
BİLGİSAYARIMIN başına kadını
yazmak için oturdum. Sonra zihnime bir soru takıldı. Bu, esasında bir ayrım
değil mi? Yaratılış hikâyemize baktığımızda da kadın ve erkek ayrı
düşünülmemiş. Varoluşumuzun temel dinamiklerini kıssalar üzerinden okursak, Âdem
ve Havva üzerinden başlar, insanın hikâyesi, yasak elmayı yemeleri, şeytana
uymaları ve Cennet’ten yeryüzüne gönderilmeleriyle devam eder. Bu aslında hata
ve günah işlemeye meyilli yaratıldığımızın da bir delilidir. Bazılarının
zannettiği gibi Âdem’in günah işlemesine sebep, Havva değil, her ikisinin de
nefsine yani şeytana uymasıdır.
Ortada
bir suçlu arıyorsak, bu, insanın ebedî düşmanı olan şeytandan başkası değildir.
Şeytanın derdi ise insana duyduğu haset ve Cenab-ı Hakk’a duyduğu muhabbet ve
ortak istemeyişidir. Günah birlikte işlenmiş, ceza da birlikte verilmiştir.
Ardından itiraf, pişmanlık ve tövbe gelir. Esasında bizim hayat hikâyemizin de
özetidir. Kıssanın bütününe baktığımızda, kadın ve erkeğin birbirinden ayrı
düşünülemeyeceğinin de kanıtıdır. Her ikisi de bir ve beraber olduğunda
anlamlıdır. Bunun için her ikisi arasına bir muhabbet ve birbirlerine çekilmeleri
içinde bir cezbe yani bir araya gelme isteği vardır.
İnsan
nefis, akıl ve ruhtan ibarettir. Her ruh İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır.
Ne Âdem, ne de Havva cahildir; aslında bu, şeytanın cahilliğidir. Dolayısıyla
hata ve günahlarımızın sebebi, kişinin şeytana uyması yani zaaf ve
zayıflıklarımızdır.
Kadınla
ilgili bu değersizleştirme algısı, tarihin her döneminde farklı tezahür
etmiştir. Cahiliye dönemlerinde kız çocuklarının öldürülmesiyle başlayan hikâye,
geleneksel kültürde eşya gibi alınıp satılması, duygusal ve fiziksel şiddete
maruz kalmasıyla devam etmiştir. Çoğumuzun canını yakan, içini acıtan bu
hikâyeleri mutlaka dinlemiş veya duymuşsunuzdur. Modern zamanlarda, güya
değerliymiş sloganları altında, kadının görselliği ve cinselliğinin ön plâna
çıkartılarak âdeta bir teşhir aracı olarak kullanıldığını da görmek mümkün. Kadının
farklı bir yıpratma ve değersizleştirme operasyonuna maruz kaldığını görüyoruz.
Mânâ âlemi göz ardı edilen, bir anlamda yok sayılan kadın her dönemde farklı
sorunlar yaşamıştır. Çünkü kadın, müstesna ve değerli bir varlıktır. Bunlara
maruz kalışının altında bu değer vardır. Nihayetinde çamura düşmüş altın
değerinden bir şey kaybetmez; o, her hâlükârda değerli bir madendir.
Buradaki
asıl sorunumuzun kendi kıymetimizden habersiz olmamızdan kaynaklanmaktadır.
Belki burada sadece “kadın” diyerek konuyu çok özel bir alana çekmek sıkıntılı
bir bakış açısı gibi görünse de, bunun zorluğunu en çok kadınların yaşadığını
görmemden ve düşünmemden dolayı yanlı bir bakış açısı olarak da
değerlendirebilirsiniz. Hakikatte insan müstesna, yaratılış itibariyle de özeldir.
İnsan,
“Kendi ruhumdan üfledim” buyurulduğu üzere
müstesna bir varlıktır. Bununla birlikte, sırlı ve gizemlidir. Ruhsal, zihinsel
ve bedensel katmalardan oluşur. Toplamında ise insan, suret ve mânâdır. Şeyh
Galib’in insan için yazdığı şu dizeler bunu çok güzel özetlemektedir: “Hoşça bak zatına zübde-i âlemsin sen./
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.”(Ey insan evladı! Kendine saygıyla ve
hürmetle yaklaş, çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan
insansın.)
Diğer
yaratılmış ne varsa insan için ve onun emrine var edilmiştir. Bütün bunları
bildikten sonra, varlığın yani insan olmanın kıymetini de daha iyi anlamamız
gerekmektedir. Bunun zaman zaman düştüğümüz değersizlik çukurlarından çıkmamıza
faydası olabilir. Değeri ve önemi başkalarının gözünde aramayı öğrendiğimiz
günden beri çoğumuzun fabrika ayarları bozuldu. Başkalarının gözüne girmek veya
oradan düşüverecek olmak korkusundan dolayı bir daha randıman tutturamadık.
Gerçekte ise insanın değeri, Rabbinin gözündeki değer olmalıdır. Mevlâna
Celaleddin-i Rumî, kişinin değerinin peşinde olduğu, ilgilendiği ve uğraştığı şeylerle
ölçüleceğini söyler. Bu konuyla ilgili olarak, “İllâki ‘Değerimi ve ederimi öğrenmek istiyorum’ dersen, (ben neyim, kimim,
kaç para ederim), kendine kâmil bir ayna bul ve onun aynasından bak” der.
Üstünlük
ne cinsiyette, ne de başka şeylerdedir. Üstünlük sadece takvadadır. Bunun için kadın,
özel bir öneme haizdir. Çünkü kadın Allah’ın Rahmân, Rahîm ve Cemâl isimlerinin
tecellilerini üzerinde barındırır. Kadın her anlamda üretkendir. Allah rahmi
kadına vermiş; kendine emanet edilen tohumu büyütsün, sonra da sevgi, şefkat ve
merhamet kanatlarıyla kollayıp korusun diye. Bu nedenlerden dolayı sabırlı,
duygusal, hassas ve Hakk’ın nurudur kadın. Sevgi, şefkat ve merhamet timsali
özel bir varlıktır. Dolayısıyla varlığı bize Verenin de tezahürüdür. Bütün bunların
şuurunda olan insan, kendine veya etrafındaki kadınlara başka bir gözle
bakacaktır. “Cennet anaların ayakları
altındadır” hadîs-i şerifini de bilmeyenimiz yoktur.
Kadın
için, “Hakk’ın ‘Cemâl’ İsminin de tecellisidir” demiştik; estetiktir, naiftir,
zariftir, zekidir, çalışkandır, hoş ve güzeldir. Dolayısıyla elini dokunduğu
her şeyi bu sıfatlara büründürmekte oldukça mahirdir. Yeter ki sosyal ve
kültürel engeller ortadan kaldırılsın ve yerini zemini bulsun!
Kadın:
Kıymet
Yazımın
başında da anlatmaya çalıştığım gibi, kadının şeytandan sonra en çok imtihan
olduğu konu cehalet olmuştur. Bazen bu etrafındaki anne ve babası iken, bazen
de kocası olmuştur. Erkeğin yüceltildiği geleneksel aile yapısında kadın-erkek
ilişkisinin bir eşitler ilişkisinden çıkıp hizmet eden ve hizmet edilen
ilişkisine döndüğünü de görmekteyiz. Kadın hizmet sınıfı işleri yüklenirken,
erkek daha fazla kendini geliştireceği alanlara yönelerek bir müddet sonra
eşini küçük görüp beğenmemeye başlıyor.
Büyümede
ve gelişmede birlikte olunmalıdır. Mesnevî’de kadın-erkek ilişkisi için şöyle
hoş bir benzetme vardır: “Ayakkabı
çiftlerinin her biri aynı değilse her ikisi de işe yaramaz.”
Bir
başkası şöyle: “Kapı kanatları birbirleriyle
eş olursa, kapı, ancak o zaman kapanır.”
Demek
oluyor ki, gerek ilişkinin başlangıç seviyesinde, gerekse sonraki zaman
dilimlerinde denklik ve de birlikte gelişmek ve büyümek konuları dikkat etmemiz
gereken hususlardan birkaçı. Kadının alışılmış ve öğrenilmiş bu dar kalıplardan
çıkması gerçekten hiç kolay değil. Çoğumuz ilişkilerimizi belli bir eğitim
seviyesinden geçmemize rağmen geleneksel aile ilişkilerimize göre kurguluyoruz.
Hâlbuki her dönemin kendine göre dinamikleri var. Çalışan bir kadından eşin
kendine ve ailesine maksimum hizmet sunmasını beklemenin gerçekçi olmadığı gibi…
Bu konu oldukça çetrefilli olup hiçbir şekilde başka ailelerle mukayese
edilemeyecek kadar da hassastır.
Her
aile yapısının kendi içinde kuralları ve dinamikleri vardır. Aslında her aileyi
orta ölçekli bir şirket gibi düşünebiliriz. Coğrafî ve kültürel etkenler aile
yapısını etkiler. Gelir ve giderleriyle bir bütçesi olan, ortakların görev ve
sorumluluk tanımları belirlenmiş bir işletme gibi de değerlendirebiliriz. İki
farklı kişiliğin bir araya gelip yeni bir oluşumun içine girmesi ve bu oluşumu
sürdürülebilir hâle getirmesi ciddi çaba, gayret ve sorumluluk isteyen bir
iştir. Evlilik, iki olgun insanın sürdürebileceği veya bu sorumluluğu
taşıyabilecek güçte değişime ve gelişime istekli insanların başarıyla devam
ettirip sürdürebileceği bir müessesedir.
Çoğu
zaman kadın fiziksel, psikolojik ve siber şiddet gibi konuların mağdurudur.
Kadın varlık ve yaratılış olarak önce kendi değerini bilmeli ve güçlenmelidir. Güçlenmek
derken, güç mücadelesine çevrilmiş bir ilişki değil kastım. Her iki tarafın da
sınır ve sorumluklarını bildiği bir ilişki modeli...
Tasavvuf
bize üç tür ilişki modelinden söz eder: Birincisi nefis-nefis ilişkisidir.
Yiyelim içelim, gezelim tozalım ilişkisi... İkincisi nefis-akıl ilişkisidir. Bu,
tarafları yoran, sürtüşmeli, sürmesi oldukça zor bir ilişkidir. Üçüncüsü akıl-akıl
ilişkisidir. İdeal olan sürdürmesi kolay bir model olup, kişiyi geliştirdiği
gibi yukarılara doğru taşıyan da bir modeldir. Modern psikoloji bize bu ilişki
modelini Eric Bern’in Transaksiyonel Analiz Kuramı ile sunar. (Çocuk
benlik/çocuk benlik-çocuk benlik/yetişkin benlik-yetişkin benlik/yetişkin
benliktir.) Bu ilişki modellerini evlilikte başta olmak üzere, arkadaşlık, komşuluk
gibi bütün ilişki modellerimizin üzerine formüle ettiğimizde, çoğu zaman
yaşadığımız problemlerin nedenlerini ve niçinlerini daha kolay anlayıp
görebileceğimiz kanaatindeyim.
Son
söz
Tekrar
modern zamanlarda kadın konumuza dönecek olursak, kadını daha fazla sosyal ve
ekonomik hayatın içinde görmekteyiz. Eğitim seviyesinde artış ve ekonomik
sıkıntılarla birlikte kadınlar da çalışma hayatının içinde var oldular. Her
şeyde olduğu gibi bu durumun da kendine göre artı ve eksileri vardı. Kadın her
dönemde olduğu gibi çoğu zaman ağır yüklerin altında ezildi. Kul olmanın, ev
hanımı olmanın, anne olmanın, çalışan kadın olmanın rollerini taşımak hiç de
kolay değildi. Reklâm filmlerinde söylendiği şekliyle “Çocuk da yaparım, kariyer de” söylemindeki gibi hafif ve basit bir
konu olmadı bu. Birçok rolün sorumluluğunu üstlenirken çoğu zaman eşinden,
ailesinden ve devletinden gerekli desteği alamadı. Son yıllarda kanunlarda
kadınlar lehine yapılan olumlu değişiklikler oldukça sevindirici olmasına
rağmen daha iyi bir sosyal devlet umudumuzu hep taşıyoruz. Çünkü kadının
toplumun geleceğini yetiştirmek gibi önemli bir misyonu var. Mutlu bir anne,
sağlıklı bir aile demektir. Bu da huzurlu bir toplum demektir.
Çoğu
zaman bilinçsizce savunduğumuz kadın-erkek eşitliği de oldukça tartışmalı bir
konudur. Kadın ve erkek duygusal ve fizyolojik olarak hiçbir zaman eşit
olmamıştır. Bu, elma ve armudu mukayese etmek kadar abes bir konudur. Yaratılış
itibariyle farklı özelliklere sahip ancak bir araya geldiğinde bir anlam ifade
eden iki şahsiyet var ortada. Şayet bir eşitlik arayacaksak, hakta, hukukta,
adalette, sağlık, eğitim gibi hizmetleri almakta aramalıyız.
Kadın
konusu, modern dünyanın özel hafta, yıl ve günlerinde hatırlanıp konuşulacak,
sonra da rafa kaldırılacak basit bir konu değildir. Kadın yuva yani aile, aile de
sağlıklı bir toplumun temeli demektir.
Sevgi
ve muhabbetle kalın…