Elinden gelen buydu Hıdır’ın

Yıllar sonra Hıdır’ın salâsı okundu. Meğer sonunda kızı kaçırmış bizim oğlan. Babası da bunu öğrenince çekmiş vurmuş alnının çatından. E ne dediydi? “Aslı aslına, nesli nesline”... Yazık oldu, delikanlı çocuktu Hıdır. Hem de öyle lâfta değil ha, harbi delikanlılardan...

ANTİK Çağ’dan kalma tiyatro sahnesinde oğlan, elinde cıgarası, beyaz atkısını düzeltip, “‘Ölüm, ölüm’ dediğin nedir ki gülüm? Ben senin için yaşamayı göze almışım” dedi...

Amfi hıncahınç dolu… Çekirdeğini kapan, ailece gelmiş kurulmuş. Şimdi oğlan böyle deyince, Erdal abi atıldı hemen: “Bırak kardeşim bunları! Kıza yaranacak diye ağır abilik taslıyor. Yemeyiz aslanım biz!”

Kahveciydi Erdal abi. Net adamdı. Öyle ağızda gevelenen lâflara gelemezdi hiç. Bu âni çıkışının sebebi de ondan... Bilmiyor tabiî hikâyeyi. Usulca, “Dellenme Erdal abi” dedim. “Yahu Muharrir, görmüyon mu ucuz numaraları? Sanırsın deli yürek”...

Oğlan bozuldu: “Erdal abi, ayıp oluyo ama!”

Çekirdek çitleyen güruh, artık merakla bu atışmayı seyrediyordu. Ortalık karışacak, oğlanın fiyakası düşecek diye endişelenirken, mevzuya daha fazla dâhil oluyorum: “Erdal abi, bak, o iş öyle değil, hele bir dinle…”

Derken oğlan yine atıldı: “Deli yürek meli yürek değilim abi ben. Yok öyle bir iddiam. Olsa olsa ölü yürek olurum, ölü yürek!”

Erdal abi, bir kahkahadır tutturuyor. Sinirleri atmış, belli. Bir eli havada, oğlanı işaret ederek bana dönüyor: “Muharrir, gözünü seveyim, ya müdahale et ya da ben el atacam, söyleyeyim.”

“Abi” dedim, “Hayırdır, ne bu gerginlik? Bırak, anlatsın çocuk şu hikâyeyi. Belki sen de hak verirsin”. Yumuşar gibi oldu: “Valla Muharrir, biz millet olarak böyle teranelerden yıldık. Gayrı icraat arıyoz, şov değil. Delikanlılık lâfla olmaz da sırf senin hatırına anlatsın bakalım.”

Ha şöyle...

“Hıdır” diye sesleniyorum, “Çek oğlum bi sandalye, anlat bakalım şu ölü yürek mevzuunu”.

Uğruna yaşamayı göz aldığı kız usulca kaybolup giderken, Hıdır da bir sandalye çekip oturdu. Erdal abiyse parmaklarını şıklatıp çırağına seslendi: “Herkese çay!”

Çırak hemen fırlayıverdi. Şimdi kalmadı böylelerinden. Diyorum, “Şanslı adam şu Erdal abi” diye, bir de bu kadar parlamasa, özünde pamuk gibi adam.

Çekirdekçi güruhun merakı Erdal abinin cömertliğiyle birlikte daha da artınca, herkes spot ışıklar altında parıldayan Hıdır’a döndü. İkinci perde de böylelikle başladı.

“Abi, ben on beş yaşındaydım. Böyle filinta gibi çocuktum ayıptır söylemesi... Kaş, göz, endam, hepsi yerli yerinde… Zaten anam da güzelmiş gençken. Babam desen, Travolta mübarek… Belli yani anladın mı? Aslı aslına, nesli nesline…”

Bu esnada çırak yaklaşıp çayını uzattı Hıdır’ın. Hıdır da başıyla teşekkür edip devam etti hikâyesine: “Hani güzel dediysek, sadece o da değil. Melek gibi kadındı da annem, biliyon mu? Arada ‘Ulan!’ derdim, ‘Bu anam, bu dünyanın insanı değil’...”

Şekerini karıştırırken kendi kendine söylendi: “Neyse, ucuz lâflar döndürmeyelim de Erdal abiyi kızdırmayalım yine. Maazallah, tansiyon yirmiye vuruverir, bir azarı da yengeden yeriz sonra...”

Baktım, Erdal Abi kendini zor tutuyor, oğlana biraz çıkıştım: “Çevirme topu oğlum Hıdır, bekleme yapma!”

“Tamamdır Muharrir, helâl et! Devam ediyorum… Şimdi bu anam, köyün ağasının kızıymış. Bir eli yağda, bir eli balda anlayacağınız... Babamsa çoban oğlu bir çoban... Ama bir başına...”

Erdal abi köpürüyor yine: “Al işte! Ulan şimdi de zengin kız, fakir oğlan, öyle mi? Ah Muharrir, sen olmasan iki saniye durmam şurada!”

“Dur Erdal abi dur! İyi çocuktur Hıdır. Kırmayalım kalbini”... Erdal abinin yerine oturmasıyla Hıdır da çayını yudumlayıp devam ediyor:

 

“Neyse efendim, bizim dede, kızı vermeyecek, belli... Çareyi şehre kaçmakta bulmuşlar. Ama babamın içine sinmemiş. Gitmiş, önce köyün imamına danışmış. İmam Zeki de severmiş babamı. ‘Kızın gönlü varsa gidin, ama önce nikâhınızı kıyalım’ demiş. Ellerine de biraz para tutuşturmuş. Velhasıl, bunlar kaçmışlar köyden. Ağa dedem öfkeden deliye dönmüş. Amcalarımla aranmadık delik bırakmamışlar. Yedi sekiz ay sonra da bulmuşlar bizimkileri. Dedem tek kurşunla vurmuş babamı. Bakmış, anamın karnı burnunda, ‘Siz beni ölmeden mezara koydunuz, bu da benim hakkımdı’ demiş. Ne güzel dünya be!

İş karakollara düşünce, jandarma önce dedeme gelmiş. Hani ağa ya(!), jandarmayla da arası iyi, almamışlar içeri. Üstü örtülmüş, dosya kapanmış. Bir çoban oğlu çoban… Yaşasa ne, ölse ne?! Ne güzel dünya be!”

Baktım, Erdal abi başını öne eğmiş, kaşlar çatık, tesbihini elinde döndürüyor da döndürüyor...

“Ben on beş yaşındaydım abi. Filinta gibi çocuktum anam da öldüğünde. Yetimhaneye sığılır mı? ‘Belli’ dedim, ‘Hayat denen şu meret, pek de uzun değil’. Bir ağacın gölgesi yeter. Yetti de... Bir kuytu köşe yetti abi. Kedi köpekle arkadaşlık ede ede geçti ömür...”

-Tamam be Hıdır! Ucuz numaralar dediysek, ne bilelim bunları? Çakma delikanlı ayağı yapıyon sandık...

-Yok be Erdal abi, senin canını yerim ben! Darılacak değiliz ya... Anlatayım mı daha?

-Anlat bakalım.

Erdal abiden çırağa “Çayları tazele” işareti geldikten sonra devam etti Hıdır:

“Abi, senden iyi olmasın, bir adam geldi bir gün. Ben o zamanlar bir kerestecinin yanında iş tutmuşum ufaktan. ‘Sen’ dedi, ‘Bizim çobanın gençliğine pek benziyon’. Sohbet muhabbet derken, meğer bizim köydenmiş adam: İmam Zeki...”

“Allah’ın işine bak!” dedi Erdal abi elini dizine vururken...

-Valla abi, Allah razı olsun! İhya etti adam bizi. Bana göz kulak olsun diye ustama da uzun uzun nasihat etti. ‘Bak bu garibandır, sana iki dünyada da kazandırır’ falan dedi. Zaman zaman da uğradı, hâlimizi hatırımızı sordu. Sonra bir gün, çarşıdan bana üst baş düzdü, dönüyoz, ‘Gel’ dedi, ‘Sana sütlaç ısmarlayayım’. Eh, bir kere diz kırmışız imamın dizi dibine, ne derse o!

-Tatava yapma be Hıdır! Bilmiyoz mu tatlı düşkünlüğünü?

-Muharrircim, tamam da bir yandan da mahcubuz. Adam onca para harcamış bize.

-Seninle ne alâkası var be? Adam hayır için yapmış.

-Neyse ne! Bölmeyin de bitireyim mevzuyu...

-E sadede gel!

-İmam dedi: ‘Sen benim oğlumsun. Bunca zamandır ananın babanın köyüne çağırmadıysam, bil ki sana huzur vermezler diye. Lâkin yetimin ahını alanlar almış… Amcaların da çok çekti dedenden sonra. Hepsi toprak oldu. Şimdi sen dik durursan, koca ağanın mirası… Diğer torunları kadar senin de hakkın. Rahat edersin oğlum!’ Sütlaç, oldu bana ağulu aş. ‘Ben o nasipsizin malına göz ucuyla bakacak olsam, al o gözümü dağla benim beybaba!’ dedim. Ne güzel dünya be!

“Akılsız oğlan” dedi teyzenin biri, “Naptın?”.

-Ne yapacam nenem, elimden geldiğince keresteci oldum. Sonra bir kıza sevdalandım. O da, ‘Benim için ölür müsün?’ dedi, namussuz! Sen söyle Erdal abi, ‘Ölüm, ölüm’ dediği ne ki yaşamak belâsı dururken?

Oğlanın çayı da, cıgarası da bittiydi. Başka lâf eden olmadı o akşam. Dağıldık.

Yıllar sonra Hıdır’ın salâsı okundu. Meğer sonunda kızı kaçırmış bizim oğlan. Babası da bunu öğrenince çekmiş vurmuş alnının çatından. E ne dediydi? “Aslı aslına, nesli nesline”... Yazık oldu, delikanlı çocuktu Hıdır. Hem de öyle lâfta değil ha, harbi delikanlılardan...