
BİR yanımızda mânâ,
öbür yanımız kelâm... Bir yanımızda üslûp, öbür yanımız kaos… Bir yanımızda
ruh, öbür yanımız dünya... Bir yanımız hatıra, öbür yanda istikbâl... Bir
yanımız estetik, öbür yanımız sanat... Bir yanımızda ego, öbür yanda tevazu...
Bir yanımız eğitim, öbür yanımız şuur...
Cümleyi
eksiltili değil de normal bir seyirde devam ettirmediğimiz sürece işbu
sözümüzün, en başından itibaren okuduğumuzda bir çeşniye, bir zenginliğe işaret
eder gibi görünen, ancak bu satıra gelince resmini görmeye başlayacağımız bir
son dönem hâlet-i ruhiyemizin sadece dağınıklığını ifade etmek üzere kurulduğu
belli olmayacaktır.
Sözü
uzatmamak adına türevlerini kısa tuttuğumuz yukarıdaki eksiltili cümleler, son
dönemde en büyüğünden en küçüğüne, bizi üzen olayların neticesinde dahi
neredeyse ve maalesef değişikliğe fazla uğramayan yarım ve doğrular içinde
olduğu hâlde, bakış açısı yanlışa kurgulanmış yaralı taraflarımızı/yaralı
yaklaşımlarımızı ifade etmektedir. Zira hayatın içinde omzumuzda olması lazım
gelen asıl yük ile hâlihazırdaki yükün farkında olmadan -pençesinde
kıvrandığımızın idrakine var(a)madan- birbiriyle uyumsuz dünyevî unsurları
bilerek veya aldanarak biriktirmeye devam ediyoruz. Yine bu mantığa bürünme bakış
açısıyla, dünyevî olmasa da dünyevî bir ambalaja sardığımız inançlarımızla
yaşamaya devam ediyoruz.
(Asıl zenginliği,
çoklukta değil uyumda; çeşitliliği, yaşamın farklı parçalarında/alanlarında
değil, hayatın aslî niyet ve hakikî lezzetlerinde aramalıyız.)
Peki,
bunu yapmak ne mümkün, ne ile mümkün?
Yaşadığımız
yer dünya ise, kendimizi uzay boşluğunda gibi hissedemeyiz. Ayağımız yere
basıyor ise biz de dünyanın bir parçasıyız. İşin temelinde dünya dahi -hâşâ- başıboş
olarak gökyüzünde asılı duruyor değildir. O da bir emanet olarak her dem bir
nizam, bir çizgi ve bir emir ve hikmet üzere hareket etmektedir. Dünya, verilen
emirden çıkmadığı için yörüngesinden ve çizgisinden şaşmamaktadır. Biz de
çizgimizi ve ahengimizi İlâhî emre kulak vererek dengelemez isek, çizgiden
sapmaları göze almış sayılırız.
Bizler
için aslolan ise, bu dünyada en küçüğünden en büyüğüne kadar -görecelikten çok
ötede- hakikî bir iyiliğin sınırını genişleterek o alanda buna muvafık bir
çizgide ömrünü tamamlamaktır.
“İyilik”
mi dedik? “İyilik” deyince içimiz ne ölçüde, hangi minvâlde titredi/titriyor? İyiliğe
bulanık bir su içiriyor olmanın, ona yamalı veya yırtık bir elbise giydiriyor
olmanın korkusunu ne kadar yaşıyoruz? Dolayısıyla eleştirirken “Yapılan iyilik…”
diyerek başlamayalım. “Yaptığımız iyiliğe” bakalım önce. Maksat övmek veya
övülmek elbette ki değilken, yine de bir takdir yapılacaksa, iyiliklerin önünü
açacak kimi olumlu değerlendirmeler veya bir hakkı teslim etmek olacaksa amaç,
burada da nazarlar şahıstan önce ve daha ziyade “yapılan iyiliğe”
yöneltilmelidir. Yanıldığımız yer ise, anıldığımız yerin fazla oluşudur. İyi
eylem kişiselleştirilince, özneler misafirlikten ve dünyada kiracı olmaktan
ziyade ev sahipliğini daima tercihe meylediyorsa, işin rengi de öznelerin
birbirini takdiri veya taltifinden ibaret bir düzleme “düşmüş” olur.
O
hâlde güzel ve doğru yapılan işlerin nicelik olarak olmasa da her zaman nitelik
bakımından sahip olduğu değerde ve yerde olacağını yâdımızda tutmamız evlâ
olandır. Bir diğer ifadeyle sayılarla değil öz ve içerik ile -öz ve içerik
derken de eylem/davranış ile sebep ve neticesinin- öznenin özüyle ne kadar
içkin olduğu önem arz ettiği sürece taşlar, oturdukları yerlerin emanet
olduğunu unutmadan -ancak emanet gibi de durmadan- yerine oturacaktır.
Emanet o ki,
yerine yakışandır!
Hoşumuza
giden her güzellik kalıcı değildir, olamaz da. Varlığımızın veya
emanetliğimizin hangi öğesine ait bir hoşnutluktan bahsediyor isek, bu noktada
en başından itibaren söz konusu hoşnutluğun diğer başlığı da o olacaktır. Ancak
ister geçici güzellik olsun, ister kalıcı, bu durum, emanetin yerine
yakışmasını elbette ki gölgelememelidir. Emanetin yerine yakışması, o emanete
ne kadar ve nasıl sahip çıktığımız ile de doğru orantılıdır. Bu noktada “Ne
kadar?” sorusu sorumluluk bilincimizi, “Nasıl?” ise emanete karşı üslûbumuzu
ortaya koyar.
Emanete
sahip çıkmayı bir kısa hikâye, üslûbumuzu ise bir küçük örnek ile açıklamaya
çalışalım. O hikâyeyi özetlersek…
“Adamın
biri, sabahın karanlığında hamama gitmek üzere yola çıkar ve bir arkadaşıyla
karşılaşır. Ona da uygun ise beraber gitmeyi teklif eder. Fikri kabul etse de,
o arkadaş yolda tekrar bu fikrinden vazgeçer. Adam hamama girmek üzereyken ve
henüz karanlık iken, biraz uzakta olan bir yankesiciyi az önceki arkadaşı
zannederek parasını ona emanet eder. Hamam dönüşü yankesici adama, ‘Gel ve bu
emanet paranı al ki işimi yapmama engel olma!’ der. Adam, ‘Sen kimsin?’ deyince,
yaptığı mesleği söyler. ‘Peki, niye benim paramı geri verdin?’ diye soran adama
ise, ‘Çünkü sen bunu bana emanet ettin; eğer emanet olarak vermeseydin ve ben
mesleğimi icra etseydim, bu paradan sana bir dirhem dahi vermezdim’ der.”
Yaptığı
iş ve yaşantısı doğru istikamette olmasa dahi emanete sahip çıkan yankesicinin
emanet konusundaki yaklaşımı ve üslûbu, basit gibi görünen çok kıymetli bir
örnektir.
Üslûp
konusundaki örneği ise şöyle izah etmeye çalışalım: Birine selâm vermek veya
biri aracılığıyla selâm göndermek, yapılması kolay görünen bir emanet ise de
yerine getirirken veya yerine getirmekten kaçınırken ancak üslûbumuzu ortaya
koyarız. Selâmı “başı ve kalbi üzerinde işaret ederek, kabul ederek” veren ve
aynı şekilde bir başkasına emanet olarak ileten kadim kültürümüzün varlığı ile -günümüzün-
“Selâm verip borçlu çıkmayalım”, “Üstümüze selâm da olsa borç almayalım”
yaklaşımı arasındaki üslûp farkı, mahiyeti ne olursa olsun, emanete yaklaşım
tarzımızı da izah etmeye ziyadesiyle yetecektir.
Hülâsa
şudur ki, hayatın evveli ya ahiri, bugünü yahut dünü ya da şimdiki anı olsun...
Yerimize
yakışıyor muyuz? Evet, işte mesele!
“Bir
yanda” diye başlamıştık, yine öyle bitirelim: Bir yanda, bin yıl da yaşasak,
emaneti teslim ettiğimizde, “Her emanet yakıştı da ölüm üstünde emanet durdu
be!” ve öbür yanda, emaneti çok genç de teslim etsek, “Emanetleriyle yakışmazdı
pek, ama ölüm üstünde fena durmadı be!” cümlelerinin hangisine muhatap
olacağımızı çok kez daha düşünmemiz icap ediyor aziz dostlar!
Buyurun,
kendi emanetliğimiz ile diğer emanetler arasındaki uyuma teslim edelim ruhumuzu
ve yerimize yakışalım…
Bizler birer emanetiz ve O’na emanetiz...