Elâlemden âleme: Keşfin bidâyeti

İnsanın “el âlem” diye tâbir edilen aile, çevre ve iletişim kurduğu herkesin şahsına âdeta empoze ettiği tüm bilgiler, dogmalar, inançlar ve sair ile bir nevi savaşarak kendine ulaşması ve kendini tanıması, aynı zamanda kâinatı/âlemi tanıması ile paraleldir.

“KENDİNİ tanımak, bilgeliğin başlangıcıdır. Evrenin sırrı kendini tanımada yatar. Bu, kendiniz dışında, hiç kimsenin size veremeyeceği bir eğitimdir ve güzelliği de buradadır. Kesintisiz bir zihin gerektirir. Gözlemleyerek, mücadele ederek, mutlu olarak ve hüzünlenerek öğrenmek zorundasınız.”

Kaleme aldığım son yazıların sıkı takipçilerinden olan bir dostum, düşüncelerime göz gezdirdikten sonra Hindistanlı ünlü düşünür Jiddu Krishnamurti’nin bu sözlerini göndermiş ve akabinde kâinatın sırrı ile kendini tanımak arasındaki bağı bir türlü kuramadığını, kendini tanımanın kısa bir yolu olup olmadığını sormuştu.

Kısa bir cevap olarak, insanın ben’(liğin)den kendi’(liği)ne olan yolculuğunda bir “kral yolunun” (kestirmenin) mevcûdiyetinin bulunmadığını söyledim ve akabinde, kaleme alacağım ilk yazıyla birlikte daha ayrıntılı bir şekilde hem kendinin, hem de bu yolculukta şahsımın önünde duran bazı durumların izahını aktarmış olmayı umduğumu ilettim...

Öncelikle başlıktan yola çıkarsak… Bu ifadenin yolculuk açısından gelişigüzel seçilmiş bir başlık olmadığını söylemek mümkün. Nasıl ki Türkçe el (halk) ve Arapça âlem (kâinat) olarak ayrı iki kelimenin bir araya gelmesiyle meydana gelen “el âlem” sözcüğü “herkes, başkaları, yabancı” anlamında kullanılmaktaysa, bir nevi başlangıçtan bu yana yazılarımda bahis konusu olan insanın “ben” tarafına da uygun düşmekte. Nitekim baştan beri insanın ben tarafının sürekli olarak aile, çevre ve ilişki kurulan diğer kişiler gibi başkaları veya insanın kendine yabancı olduğu bu durumun herkes tarafından oluşturulduğunu söylemekteyiz.

Buna mukabil, insanın kendilik tarafı ise özü temsil etmekte. Ve “Gâye, o öze ulaşmaktır” diye bir tarifte bulunmaktayız.

Bu noktada dostumuza her ne kadar bu yolculukta bir kral yolunun bulunmadığını söylemiş olsak da bazı terimlerin açıklığa kavuşturulmasıyla en azından başlangıç çizgisini göstermiş olmanın mümkünlüğünden bahsetmiş olabiliriz. Öyle ki, insanda üç şey tezâhür eder. Bunlar; kimlik, kişilik ve kendiliktir.

Kimlikle kasıt; Türk, İngiliz, Müslüman, Yahudi ve sairdir. Kişilik ise insanın asabiliği, cömertliği, sempatikliği ve sairle alâkalı kısımdır. Son olarak kendilik ise insanın özüdür ve hakikî olandır.

Burada kimlik ve kişilik insana verilenken, kendilik ise insanın keşfetmesi ve kazanması gerekendir. İnsanın kendine ulaşması yani kendini tanıması ise tek yolla mümkündür ki kural, “birini tanımak için onunla savaşmalısın” şeklindedir. Netîce itibariyle insanın kendi(liği)ne ulaşması için kimliği ve kişiliğiyle savaşması gerekmektedir.

Bağlama, Jiddu Krishnamurti’nin sözünde geçen “Evrenin sırrı kendini tanımakta yatar” kısmıyla devam edersek, aslında evrenin/kâinatın/âlemin insan ile ilişkisine bakmak gerekir.

“İnsanın tarif, tafsil ve tefsiri Kur’ân-ı Kerîm; Kur’ân-ı Kerîm’in tarif, tafsil ve tefsiri kâinattır. Diğer bir ifadeyle, insan merkez, kâinat muhittir. Bu sebeple insan hakkında ‘Zübde-i Kâinat’ denilmesi çok yaygındır.”

Kadir Mısıroğlu’nun yapmış olduğu bu tarifi bağlama dâhil etmek faydalı olacaktır. Nitekim kâinat/âlem bir muhit, insan ise bu muhitin merkezi olarak kabul edilirse, insanın keşfinin de bir nevi kâinatın, kâinatın keşfininse bir nevi insanın keşfi ile birebir alâkalı olduğu görülecektir.

Aynı tarif ile insana “Zübde-i Kâinat” yani “Âlemin Özü” denilmesi de anlaşılacaktır. O hâlde kâinatın (eşyanın) harfler hâlinde yazılı biçimi olan Kur’ân’ı anlama gayreti de bir cevaba erişmiş olacaktır. İnsanın “el âlem” diye tâbir edilen aile, çevre ve iletişim kurduğu herkesin şahsına âdeta empoze ettiği tüm bilgiler, dogmalar, inançlar ve sair ile bir nevi savaşarak kendine ulaşması ve kendini tanıması, aynı zamanda kâinatı/âlemi tanıması ile paraleldir. Kısacası, el âlemin oluşturduğu ben(liğin)den, keşfedeceği âleme/kâinata yani kendi(liği)ne yolculuğun ta kendisidir. Böylelikle insan, ancak kâinatta var olan ama o vakte kadar bulunamayan/bilinemeyen eşyayı keşfettikçe, rehber olan Kur’ân-ı Kerîm’de de harf olarak yazılı hâlini anlayabilir, akabinde kendini/özünü kavrayabilir.

Bu açıklama ile başlığımızın “Keşfin Bidâyeti” şeklindeki kısmı da daha net anlaşılacaktır. Çünkü kâinatta var olan, ancak o âna değin bulunamayan/bilinemeyen eşyayı anlamak, sadece keşfin bidâyeti (başlangıcı) yani insanın ben(liğin)den kendi(liği)ne yolculuğu ile mümkün olacaktır. Nitekim keşfin kelime anlamı da “var olduğu hâlde o zamana değin varlığı bilinmeyen bir şeyi bulup ortaya çıkarma işi” şeklindedir.

Yine Jiddu Krishnamurti’nin sözü ile devam edersek, kendini tanımak için gereken kesintisiz zihin, aslında diğer maddeler yani gözlemlemek, mücadele etmek, mutlu olmak ve hüzünlenmek içindir. Mevzubahis maddeleri birkaç kelime ile özetlemek gerekirse…

“Gözlemlemek” ile kâinatın keşfinin; “mücadele” ile gece-gündüz hakkını vererek çalışmanın; “mutlu olmak” ile hakikat ümidinde edinilen bilginin; “hüzünlenmek” ile de aşk uğruna bazı vakitlerde düşülen hâlin kastedildiği söylenebilir.

Yola dair bir sır ile bitirmek lâzımsa… Gözlem, mücadele ve mutluluk, el âleme yansıyabilir. Fakat hüzün, insanın sadece kendinde (kendi âleminde) saklı kalır. Belki o hâlden birkaç kırıntı sızarsa dışarı, âlemde şu satırlar yer alır:  

“Uzundur bu yol, düşülür ah ile zara
Hakikat yolcuların ol ki gözü kara
Zaman geçer nöbette, mekân mağara
Vurulmuşum bir yara, can-ı yüreğimde yara

Eriten bedeni hasretle mustarip olurum
Ağlamaklı gözler dalar vuslata, garip olurum.”

Yolcunun şu satırlardaki sözü, keşfin nihâyetindeki hasret ile vuslat kavgasıdır. Lâkin başlıkta da değindiğimiz üzere, keşfin bidâyeti, “el âlem’den âlem’e”dir.