“ELEŞTİRİ” konusu ve kavramı
son derece önemli bir konu ve kavramdır. “İnsan” denilen varlık söz
konusu olduğunda eleştiriden bahsetmemek ve eleştiriden kaçmak mümkün değildir.
Bu durum (eleştirinin olmaması hâli), insanın tabiatına aykırıdır.
Çünkü
insan; akıllı, zeki, düşünen ve konuşan bir varlıktır. Düşündüğü ve konuştuğu
müddetçe mutlaka eleştiri yapacak ve eleştiriye de muhatap olacaktır. Bu
kaçınılmaz bir olgudur.
Eleştiri
yapmanın gerekçe ve unsurları
Eleştiri
yapmasının ve eleştiriye muhatap olmasının arka plânında da haklı-haksız bir
sürü gerekçeleri vardır. Bunlar duygusal gerekçeler olabileceği gibi, zaman
içerisinde belleğinde ve bilinçaltında biriktirdiği hayata dâir kazanımlar ve
oluşumlar da olabilir.
İnsanoğlunun
dünyaya ve ukbâya dâir biriktirdikleri ve bilinçaltındaki bu bagajları, onları
eleştiriye yönelten temel muharrik unsurlardır.
Bu
unsurlar; eğitim, bilim, fikir, düşünce, inançlar, değerler, ideoloji, politika,
dünyevî menfaatler, hevâ ve hevesler, arzu ve iştiyaklar, öfke, kin, nefret ve
intikam duyguları, her türlü siyâsî, sosyal ve dînî gruplaşmalardaki ihtilâf
unsurlarını içeren temel parametreler olabilir.
İşte
tüm bu muharrik unsurlar, insanları acımazsızca eleştiri öznesi hâline
getirebilir. Bu mânâda insanları eleştirmekten ve eleştirilmekten kurtulması
mümkün değildir.
Eleştiri
kavramının mahiyeti
Aslında
“eleştiri” kavramı mahiyet itibariyle tek boyutlu değildir. Bu kavramın
yapısında epistemolojik olarak hem pozitiflik, hem de negatiflik özelliği
vardır. Yâni kavram hem yapıcı, hem de yıkıcı özelliğe sahiptir. Ama insanlar
eleştiri kavramına genellikle negatif bir özellik hasrettiğinden dolayı, hiç
kimse eleştirilmekten ve eleştiriye muhatap olmaktan hoşlanmaz.
Hâlbuki
eleştirinin pozitif yanları da vardır. Yeter ki, eleştiri usûlüne uygun olarak
yapılsın ve amaç bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek olsun!
Eleştiri
âdâbı
İşte
biz buna “eleştiri âdâbı” diyoruz. Çünkü eleştirinin de bir âdâbı ve
usûlü vardır. Unutulmasın ki, “Müsâdeme-i efkârdan bârika-i hakikat doğar”.
Onun için eleştiriden ve eleştirilmekten korkmamak, ürkmemek ve kaçmamak
lâzımdır.
Eleştiride
iftira, hakaret, aşağılama, dışlama, rencide etme, laf sokuşturma, itibar
suikastı yapma, şahsiyet zedeleme, alay etme, linç etme, aforoz etme, tamamen
üzerini çizme, yok sayma gibi insana ve hele hele bir Müslümana yakışmayan söz
ve davranışlar olmaz ise, başka bir ifâde ile eleştiri iyi niyet ve samimiyete
dayalı olarak yapıcı bir şekilde yapılırsa, o zaman bu eleştiri insana ve
insanlığa hizmet eden bir eleştiri olur.
Eleştiride
dikkat edilmesi gereken hususlar
Yâni,
eleştirinin özünde pedagojik ve didaktik unsurlar olmalıdır. Eleştiri, eğitici
ve öğretici olmalıdır. Eleştiri, kör dövüşüne ve sen-ben kavgasına
dönüştürülmemelidir.
Eleştiride
genelleme yapılarak, muhatabın görüş ve düşünceleri toptan reddedilmemelidir.
Süpürücü olunmamalıdır. Doğrular alınmalı, yanlışlar atılmalıdır.
Şu
nokta unutulmasın ki, hiç kimse hatadan münezzeh değildir. Dünyevî meselelerde
buna rasûller de dâhildir. Altını çiziyorum; “Dünyevî meselelerde, risâlet
görevinde değil”!
Ne
ki insan, her an ve her zaman hata yapabilir. Bize düşen görev, “Emri bi’l-ma’rûf
ve nehyi ani’l-münker” çerçevesinde muhatabımızı müspet ve yapıcı
eleştirilerle uyarmak ve hatalarını fark ettirerek düzeltmesine yardımcı
olmaktır.
Çünkü
bu bir ıslah hareketidir ve toplumun maslahatı için, iyiliği için, hayrı için
bu gereklidir ve dahi şarttır.
Ancak
bunu incitmeden, kırmadan, dökmeden yapmak lâzımdır. Ama maalesef biz insanlar
ve Müslümanlar, bu konuda pek başarılı sayılamayız! Bizim eleştiri tarzımız,
bir filin züccâciye dükkânına dalması gibi oluyor ne yazık ki!
Bizim
eleştirideki zaaflarımızdan bir tanesi de genelleyici ve süpürücü bir yöntem
uygulamamızdır. İnsanları ve düşüncelerini bir veya birkaç hatasından dolayı
genelleme yaparak ya ademe (yokluğa) mahkûm ediyoruz ya da toptan üzerlerini
çizip çöplüğe atıyoruz.
Hâlbuki
seçici ve seçkici davranarak doğruları alsak, yanlışları da atsak, daha akılcı
ve daha insaflı bir yaklaşım olur, değil mi? Böylece hem muhatabımızın doğru ve
güzel fikirlerinden mahrum kalmamış olur, hem de onu uyararak yanlışlarından
kurtulmasına ve düşünce itibariyle de daha velûd (doğurgan-üretken) olmasına yardımcı
oluruz sanırım.
Bu
mânâda eleştiri hakkımız bâkî kalmak kaydıyla, yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm
düşünen beyinlerin düşüncelerinden faydalanmamız gerekir. Dini, dili, ırkı,
milliyeti ne olursa olsun. Aristoteles’inden Sokrates’ine, Platon’undan
Hegel’ine, J. J. Rousseau’sundan Karl Marx’ına, Darwin’inden Max Weber’ine,
İbni Sinâ’sından İbni Rüşt’üne, Fârâbî’sinden İmam-ı Gazzâlî’sine, Ebû Hanifi’den
Mâtürîdî’sine, Hasan Basrî’sinden Taberî’sine, İbni Haldûn’undan Mûsâ Cârullah’ına
ve daha nicesine varıncaya kadar hepsinin doğru düşünce ve fikirlerinden
müstefîd olmamız rasyonel bir davranış olsa gerektir.
Çünkü
insanlık ilim, düşünce ve fikir medeniyetleri ancak böyle kurulur. Yoksa,
âmiyâne tâbirle “üzümün sapı, armudun çöpü” dersek, bu anlayışla hiçbir
yere varamayız ne yazık ki!
Akıllı
olmamız, aklımızı başımıza toplamamız gerekir. Kendi ellerimizle kendi
ayaklarımıza prangalar vurmamamız gerekir.
Hele
de bu prangaları zihnimize, düşüncelerimize, fikirlerimize ve ufkumuza vuracak
olursak, âtimiz ve istikbâlimiz hepten yerle yeksan olur.
İşte bundan dolayı bunu yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur sanırım.