“ELEŞTİREL yaklaşım” son
derece önemli bir konudur. Çünkü eleştirinin olduğu her yerde gelişme olur, ilerleme
olur, kalkınma olur.
Eleştirel
yaklaşım, bilerek ya da bilmeyerek yapılan hatâların, yapılan yanlışlıkların
ortaya çıkarılmasına zemin hazırlar ve düzeltilmesine de vesîle olur. Mevkimiz,
mâkâmımız, statümüz, unvanımız ne olursa olsun, nihâyetinde hepimiz insanız.
Hiçbirimiz hatâdan münezzeh değiliz. Lâ yus’el hiç değiliz!
Ama
eleştiride aslolan iyi niyettir, samîmiyettir, aklın, mantığın ve bilimin
kurallarına riayet ve bunlara göre hareket edebilmektir.
Eleştirinin
temelinde mutlaka adâlet, hakkaniyet ve insaf ölçülerinin bulunması şarttır.
Ayrıca hangi türden olursa olsun (ideolojik, politik, teolojik, kişisel ve
grupsal çıkar ve menfaatler dâhil), her türlü önyargıdan uzak durmak ve
eleştiriyi kişinin ait olduğu grup ve yapının istekleri doğrultusunda değil de
objektif kriterlere uygun olarak yapmak gerekir.
İşte
tüm bu şart ve kriterlere uyulduğu zaman, yapılan bir eleştirinin anlamı ve
kıymet-i harbiyesi olur. Aksi takdirde havanda su dövülür ve mesele kör
dövüşüne dönüşür. Sonuçta sadra şifâ adına müspet mânâda ortaya hiçbir şey
çıkmaz.
Ama
şurası da bir gerçektir ki; yapıcı olsun olmasın, daha doğrusu iyi niyetle,
samîmiyetle ve doğru biçimde yapılsa dahi yapılan eleştirilere hiç kimsenin
tahammülü yoktur. Hiç kimse eleştirilmekten hoşlanmamaktadır. Çünkü nefislere
ağır gelmektedir. Maalesef herkes heva ve hevesini putlaştırmış, nefsini
kutsamış ve kutsallaştırmıştır.
Bu
insanlar kim olursa olsun, unvanları, mevkileri, mâkâmları, statüleri ne olursa
olsun, dinli-dinsiz, Müslüman-Hıristiyan fark etmiyor, “number one’den number son”a
varıncaya kadar maalesef hep böyle oluyor. Hiç istisna var mıdır? Varsa onu da
ben bilmiyorum. Bilen varsa ismini lûtfen bana söylesin...
O
zaman bir Müslüman olarak nerede kalıyor bizim iddiamız, iddialarımız?
Açıklamak
isteyen birisi varsa lûtfen çıksın, açıklasın...
Yoksa
Üstad’ın dediği gibi hepimiz “marka Müslümanları mıyız”?
Eleştirel
yaklaşımla ilgili olarak giriş ve girizgâh bağlamında bu izahatı yaptıktan
sonra, şimdi gelelim particilik boyutunda meseleyi değerlendirmeye…
Geçen
haftaki yazımda “demokrasicilik oyunu”ndan bahsetmiştim. Şimdi, hepimiz
üzerinde ciddiyetle düşünelim.
Uygulanış
biçimi itibariyle “demokrasi” gerçekten bir hakikat mi, yoksa Eflâtun’un
(Platon) idelerinde olduğu gibi sanal, kurgusal ve gölgelerden ibaret olan ve
âmiyâne tâbirle kitlelere gerçekmiş gibi “yutturulan” bir orta oyunu mudur?
Bu
soruyla ilgili olarak herkesi beyin jimnastiği yapmaya ve üzerinde derin derin
tefekkür etmeye dâvet ediyorum…
İktidarı
ve muhalefetiyle bütün partiler iktidara gelerek halkı yönetmek üzere demokrasi
adına (çünkü demokrasi en basit tanımıyla halkın oy verdiği temsilcileri
vasıtasıyla kendi kendisini yönetmesi imiş) vatandaşlardan oy istemek (başka
bir ifâdeyle oy dilenmek, dolayısıyla bana göre bu durumda politikacılara “oy dilencileri”
ya da “oy avcıları” denilebilir) için her gün ya da her seçim sürecinde yollara
düşmekte ve vatandaşlarla muhatap olup onların oylarını almaya
çalışmaktadırlar.
Bu
süreç içerisinde politikacılar vatandaşlardan oy istemek için propaganda
yaparlarken, bazı vatandaşlar, bu politikacıların bazı tutum ve davranışlarını
ve siyâset etme biçimlerini beğenmediklerini eleştirel bir yaklaşımla dile
getirdiklerinde “bodyguardlar” (bodyguard diyorum, çünkü medenî toplumlarda
medenî siyâset yapılır; medenî siyâsetçilerin de resmî medenî korumaları olur,
medenî toplumlarda en küçük bir eleştiride vatandaşa dayak atan, küfreden
mafyavârî bodyguardlar bulunmaz) tarafından dayak yeme de dâhil olmak üzere
başlarına gelmedik kalmamakta ve belki de pişmiş tavuğun başına gelenler
bunların da başına gelmektedir.
O
zaman tüm politikacılara şu soruları sormak kaçınılmaz olmaktadır:
·
“Demokrasicilik
Oyunu” tek taraflı bir oyun mudur?
·
Tek
taraflı bir oyun ise, o zaman kendi aranızda oynamıyorsunuz da neden bize
geliyorsunuz?
·
Bize
geliyor ya da kendinizi gelmek mecburiyetinde hissediyorsanız, o zaman neden
bize saygı göstermiyor veya saygılı davranmıyorsunuz?
·
Saygılı
davranmayacaksanız, o zaman neden bize geliyorsunuz?
·
Bu
oyunun kurallarını sadece siz mi belirliyorsunuz?
·
Oyunun
kurallarını tek taraflı olarak sadece siz belirleyecekseniz, o zaman bu oyun,
âdil bir oyun olabilir mi?
·
Eleştirilmekten
hoşlanmıyor ve rahatsız oluyorsanız, o zaman neden piyasaya çıkıp kendinizi
pazarlıyorsunuz (pardon reklâmınızı yapıyorsunuz)?
·
Eleştirilmek
zorunuza gidiyorsa, o zaman piyasaya hiç çıkmayın, politikayla hiç uğraşmayın; böylece
otomatik olarak eleştirilerden kurtulmuş olmaz mısınız?
·
Eleştirmek
her bakımdan bir hak değil midir?
·
Eleştiri
yapan her vatandaşı “ajan provokatör” yaftasıyla yaftalayarak peşinen mahkûm
etmek ne kadar doğrudur ve bu yaklaşım biçimi vicdansızlık değil midir?
·
Amaçları
iktidara gelmek ve istikbâlde bizi yönetmek iddiasında olanlarla ilgili olarak
bizlerin (vatandaşların) hiç mi söz ve eleştiri hakkı olmayacaktır?
·
Olmayacaksa,
o zaman bu nasıl bir “demokrasicilik oyunu”dur? O zaman, “Demokrasicilik oyununda
vatandaşın yetkisi, rolü ve değeri sadece oy verene kadardır ve oy vermeyle
sınırlıdır. Oy verdikten sonra vatandaşın yetkisi de, rolü de, değeri de biter”
gibi bir sonuç ortaya çıkmayacak mıdır?
Pekâlâ,
bu soruları çoğaltmak mümkündür.
Tüm
politikacılar için geçerli olan bu soruların yanında, ayrıca spesifik olarak
İslâmî konularda daha da hassas olduklarını iddia eden politikacılara da şu
soruyu sormak lâzımdır: Siz nasıl bir toplumu yönetmek istiyorsunuz? Sorgulayan,
eleştiren, haksızlığa, adâletsizliğe karşı çıkan, haklarını savunan ve koruyan,
cevvâl, cesur ve uyanık bir toplumu mu yönetmeye talipsiniz, yoksa
sorgulamayan, eleştirmeyen, her şeye “Evet” diyen, haksızlığa ve adâletsizliğe
karşı sesini çıkarmayan, hakkını savunamayan ve koruyamayan, pısırık, korkak,
gassal elinde meyyit gibi olan, “Elbet vardır bunda bir hikmet” diyebilen,
mankurtlaştırılmış, kaderci bir toplumu mu yönetmek istiyorsunuz? Hangisini?
Eğer
“Ebû Bekr’in sadâkati, Ömer’in adâleti” diyorsanız ve bunları da kendinize örnek
aldığınızı iddia ediyorsanız, o zaman biliniz ve unutmayınız ki, Ebû Bekr ve
Ömer’in idâre ettiği Müslüman toplum; son derece sorgulayıcı, eleştirici, hesap
sorucu, cevvâl, uyanık, sorumlu ve aktif bir toplumdu.
Öyle
sorgulayıcı, hesap sorucu ve aktif bir toplumdu ki, Mü’minlerin Emîrine, “Sen
doğru yoldan (Kur’ân yolundan) ayrılırsan, seni şu kılıçlarımızla doğrulturuz!”
diyebilecek kadar sorumlu, sorgulayıcı, basîret ve firâset sahibi, aktif ve
cevvâl bir toplumdu.
Ama
Mü’minlerin Emîri de gerektiğinde bu sözü kendisine söylemeleri için -tâbiri
caizse- onlara açık çek vermiş ve onları teşvik etmişti.
Aslında
bu çift taraflı sorumluluk, Kur’ân’ın kendilerine yüklediği sorumluluktan başka
bir şey değildi. Her iki taraf da (yönetenler-yönetilenler) bunun böyle
olduğunun aktif olarak farkında, bilincinde ve şuurundaydı.
Şimdikilerin
farkı ise, sorgulanmaktan ve eleştirilmekten kaçınarak, tek taraflı itaat ve
biat beklentisi içinde olmaktan başka bir düşüncelerinin olmamasıdır.
Ama tekrar hatırlatmış olalım ki, hiç kimse lâ yus’el değildir!