
“SİZİ çamurdan yaratan, sonra da (öleceğiniz zamanın) müddetini belirleyen O’dur. (Diriliş zamanının) müddeti O’nun yanındadır. Sonra siz (hâlâ) şüphe edersiniz.” (En’am, 2)
Bir dizide geçiyordu, muhatabı, yaşlı bir adama soruyordu: “İnsan ne için yaratılmıştır Ciritçi Abdullah?”
Bu soru üzerine diyalog şöyle gelişiyordu:
-İnsan, içerisinde vahşi at gibi bir asiliği taşır, “nefs” derler adına, bildin mi?
-Ehlileşmez mi peki bu at? Hep doludizgin gitmek mi ister?
-Marifet bu ya, işte içindeki bu vahşi at, kendisini ehlileştirebilene binek olur. İnsanı alır, sefillerin en sefilinden yücelerin en yücesine çıkarır. Ehlileştiremeyeni de alır, sefillerin en sefiline, esfel-i safiline indirir.
-Peki, nedir insan? Ne söyleyebilirsin insan hakkında?
-İnsan bir muammadır Ciritçi Abdullah. İnsanoğlu bir muammadır.
-Peki, bu muammanın hamuru nedir?
-Hamuru cahillik, mayası nisyandır.
-Peki, ateşi nedir?
-Ateşi nankörlük, fırını da acıdır Ciritçi Abdullah. İnsanoğlunun fırını acıdır, elemdir, kederdir.
-Peki, pişince ne olur insan?
-Pişince kâinat olur. Bu ufacık bedenin içinden sonsuzluğa açılan bir kapı olur.
-İnsan denen bu çamurdan yaratılmış varlık neden var, neden varız? Cevabını bulabildin mi?
- Görmek, bilmek, şahitlik etmek için varız…
Evet, biz görmek, bilmek, bulmak için varız. Rabbimiz, “Bilinmezdim, bilinmek istedim” ayetinde bize bunu da söylüyor. Görmek gözle değil, hisle. Bilmek lafla değil, önce akıl, sonra kalple. Bulmak ise nasip işi bizlere. Görmez ki insan, aslında ta kendisinin içinde O’ndan izler, işaretler var. Görmeyi göze bırakırsak, o ancak görmek istediğini görür. Esas görünmeyene “hazine” denir. Ki herkes görebilseydi hazine olmazdı. Demek ki görmek nasip işi bizler için. “Bizler şahitlik etmek için varız” demişti ihtiyar efendi, şahitlik etmek başlı başına var olanı görmek, bilmek ve bildiğinden emin olmayı getirir. İnsan, gözlem üzerinden elde ettiği bilgiye göre hayatın kodlarını belirler. Hayatın düsturunu ve akışını bizzat kendi hayat tecrübesinden edinir ve bu gözlem süreci onun anlam dünyasını da biçimlendirir.
Örneğin, hayatın kendi rutin dinamiği içinde sürekli değişimi gözleyen biri, geçici bir dünyada ve geçici özellikler taşıyan hayatın içinde yer aldığını fark eder. Bu geçicilik onda kalıcı bir şeylerin varlığının olup olmadığını soruşturmasına zemin oluşturur. Sonra fark eder ki hayat, evet, değişim üzerine bina edilmiş. Ama bu değişime rağmen kalıcı unsurları da içinde taşımakta. Gece ve gündüz, ay ve güneşin döngüsü, mevsimlerin değişimi, insanların ölümü ve doğumu, tokluk ve açlık, yorgunluk ve dinginlik gibi hep değişimin kriterlerini oluşturan bu geçicilik kendi içinde kalıcılığı da taşıyor.
Kopmayan, sürekli tekrarlayan rutinin içindeki ahengi, düzeni, bizzat akışın devamını sağlayan bu nizamı görüp şahadet etmek, bu sistem bütününü kuran kudretin olduğu gerçeğine bizi götürür. Demek ki insan, aslında bir yönüyle de şahit olmak, şahitlik etmek için var kılınmıştır.
Günümüz dünyasının kör eden ışığıyla birlikte en kirli, en kara putlarıyla etrafımızı ördüğü bir çağdan geçiyoruz. Hakikat bin parçaya bölünmüş. Yıkık dökük viranelerin içerisine hapsedilmiş insan ruhuna empoze edilmeye doyulamayan dayatmalar varken, insanın sırf kendisine, inancımızın insan hakkındaki söylediklerine, bizi “biz” olmaktan koparmadan yer açabilen bir kabul var mı?
Gerçeğin kırılan fay hatlarında hayatta kalan hayatın içinde adeta el yordamıyla duvarları yoklayarak yol almaya çabalıyoruz. Geçtiğimiz bu zor zamanların suyu onlarca yıldır bulanık. Bu bulanıklık içerisinde başımızı kaldırıp ufka baktığımızda, kirli bir havanın oluşturduğu toz bulutu içerisinde bırakalım ufku görmeyi, bir metre önümüzü bile net seçemiyoruz.
“Asra yemin olsun ki insanoğlu hüsrandadır” der Yaratan’ımız. İnsanlığın bugünkü en büyük yanılgısı, kalbinin bağını Allah’tan kopararak eşyaya ve güce bağlamasında yatıyor. Bu bağlanmayı öyle ölçülü bir bağlanış sanmayın. Çağımızda gönül tarlasına durmadan put dikmekle meşgul nice insan var. Kendi tükettiği eşyaya, kendi kurduğu sisteme veya sahip olduğu variyete tapmak yoluyla kendine tapmaya çalışmakta belki de.
Yaratan’ın var kıldığı âlemde şeref bahşettiği insanın bugünkü hayatına dönüp bakan, onu anlamaya, ona bahşedilen şerefe halel getirmemeye çalışarak ona alan açan bir hayat nosyonu bulabiliyor muyuz?
İslâm’ın tanımladığı Müslüman insan kimin gözünde muteber? Hangi sosyal denklemin içine dâhil ediliyor İslâm’ın tanımladığı insan kavramı?
Oysa insan, en şerefli yaratılandır. Var kılınmış, şahitlik etmesi beklenmiş, düşünmesi ve gözlemlemesi, anlaması ve idrak etmesi istenmiş... “Ol” deyince her şeyin olduğu iradenin misafiri olmak ne büyük bir onur aslında bizim için. Ne diyordu Üstad Necip Fazıl: “Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir./ Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.”