Emanet o ki, yerine yakışandır!

“Yaptığımız iyiliğe” bakalım önce. Maksat övmek veya övülmek elbette ki değilken, yine de bir takdir yapılacaksa, iyiliklerin önünü açacak kimi olumlu değerlendirmeler veya bir hakkı teslim etmek olacaksa amaç, burada da nazarlar şahıstan önce ve daha ziyade “yapılan iyiliğe” yöneltilmelidir. Yanıldığımız yer ise, anıldığımız yerin fazla oluşudur.

BİR yanımızda mânâ, öbür yanımız kelâm... Bir yanımızda üslûp, öbür yanımız kaos… Bir yanımızda ruh, öbür yanımız dünya... Bir yanımız hatıra, öbür yanda istikbâl... Bir yanımız estetik, öbür yanımız sanat... Bir yanımızda ego, öbür yanda tevazu... Bir yanımız eğitim, öbür yanımız şuur...

Cümleyi eksiltili değil de normal bir seyirde devam ettirmediğimiz sürece işbu sözümüzün, en başından itibaren okuduğumuzda bir çeşniye, bir zenginliğe işaret eder gibi görünen, ancak bu satıra gelince resmini görmeye başlayacağımız bir son dönem hâlet-i ruhiyemizin sadece dağınıklığını ifade etmek üzere kurulduğu belli olmayacaktır.

Sözü uzatmamak adına türevlerini kısa tuttuğumuz yukarıdaki eksiltili cümleler, son dönemde en büyüğünden en küçüğüne, bizi üzen olayların neticesinde dahi neredeyse ve maalesef değişikliğe fazla uğramayan yarım ve doğrular içinde olduğu hâlde, bakış açısı yanlışa kurgulanmış yaralı taraflarımızı/yaralı yaklaşımlarımızı ifade etmektedir. Zira hayatın içinde omzumuzda olması lazım gelen asıl yük ile hâlihazırdaki yükün farkında olmadan -pençesinde kıvrandığımızın idrakine var(a)madan- birbiriyle uyumsuz dünyevî unsurları bilerek veya aldanarak biriktirmeye devam ediyoruz. Yine bu mantığa bürünme bakış açısıyla, dünyevî olmasa da dünyevî bir ambalaja sardığımız inançlarımızla yaşamaya devam ediyoruz.

(Asıl zenginliği, çoklukta değil uyumda; çeşitliliği, yaşamın farklı parçalarında/alanlarında değil, hayatın aslî niyet ve hakikî lezzetlerinde aramalıyız.)

Peki, bunu yapmak ne mümkün, ne ile mümkün?

Yaşadığımız yer dünya ise, kendimizi uzay boşluğunda gibi hissedemeyiz. Ayağımız yere basıyor ise biz de dünyanın bir parçasıyız. İşin temelinde dünya dahi -hâşâ- başıboş olarak gökyüzünde asılı duruyor değildir. O da bir emanet olarak her dem bir nizam, bir çizgi ve bir emir ve hikmet üzere hareket etmektedir. Dünya, verilen emirden çıkmadığı için yörüngesinden ve çizgisinden şaşmamaktadır. Biz de çizgimizi ve ahengimizi İlâhî emre kulak vererek dengelemez isek, çizgiden sapmaları göze almış sayılırız.

Bizler için aslolan ise, bu dünyada en küçüğünden en büyüğüne kadar -görecelikten çok ötede- hakikî bir iyiliğin sınırını genişleterek o alanda buna muvafık bir çizgide ömrünü tamamlamaktır.

“İyilik” mi dedik? “İyilik” deyince içimiz ne ölçüde, hangi minvâlde titredi/titriyor? İyiliğe bulanık bir su içiriyor olmanın, ona yamalı veya yırtık bir elbise giydiriyor olmanın korkusunu ne kadar yaşıyoruz? Dolayısıyla eleştirirken “Yapılan iyilik…” diyerek başlamayalım. “Yaptığımız iyiliğe” bakalım önce. Maksat övmek veya övülmek elbette ki değilken, yine de bir takdir yapılacaksa, iyiliklerin önünü açacak kimi olumlu değerlendirmeler veya bir hakkı teslim etmek olacaksa amaç, burada da nazarlar şahıstan önce ve daha ziyade “yapılan iyiliğe” yöneltilmelidir. Yanıldığımız yer ise, anıldığımız yerin fazla oluşudur. İyi eylem kişiselleştirilince, özneler misafirlikten ve dünyada kiracı olmaktan ziyade ev sahipliğini daima tercihe meylediyorsa, işin rengi de öznelerin birbirini takdiri veya taltifinden ibaret bir düzleme “düşmüş” olur.

O hâlde güzel ve doğru yapılan işlerin nicelik olarak olmasa da her zaman nitelik bakımından sahip olduğu değerde ve yerde olacağını yâdımızda tutmamız evlâ olandır. Bir diğer ifadeyle sayılarla değil öz ve içerik ile -öz ve içerik derken de eylem/davranış ile sebep ve neticesinin- öznenin özüyle ne kadar içkin olduğu önem arz ettiği sürece taşlar, oturdukları yerlerin emanet olduğunu unutmadan -ancak emanet gibi de durmadan- yerine oturacaktır.

Emanet o ki, yerine yakışandır!

Hoşumuza giden her güzellik kalıcı değildir, olamaz da. Varlığımızın veya emanetliğimizin hangi öğesine ait bir hoşnutluktan bahsediyor isek, bu noktada en başından itibaren söz konusu hoşnutluğun diğer başlığı da o olacaktır. Ancak ister geçici güzellik olsun, ister kalıcı, bu durum, emanetin yerine yakışmasını elbette ki gölgelememelidir. Emanetin yerine yakışması, o emanete ne kadar ve nasıl sahip çıktığımız ile de doğru orantılıdır. Bu noktada “Ne kadar?” sorusu sorumluluk bilincimizi, “Nasıl?” ise emanete karşı üslûbumuzu ortaya koyar.

Emanete sahip çıkmayı bir kısa hikâye, üslûbumuzu ise bir küçük örnek ile açıklamaya çalışalım. O hikâyeyi özetlersek…

“Adamın biri, sabahın karanlığında hamama gitmek üzere yola çıkar ve bir arkadaşıyla karşılaşır. Ona da uygun ise beraber gitmeyi teklif eder. Fikri kabul etse de, o arkadaş yolda tekrar bu fikrinden vazgeçer. Adam hamama girmek üzereyken ve henüz karanlık iken, biraz uzakta olan bir yankesiciyi az önceki arkadaşı zannederek parasını ona emanet eder. Hamam dönüşü yankesici adama, ‘Gel ve bu emanet paranı al ki işimi yapmama engel olma!’ der. Adam, ‘Sen kimsin?’ deyince, yaptığı mesleği söyler. ‘Peki, niye benim paramı geri verdin?’ diye soran adama ise, ‘Çünkü sen bunu bana emanet ettin; eğer emanet olarak vermeseydin ve ben mesleğimi icra etseydim, bu paradan sana bir dirhem dahi vermezdim’ der.”

Yaptığı iş ve yaşantısı doğru istikamette olmasa dahi emanete sahip çıkan yankesicinin emanet konusundaki yaklaşımı ve üslûbu, basit gibi görünen çok kıymetli bir örnektir.

Üslûp konusundaki örneği ise şöyle izah etmeye çalışalım: Birine selâm vermek veya biri aracılığıyla selâm göndermek, yapılması kolay görünen bir emanet ise de yerine getirirken veya yerine getirmekten kaçınırken ancak üslûbumuzu ortaya koyarız. Selâmı “başı ve kalbi üzerinde işaret ederek, kabul ederek” veren ve aynı şekilde bir başkasına emanet olarak ileten kadim kültürümüzün varlığı ile -günümüzün- “Selâm verip borçlu çıkmayalım”, “Üstümüze selâm da olsa borç almayalım” yaklaşımı arasındaki üslûp farkı, mahiyeti ne olursa olsun, emanete yaklaşım tarzımızı da izah etmeye ziyadesiyle yetecektir.

Hülâsa şudur ki, hayatın evveli ya ahiri, bugünü yahut dünü ya da şimdiki anı olsun...

Yerimize yakışıyor muyuz? Evet, işte mesele!

“Bir yanda” diye başlamıştık, yine öyle bitirelim: Bir yanda, bin yıl da yaşasak, emaneti teslim ettiğimizde, “Her emanet yakıştı da ölüm üstünde emanet durdu be!” ve öbür yanda, emaneti çok genç de teslim etsek, “Emanetleriyle yakışmazdı pek, ama ölüm üstünde fena durmadı be!” cümlelerinin hangisine muhatap olacağımızı çok kez daha düşünmemiz icap ediyor aziz dostlar!

Buyurun, kendi emanetliğimiz ile diğer emanetler arasındaki uyuma teslim edelim ruhumuzu ve yerimize yakışalım…

Bizler birer emanetiz ve O’na emanetiz...