hep bana yaptırılırdı. Ama anneanneciğimin yanında kendimi prenses gibi hissederdim. Lezzetli yemeklerinin tadı, beraber gittiğimiz akraba ve eş dost ziyaretleri, Ankara sokaklarında birlikte dolaşmalarımız hâlâ dün gibi hatırımda. Onunla yaşadığım her hatıram, en ufak detayına kadar hafızamda. Bir çay bahçesinde oturup bir bardak çay içmek istediğimde yine anneannemle yaşamış olduğumuz ve yıllardır hiç unutmadığım, şimdi sizlerle paylaşacağım hatıram, bu sahilde yeniden canlandı gözümün önünde.

On üç on dört yaşlarındaydım. O doyamadığım yaz tatillerinden birinde canım İstanbul’a gelmiştik. Malûm, bu şehirde her yerden denize girmek mümkün değildir. Benim deniz tutkumu bilen anneanneciğim sık sık buraya, Florya plajına getirirdi beni. Tâ Fatih’ten Florya’ya gitmek çok zor olmasına rağmen hem de… Fatih’ten otobüsle Eminönü-Sirkeci’den trenle, bir saate yakın süren bir yolculuk sonunda varılırdı Florya Belediye Plajı’na.

Yine bir gün bu uzun yolculuktan sonra plajdaydık. Hintli bir aile ile tanışmıştık o sabah gittiğimizde. Yeni evlenmiş, balayı için Türkiye’ye gelmiş bir çift… Civarda bir otelde kalıyorlar ve sık sık plaja geliyorlarmış. Bizi çok sevdiler. Biz de onları tabiî... Artık bizim gittiğimiz günlerde onlar da geliyorlar, birlikte vakit geçiriyorduk. 

Genç kadın, Hint filmlerinde izlediğim kızlar gibi güzeldi. Eşi de yine tam da Hint filmlerinde oynayan oyuncular gibi yakışıklıydı. Teyzem ile Hint filmlerini hiç kaçırmadığımız için biliyordum o film yıldızlarını. Birlikte yemeklerimizi yiyor, çaylarımızı içiyorduk. Genç adam kayık kiralıyor, balık tutmak için denize açılırken bizi de alıyordu kayığa. Eşini, beni ve anneannemi memnun etmek için elinden geleni yapıyordu. Dostluğumuz o kadar ilerlemişti ki, tatil bitecek ve bir daha görüşemeyeceğiz diye hüzünleniyorduk. Artık daha erken saatlerde buluşup geç saatlerde ayrılıyorduk.

Güzel günler çok çabuk geçmiş ve genç çiftin memleketlerine dönme zamanı gelmişti. Son günün akşamında vedalaşmamız çok zor oldu. Genç kadın ve anneannem ağlıyor, genç adam hüzünlü… Ben çocuk olduğumdan, çok farkında olmasam da bir daha görüşemeyeceğiz diye üzülüyordum. Genç kadın eşine bir şeyler söylüyor, o da anneanneme tercüme ediyordu yarım yamalak Türkçesi ile.

Genç adam öğrencilik yıllarında bir vesile ile İstanbul’a gelmiş ve bir süre kalmış. Biraz Türkçe öğrenmiş o zaman. Eşi, “Ne olur, onlar da bizim memleketimize gelsinler, misafirimiz olsunlar, ağırlayalım onları! Ben bu teyzeyi ve torununu çok sevdim. Hiç unutmayacağım onları” diyormuş. Dillerimizi bilmeden, anlamadan, sadece bakışlar ve duygularla kurulan bu dostluk çok güzeldi. İki kaşının arasındaki simsiyah yapay ben, ayak bileğindeki halhal, burnundaki hızmanın anlamını öğrenmek istedim ama soramadım tabiî. Bir seferinde sahilde yakılmış olan ateşten arta kalan odunun isine parmağını bulayıp iki kaşımın arasına kendisininki gibi ben yapmıştı. Saçlarımı taramayı çok severdi denizden çıkıp giyindiğimizde.

Genç kadının bu sevecen yaklaşımı, ona bağlanmama sebep olmuştu kısa sürede. Daha sonraki yıllarda onu taklit etmek, onun gibi giyinmek, onun gibi yiyip içmek istemiştim.

Artık saat epey ilerlemişti ayrıldığımız akşam. Gideceğimiz yol uzun olduğundan, anneannem iyice telâşlanmıştı. Veda faslı bitti ve biz ayrılıp evin yolunu tuttuk. Onlar da ertesi gün ülkelerine gitmek üzere ayrılacaklardı İstanbul’dan. Ne bir adres, ne telefon almak aklımıza gelmişti.

Geç bir saatte eve geldik. Teyzem ve eniştem meraktan çıldırmışlardı. O zamanlar cep telefonu gibi bir imkân yoktu. Haber alıp verebilmek güçtü. Ben yatmak üzere odaya geçtim. Anneannem de namaz kılıp gelecekti. Onunla yatardım her gece. Tam uykuya dalacağım sırada anneanneciğimin feryâdı ile fırladım. Salona girdiğimde, seccadenin üzerinde, önünde çantası ve üzerine açılmış bir çıkın içinde çok miktardaki altın takıya bakarak ellerini dizlerine vurup “Aptal Fatma!” diye dövündüğünü gördüm. Bir süre kendine gelemedi kadıncağız.

Teyzem ve eniştem şaşkındı. Biraz sakinleşince anlatmaya başladı. Sonradan, o gördüğüm bir çıkın takının, Hindistan’da gelinlere takılan takılar olduğunu öğrenecektim. Çok miktarda bilezik, yüzük, küpe, gerdanlık, bileklik ve liralar doluydu çıkında. Meğer plajdaki her buluşmamızda, yeni gelin, otelde bırakmak istemediği için çıkını yanında getiriyor, orada kaldığımız sürece anneanneme teslim ediyormuş. Çünkü anneannem hiç ayrılmıyordu eşyalarımızın başından. O gün de aynısını yapmış, erken saatte buluştuğumuzda altınları emanet etmişti anneanneme.

Saatler geçmiş, hava kararmaya başlayıp da telâşla toparlanıp ayrılınca anneannemde unutulmuştu emanetler. Çantanın en dip tarafına konulduğundan -başına bir şey gelmesin diye-, toparlanma sırasında görmeyip aklından çıkmıştı. Eve gelip ıslak mayo ve havlumu çıkarırken, çantada görünce âdeta delirmişti anneannem. Ben hiç farkına varmamıştım on beş gün boyunca o emanetlerin. Ne kaldıkları oteli, ne semtini bildiğimiz için, eniştem,  anneannem ve teyzem kara kara düşünmeye başladılar. Hayıflanarak dövünüp durdu anneannem. 

Ertesi sabah erkenden, eniştem Florya plajına gitti. Ve ondan sonraki günlerde de o plajda genç çifti aradı. Herkese sordu. Telefon numarası bıraktı insanlara. Bu durum ara ara bir ay boyunca devam etti. Ve sonunda pes etti adamcağız. Şimdi ne olacaktı? Ne yapacaktık bu kadar altını?

Sonunda aile büyüklerinden bu konularda bilgisi olan birine soruldu. O da, “Bir yıl bekleyin, herkese tembihlemişsiniz. Bir haber çıkabilir. Eğer sonuç çıkmazsa satıp bir hayır kuruluşuna o çiftin niyetine hibe edin” dedi.

Biz artık gelişmeleri Ankara’dan takip ediyorduk. Tatil bitmiş, okullar açılmış, dönmek zorunda kalmıştık. Bu şekilde bir yıl geçmiş, biz yine anneanneciğimle İstanbul yolunu tutmuştuk. Sık sık yine bu sahile, denize geliyorduk ve gözlerimiz hep o genç çifti arıyordu. Ama hiç göremedik bir daha onları. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Teyzem ve eniştem için büyük sıkıntı olmuştu bu yüksek miktardaki altınlar. Sonunda kararlarını verip kuyumcuya gidildi. O yıllara göre epey bir meblağ tutmuştu. Kuyumcu bir seferde hepsini alamamıştı. Bir başka kuyumcuya da kalanı bozdurup bir cami derneğine bağış yapıldı. İmam efendi şaşırmış kalmış bu durum karşısında. Sonunda Hintli genç çiftin hayrına dernek bütçesine aktarılmıştı. İnşallah sevap hanelerine işlenmiştir bu hayırları.

Aradan elli yıl geçti. Anneannem, eniştem ve teyzem Hakk’ın rahmetine kavuştular. Ben ancak bunca yıl sonra bu mekâna gelince hatırlayabildim bu anımı. Bugün 70-75 yaşlarında olduklarını zannettiğim bu çift ile yaşadığımız günler bir bir canlandı gözümde. Onlar da bizi hatırlar mı bilemem, ama ben hiç unutmadığımı fark etmiştim o güzel çifti.

“Eğer yaşıyorlarsa, kulakları çınlasın” dedim içimden, “Ölmüşlerse Allah rahmetini esirgemesin üzerlerinden”.

Bildiğim ve hiç unutamadığım bir şey de, rahmetli anneanneciğimin ölünceye kadar bu hatıranın etkisinden hiç kurtulamadığı idi.