Eleştirel yaklaşım ve particilik

Tüm politikacılar için geçerli olan bu soruların yanında, ayrıca spesifik olarak İslâmî konularda daha da hassas olduklarını iddia eden politikacılara da şu soruyu sormak lâzımdır: Siz nasıl bir toplumu yönetmek istiyorsunuz? Sorgulayan, eleştiren, haksızlığa, adâletsizliğe karşı çıkan, haklarını savunan ve koruyan, cevvâl, cesur ve uyanık bir toplumu mu yönetmeye talipsiniz, yoksa sorgulamayan, eleştirmeyen, her şeye “Evet” diyen, haksızlığa ve adâletsizliğe karşı sesini çıkarmayan, hakkını savunamayan ve koruyamayan, pısırık, korkak, gassal elinde meyyit gibi olan, “Elbet vardır bunda bir hikmet” diyebilen, mankurtlaştırılmış, kaderci bir toplumu mu yönetmek istiyorsunuz? Hangisini?

“ELEŞTİREL yaklaşım” son derece önemli bir konudur. Çünkü eleştirinin olduğu her yerde gelişme olur, ilerleme olur, kalkınma olur.

Eleştirel yaklaşım, bilerek ya da bilmeyerek yapılan hatâların, yapılan yanlışlıkların ortaya çıkarılmasına zemin hazırlar ve düzeltilmesine de vesîle olur. Mevkimiz, mâkâmımız, statümüz, unvanımız ne olursa olsun, nihâyetinde hepimiz insanız. Hiçbirimiz hatâdan münezzeh değiliz. Lâ yus’el hiç değiliz!

Ama eleştiride aslolan iyi niyettir, samîmiyettir, aklın, mantığın ve bilimin kurallarına riayet ve bunlara göre hareket edebilmektir.

Eleştirinin temelinde mutlaka adâlet, hakkaniyet ve insaf ölçülerinin bulunması şarttır. Ayrıca hangi türden olursa olsun (ideolojik, politik, teolojik, kişisel ve grupsal çıkar ve menfaatler dâhil), her türlü önyargıdan uzak durmak ve eleştiriyi kişinin ait olduğu grup ve yapının istekleri doğrultusunda değil de objektif kriterlere uygun olarak yapmak gerekir.

İşte tüm bu şart ve kriterlere uyulduğu zaman, yapılan bir eleştirinin anlamı ve kıymet-i harbiyesi olur. Aksi takdirde havanda su dövülür ve mesele kör dövüşüne dönüşür. Sonuçta sadra şifâ adına müspet mânâda ortaya hiçbir şey çıkmaz.

Ama şurası da bir gerçektir ki; yapıcı olsun olmasın, daha doğrusu iyi niyetle, samîmiyetle ve doğru biçimde yapılsa dahi yapılan eleştirilere hiç kimsenin tahammülü yoktur. Hiç kimse eleştirilmekten hoşlanmamaktadır. Çünkü nefislere ağır gelmektedir. Maalesef herkes heva ve hevesini putlaştırmış, nefsini kutsamış ve kutsallaştırmıştır.

Bu insanlar kim olursa olsun, unvanları, mevkileri, mâkâmları, statüleri ne olursa olsun, dinli-dinsiz, Müslüman-Hıristiyan fark etmiyor, “number one’den number son”a varıncaya kadar maalesef hep böyle oluyor. Hiç istisna var mıdır? Varsa onu da ben bilmiyorum. Bilen varsa ismini lûtfen bana söylesin...

O zaman bir Müslüman olarak nerede kalıyor bizim iddiamız, iddialarımız?

Açıklamak isteyen birisi varsa lûtfen çıksın, açıklasın...

Yoksa Üstad’ın dediği gibi hepimiz “marka Müslümanları mıyız”?

Eleştirel yaklaşımla ilgili olarak giriş ve girizgâh bağlamında bu izahatı yaptıktan sonra, şimdi gelelim particilik boyutunda meseleyi değerlendirmeye…

Geçen haftaki yazımda “demokrasicilik oyunu”ndan bahsetmiştim. Şimdi, hepimiz üzerinde ciddiyetle düşünelim.

Uygulanış biçimi itibariyle “demokrasi” gerçekten bir hakikat mi, yoksa Eflâtun’un (Platon) idelerinde olduğu gibi sanal, kurgusal ve gölgelerden ibaret olan ve âmiyâne tâbirle kitlelere gerçekmiş gibi “yutturulan” bir orta oyunu mudur?

Bu soruyla ilgili olarak herkesi beyin jimnastiği yapmaya ve üzerinde derin derin tefekkür etmeye dâvet ediyorum…

İktidarı ve muhalefetiyle bütün partiler iktidara gelerek halkı yönetmek üzere demokrasi adına (çünkü demokrasi en basit tanımıyla halkın oy verdiği temsilcileri vasıtasıyla kendi kendisini yönetmesi imiş) vatandaşlardan oy istemek (başka bir ifâdeyle oy dilenmek, dolayısıyla bana göre bu durumda politikacılara “oy dilencileri” ya da “oy avcıları” denilebilir) için her gün ya da her seçim sürecinde yollara düşmekte ve vatandaşlarla muhatap olup onların oylarını almaya çalışmaktadırlar.

Bu süreç içerisinde politikacılar vatandaşlardan oy istemek için propaganda yaparlarken, bazı vatandaşlar, bu politikacıların bazı tutum ve davranışlarını ve siyâset etme biçimlerini beğenmediklerini eleştirel bir yaklaşımla dile getirdiklerinde “bodyguardlar” (bodyguard diyorum, çünkü medenî toplumlarda medenî siyâset yapılır; medenî siyâsetçilerin de resmî medenî korumaları olur, medenî toplumlarda en küçük bir eleştiride vatandaşa dayak atan, küfreden mafyavârî bodyguardlar bulunmaz) tarafından dayak yeme de dâhil olmak üzere başlarına gelmedik kalmamakta ve belki de pişmiş tavuğun başına gelenler bunların da başına gelmektedir.

O zaman tüm politikacılara şu soruları sormak kaçınılmaz olmaktadır:

·       “Demokrasicilik Oyunu” tek taraflı bir oyun mudur?

·       Tek taraflı bir oyun ise, o zaman kendi aranızda oynamıyorsunuz da neden bize geliyorsunuz?

·       Bize geliyor ya da kendinizi gelmek mecburiyetinde hissediyorsanız, o zaman neden bize saygı göstermiyor veya saygılı davranmıyorsunuz?

·       Saygılı davranmayacaksanız, o zaman neden bize geliyorsunuz?

·       Bu oyunun kurallarını sadece siz mi belirliyorsunuz?

·       Oyunun kurallarını tek taraflı olarak sadece siz belirleyecekseniz, o zaman bu oyun, âdil bir oyun olabilir mi?

·       Eleştirilmekten hoşlanmıyor ve rahatsız oluyorsanız, o zaman neden piyasaya çıkıp kendinizi pazarlıyorsunuz (pardon reklâmınızı yapıyorsunuz)?

·       Eleştirilmek zorunuza gidiyorsa, o zaman piyasaya hiç çıkmayın, politikayla hiç uğraşmayın; böylece otomatik olarak eleştirilerden kurtulmuş olmaz mısınız?

·       Eleştirmek her bakımdan bir hak değil midir?

·       Eleştiri yapan her vatandaşı “ajan provokatör” yaftasıyla yaftalayarak peşinen mahkûm etmek ne kadar doğrudur ve bu yaklaşım biçimi vicdansızlık değil midir?

·       Amaçları iktidara gelmek ve istikbâlde bizi yönetmek iddiasında olanlarla ilgili olarak bizlerin (vatandaşların) hiç mi söz ve eleştiri hakkı olmayacaktır?

·       Olmayacaksa, o zaman bu nasıl bir “demokrasicilik oyunu”dur? O zaman, “Demokrasicilik oyununda vatandaşın yetkisi, rolü ve değeri sadece oy verene kadardır ve oy vermeyle sınırlıdır. Oy verdikten sonra vatandaşın yetkisi de, rolü de, değeri de biter” gibi bir sonuç ortaya çıkmayacak mıdır?

Pekâlâ, bu soruları çoğaltmak mümkündür.

Tüm politikacılar için geçerli olan bu soruların yanında, ayrıca spesifik olarak İslâmî konularda daha da hassas olduklarını iddia eden politikacılara da şu soruyu sormak lâzımdır: Siz nasıl bir toplumu yönetmek istiyorsunuz? Sorgulayan, eleştiren, haksızlığa, adâletsizliğe karşı çıkan, haklarını savunan ve koruyan, cevvâl, cesur ve uyanık bir toplumu mu yönetmeye talipsiniz, yoksa sorgulamayan, eleştirmeyen, her şeye “Evet” diyen, haksızlığa ve adâletsizliğe karşı sesini çıkarmayan, hakkını savunamayan ve koruyamayan, pısırık, korkak, gassal elinde meyyit gibi olan, “Elbet vardır bunda bir hikmet” diyebilen, mankurtlaştırılmış, kaderci bir toplumu mu yönetmek istiyorsunuz? Hangisini?

Eğer “Ebû Bekr’in sadâkati, Ömer’in adâleti” diyorsanız ve bunları da kendinize örnek aldığınızı iddia ediyorsanız, o zaman biliniz ve unutmayınız ki, Ebû Bekr ve Ömer’in idâre ettiği Müslüman toplum; son derece sorgulayıcı, eleştirici, hesap sorucu, cevvâl, uyanık, sorumlu ve aktif bir toplumdu.

Öyle sorgulayıcı, hesap sorucu ve aktif bir toplumdu ki, Mü’minlerin Emîrine, “Sen doğru yoldan (Kur’ân yolundan) ayrılırsan, seni şu kılıçlarımızla doğrulturuz!” diyebilecek kadar sorumlu, sorgulayıcı, basîret ve firâset sahibi, aktif ve cevvâl bir toplumdu.

Ama Mü’minlerin Emîri de gerektiğinde bu sözü kendisine söylemeleri için -tâbiri caizse- onlara açık çek vermiş ve onları teşvik etmişti.

Aslında bu çift taraflı sorumluluk, Kur’ân’ın kendilerine yüklediği sorumluluktan başka bir şey değildi. Her iki taraf da (yönetenler-yönetilenler) bunun böyle olduğunun aktif olarak farkında, bilincinde ve şuurundaydı.

Şimdikilerin farkı ise, sorgulanmaktan ve eleştirilmekten kaçınarak, tek taraflı itaat ve biat beklentisi içinde olmaktan başka bir düşüncelerinin olmamasıdır.

Ama tekrar hatırlatmış olalım ki, hiç kimse lâ yus’el değildir!