TAM kırk dokuz yıl
sonra bir İstanbul seyahatimde, yolum Florya sahiline düşmüştü. Çocukluk yıllarımın
o sahilde yaşanmış birçok anısı gözlerimin önünde canlandı. Yaz tatillerini
iple çeker, takıntısız sınıf geçip bu güzel şehre gelebilmek için deli gibi
çalışırdım. Fatih’te oturan teyzemin evinde kalırdık anneanneciğimle.
Canım
anneannemin tam 21 torunu vardı ama içlerinde en sevdiği torunu bendim -övünmek
gibi olmasın-. Yaz tatillerini hep onunla geçirmek, benim mutluluk kaynağımdı. Annem
ve babam, kardeşlerim çok olduğundan fazla ilgilenemezlerdi benimle. En büyük
çocukları olduğumdan, kardeşlerimle daha çok meşgul olmak zorunda idiler. Zaten
evde olduğum zamanlar işler hep bana yaptırılırdı. Ama anneanneciğimin yanında
kendimi prenses gibi hissederdim. Lezzetli yemeklerinin tadı, beraber
gittiğimiz akraba ve eş dost ziyaretleri, Ankara sokaklarında birlikte
dolaşmalarımız hâlâ dün gibi hatırımda. Onunla yaşadığım her hatıram, en ufak
detayına kadar hafızamda. Bir çay bahçesinde oturup bir bardak çay içmek
istediğimde yine anneannemle yaşamış olduğumuz ve yıllardır hiç unutmadığım,
şimdi sizlerle paylaşacağım hatıram, bu sahilde yeniden canlandı gözümün
önünde.
On
üç on dört yaşlarındaydım. O doyamadığım yaz tatillerinden birinde canım
İstanbul’a gelmiştik. Malûm, bu şehirde her yerden denize girmek mümkün
değildir. Benim deniz tutkumu bilen anneanneciğim sık sık buraya, Florya plajına
getirirdi beni. Tâ Fatih’ten Florya’ya gitmek çok zor olmasına rağmen hem de…
Fatih’ten otobüsle Eminönü-Sirkeci’den trenle, bir saate yakın süren bir
yolculuk sonunda varılırdı Florya Belediye Plajı’na.
Yine
bir gün bu uzun yolculuktan sonra plajdaydık. Hintli bir aile ile tanışmıştık o
sabah gittiğimizde. Yeni evlenmiş, balayı için Türkiye’ye gelmiş bir çift…
Civarda bir otelde kalıyorlar ve sık sık plaja geliyorlarmış. Bizi çok
sevdiler. Biz de onları tabiî... Artık bizim gittiğimiz günlerde onlar da geliyorlar,
birlikte vakit geçiriyorduk.
Genç
kadın, Hint filmlerinde izlediğim kızlar gibi güzeldi. Eşi de yine tam da Hint
filmlerinde oynayan oyuncular gibi yakışıklıydı. Teyzem ile Hint filmlerini hiç
kaçırmadığımız için biliyordum o film yıldızlarını. Birlikte yemeklerimizi
yiyor, çaylarımızı içiyorduk. Genç adam kayık kiralıyor, balık tutmak için
denize açılırken bizi de alıyordu kayığa. Eşini, beni ve anneannemi memnun
etmek için elinden geleni yapıyordu. Dostluğumuz o kadar ilerlemişti ki, tatil
bitecek ve bir daha görüşemeyeceğiz diye hüzünleniyorduk. Artık daha erken
saatlerde buluşup geç saatlerde ayrılıyorduk.
Güzel
günler çok çabuk geçmiş ve genç çiftin memleketlerine dönme zamanı gelmişti.
Son günün akşamında vedalaşmamız çok zor oldu. Genç kadın ve anneannem ağlıyor,
genç adam hüzünlü… Ben çocuk olduğumdan, çok farkında olmasam da bir daha
görüşemeyeceğiz diye üzülüyordum. Genç kadın eşine bir şeyler söylüyor, o da
anneanneme tercüme ediyordu yarım yamalak Türkçesi ile.
Genç
adam öğrencilik yıllarında bir vesile ile İstanbul’a gelmiş ve bir süre kalmış.
Biraz Türkçe öğrenmiş o zaman. Eşi, “Ne olur, onlar da bizim memleketimize
gelsinler, misafirimiz olsunlar, ağırlayalım onları! Ben bu teyzeyi ve torununu
çok sevdim. Hiç unutmayacağım onları” diyormuş. Dillerimizi bilmeden, anlamadan,
sadece bakışlar ve duygularla kurulan bu dostluk çok güzeldi. İki kaşının
arasındaki simsiyah yapay ben, ayak bileğindeki halhal, burnundaki hızmanın
anlamını öğrenmek istedim ama soramadım tabiî. Bir seferinde sahilde yakılmış
olan ateşten arta kalan odunun isine parmağını bulayıp iki kaşımın arasına
kendisininki gibi ben yapmıştı. Saçlarımı taramayı çok severdi denizden çıkıp
giyindiğimizde.
Genç
kadının bu sevecen yaklaşımı, ona bağlanmama sebep olmuştu kısa sürede. Daha
sonraki yıllarda onu taklit etmek, onun gibi giyinmek, onun gibi yiyip içmek
istemiştim.
Artık
saat epey ilerlemişti ayrıldığımız akşam. Gideceğimiz yol uzun olduğundan,
anneannem iyice telâşlanmıştı. Veda faslı bitti ve biz ayrılıp evin yolunu
tuttuk. Onlar da ertesi gün ülkelerine gitmek üzere ayrılacaklardı
İstanbul’dan. Ne bir adres, ne telefon almak aklımıza gelmişti.
Geç
bir saatte eve geldik. Teyzem ve eniştem meraktan çıldırmışlardı. O zamanlar
cep telefonu gibi bir imkân yoktu. Haber alıp verebilmek güçtü. Ben yatmak
üzere odaya geçtim. Anneannem de namaz kılıp gelecekti. Onunla yatardım her
gece. Tam uykuya dalacağım sırada anneanneciğimin feryâdı ile fırladım. Salona
girdiğimde, seccadenin üzerinde, önünde çantası ve üzerine açılmış bir çıkın
içinde çok miktardaki altın takıya bakarak ellerini dizlerine vurup “Aptal
Fatma!” diye dövündüğünü gördüm. Bir süre kendine gelemedi kadıncağız.
Teyzem
ve eniştem şaşkındı. Biraz sakinleşince anlatmaya başladı. Sonradan, o gördüğüm
bir çıkın takının, Hindistan’da gelinlere takılan takılar olduğunu
öğrenecektim. Çok miktarda bilezik, yüzük, küpe, gerdanlık, bileklik ve liralar
doluydu çıkında. Meğer plajdaki her buluşmamızda, yeni gelin, otelde bırakmak
istemediği için çıkını yanında getiriyor, orada kaldığımız sürece anneanneme teslim
ediyormuş. Çünkü anneannem hiç ayrılmıyordu eşyalarımızın başından. O gün de
aynısını yapmış, erken saatte buluştuğumuzda altınları emanet etmişti anneanneme.
Saatler
geçmiş, hava kararmaya başlayıp da telâşla toparlanıp ayrılınca anneannemde
unutulmuştu emanetler. Çantanın en dip tarafına konulduğundan -başına bir şey
gelmesin diye-, toparlanma sırasında görmeyip aklından çıkmıştı. Eve gelip
ıslak mayo ve havlumu çıkarırken, çantada görünce âdeta delirmişti anneannem. Ben
hiç farkına varmamıştım on beş gün boyunca o emanetlerin. Ne kaldıkları oteli,
ne semtini bildiğimiz için, eniştem, anneannem ve teyzem kara kara düşünmeye
başladılar. Hayıflanarak dövünüp durdu anneannem.
Ertesi
sabah erkenden, eniştem Florya plajına gitti. Ve ondan sonraki günlerde de o
plajda genç çifti aradı. Herkese sordu. Telefon numarası bıraktı insanlara. Bu
durum ara ara bir ay boyunca devam etti. Ve sonunda pes etti adamcağız. Şimdi
ne olacaktı? Ne yapacaktık bu kadar altını?
Sonunda
aile büyüklerinden bu konularda bilgisi olan birine soruldu. O da, “Bir yıl
bekleyin, herkese tembihlemişsiniz. Bir haber çıkabilir. Eğer sonuç çıkmazsa
satıp bir hayır kuruluşuna o çiftin niyetine hibe edin” dedi.
Biz
artık gelişmeleri Ankara’dan takip ediyorduk. Tatil bitmiş, okullar açılmış,
dönmek zorunda kalmıştık. Bu şekilde bir yıl geçmiş, biz yine anneanneciğimle
İstanbul yolunu tutmuştuk. Sık sık yine bu sahile, denize geliyorduk ve
gözlerimiz hep o genç çifti arıyordu. Ama hiç göremedik bir daha onları. Artık
yapılacak bir şey kalmamıştı. Teyzem ve eniştem için büyük sıkıntı olmuştu bu
yüksek miktardaki altınlar. Sonunda kararlarını verip kuyumcuya gidildi. O
yıllara göre epey bir meblağ tutmuştu. Kuyumcu bir seferde hepsini alamamıştı.
Bir başka kuyumcuya da kalanı bozdurup bir cami derneğine bağış yapıldı. İmam
efendi şaşırmış kalmış bu durum karşısında. Sonunda Hintli genç çiftin hayrına
dernek bütçesine aktarılmıştı. İnşallah sevap hanelerine işlenmiştir bu
hayırları.
Aradan
elli yıl geçti. Anneannem, eniştem ve teyzem Hakk’ın rahmetine kavuştular. Ben
ancak bunca yıl sonra bu mekâna gelince hatırlayabildim bu anımı. Bugün 70-75
yaşlarında olduklarını zannettiğim bu çift ile yaşadığımız günler bir bir
canlandı gözümde. Onlar da bizi hatırlar mı bilemem, ama ben hiç unutmadığımı
fark etmiştim o güzel çifti.
“Eğer
yaşıyorlarsa, kulakları çınlasın” dedim içimden, “Ölmüşlerse Allah rahmetini
esirgemesin üzerlerinden”.
Bildiğim ve hiç unutamadığım bir şey de, rahmetli anneanneciğimin ölünceye kadar bu hatıranın etkisinden hiç kurtulamadığı idi.