“El emeği göz nuru” değişimler, dönüşümler

Her ulusun kendi inanç dinamikleri ve kültürel normlarının etrafında şekillenen davranış modelleri, kabulleri, itirazları, ritüelleri kısacası onu var eden iç dinamikleri vardır ve bu uluslara pusula görevi yapar. Özünden koparıp, onu diğerleriyle aynılaştırdığınız zaman seçkilerinde tercihini belirleyecek tüm argümanlarını da ötelemiş olursunuz.

BİR garip hâller oluyor insanlığa… Hızına yetişemediğimiz değişimlerin içeriğini anlayamadan bir adım ilerisinde buluyoruz kendimizi. 

Yıllar önce yaptığım bir Almanya seyahatinde sokaklarda dikkatimi çeken, hayret ve şaşkınlık içerisinde gözlemlediğim insan manzaraları ve ilişkileri beni oldukça ürkütmüş, bir an önce yurduma dönme isteği uyandırmıştı. Korunaklı sahama, ülkeme döndüğümde artık kendimi emniyette hissetmiş, gördüğüm tehlikelerin bana asla ulaşamayacağına ve zarar veremeyeceğine tüm kalbimle inanmıştım. Ne de olsa Almanya’nın cadde ve sokaklarında tanık olduğum hâller manen ve kültürel olarak bizlere oldukça yabancı vaziyetlerdi! Televizyon ekranında gördüklerimiz ise sanki o kutunun içinde bizden, muhitimizden, sokağımızdan uzak, kurmaca bir ortamda yaşanıyordu ve hep de orada kalacaktı.

O yıllarda çocuklarımız ailelerini tanıdığımız arkadaşlarının evine girip çıkabiliyor, seyahate çıktığımızda çiçeklerimize su dökmesi için karşı komşuya anahtarımızı bırakabiliyorduk. Evlilikler o muazzam ritüelin, kız istemenin saf ve duru heyecanıyla başlıyor, aile büyüklerimiz, hatırı sayılır dostlarımız bize eşlik ediyordu müstesna günlerimizde. “Yüz kızarması” diye bir hâl vardı fıtratımızda; öyle suçtan, çirkin fiillerden dolayı değil…Edepten mülhem mahcubiyetti özündeki… 

Çok uzun değil, bir anda bildiğimiz doğrular alt üst oldu hayatlarımızda. Bir hâller oluyordu; bizden bağımsız, “biz”e rağmen buralarda… Diken üstünde yaşamalıydık artık; en çok da “güven” dediğimiz kavramımızı hayatımızdan çıkarmalıydık derhâl! Öyle “yirmi yıllık, otuz yıllık aile dostları” diye bir bağ yoktu gerçekte. Sadece kendimiz vardı inanabileceğimiz, belki o bile şüpheli. Neler oluyordu!? Yüzyıllardır ördüğümüz duvarlarımıza sağlam bir balyoz darbesi inmiş gibiydi. Sil baştan bir düzenin zemini hazırlanıyor, bunun için de kitle iletişim araçlarının birincisi olan televizyondan mühim bir aracı olarak istifade ediliyordu. 

“Çocuklarınızı bayramlarda şeker toplamak için sokağa çıkmalarına müsaade etmeyin!”diye bağırıyordu bir ses ekranlarda. Hatta “Kimsenin dokunmasına dahi müsaade etmeyin”diye de üstüne basa basa tekrarlıyordu. Havsalaları durduran haberler ekranlara düştükçe küçülüyor, bin bir türlü paranoyaların labirentlerinde çıkışı arıyorduk. Ama bir paradoks yaşanmıyor muydu sizce de? Üç, beş, yedi yaşındaki çocuklarımızı korumalıydık da “yetişkin” olan çocuklarımızı başıboş mu bırakmalıydık? Kız ve erkek çocuklarımızı bir evin içerisine “evlenmek” amacıyla koyduklarında cümle âlem bu pespayeliğe şahit olduk. Fermuarın dişleri gibi sistematik olarak servis ediliyordu devâsa deformasyonun projeleri. Ekranlarda kıran kırana yarışmalar ve dallarından kırılarak koparılan yarışmacılar… Sesler, kıyafetler, evler, eşyalar… Herkes ekranlara kilitli; anne çocuğunu, eşler birbirini ötelemiş vaziyette! “Reyting” dedikleri altın vuruş, hedefi yakaladıkça toplumun dokusu da hızlıca kabuk değiştiriyordu. 

Akşam yemeğinden sonra çaylarımızı yudumlarken izlediğimiz dizi filmlerde kimliklerimiz yeniden tanımlanıyor, yabancısı olduğumuz ultra lüks hayatlar “senin de hakkın” algısıyla donatılıyordu. Dünya, sadece zevk ve sefa edeceğin, dert, sıkıntı, yokluk gibi gayet insanî hâllerin reddedildiği bir cümbüş yeriydi ne de olsa. “Dünyaya bir kere gelmiştik” değil mi? Kanaat, kabul, erdem, hoşgörü gibi kavramlarla bizi muhatap etmemenin gayreti önce tanımsal nüanslara ufak dokunuşlar yapıp büyük değişikliklerin önünü açmaktı. Bu kabulde bir yaşam hedefti ve ulaşmak için yalan, hile, entrika pek tabii yapılabilirdi. “Yok canım, ben ailemin paha biçilmez kıymetini bilmez miyim hiç! Varlığı yokluğu, sevinci kederi beraber göğüsleyeceğimizi hele de…” diye ötelesek de bu kurmaca dünyayı yanımızdaki tazecik dimağların tertemiz belleklerine nelerin tohumlarının atıldığının hiç farkında olamadık ne yazık ki. 

Sonrasında kurgulanmış hayatlardan sıyrıldık ve kendi hayatlarımızın kapılarını açtık cümle alemin gözlerinin önüne. “Beğeni” ne mühim hakikat oldu hayatlarımızda. Pişirdiğimiz yemeğin beğenilmesi, yaptığımız temizliğin, döşediğimiz evin… 

“Gündüz Kuşağı” adıyla düzenlenen programlar kelimenin tam anlamıyla “teşhir” etme üzerine uyarlanmıştı. Evlerin kapıları sonuna kadar açıldığı gibi “yorum” yakıştırması altında sarf edilen sözler bize ait hiçbir öğretiyle uyuşmuyordu. Sorarım bu satırları lütfedip okuyan muhterem okura: “Bizim kadim geleneklerimizin ve görgülerimizin neresinde konuk olduğumuz evin eşyası, düzeni ve tertibi üzerine cümle kurmak var?” Biz, Tanrı misafiri olarak bir kapıdan girer, imkân ve olanaklar dairesinde ağırlanır ve helâllik alarak da oradan ayrılırız. Gözümüz kör, kulağımız sağır ve dilimiz laldir başka hayatlar adına. 

Hele bizim için kurulmuş sofraya kusur bulmak! Ekmek en büyük nimettir öğretilerimizde; yere düşünce alır, üç kere öper başımıza koyarız. Ve o sofraya gelen bir bardak su, bir tutam tuz bile nimettir her daim bizim için. Fakat bize öyle tuzaklar kuruldu ki, birinciye verilecek birkaç bin liralık ödül için oturduğumuz sofrada tabağımıza konulan her nimete kusur bulmakta yarışır olduk. Asıl mevzu kimin bulduğu kusurun daha nitelikli olduğuydu; hatta bulunan kusurun büyüklüğü sahaya olan hakimiyetimizin de göstergesiydi. Ne yaman bir avlanma, ne büyük bir tuzak! Oysa “şükür” nimetin bereketi, ruhun kanaatiydi, ki belki de ana hedef tam da burasıydı. Bizleri tek dünyalı bir yaşamın merkezine alarak sisteme dahil etme eyleminin birinci basamak düzenekleri. Başka türlü ikram edilen kahvenin yanına konulan su bardağıyla fincanın uyumu bir kadının birincil meselesi olabilir miydi? Çünkü kadın anaçtır, kadın duyarlıdır, kadın onarandır… Dünyada böylesi bir açlık, böylesi bir zulüm ve böylesi bir vahşet varken kurulan tuzaklara düşen biz kadınlar konforun, standartların ve “güzel” olmanın rüzgârında dünyaya kör, sağır ve dilsiz olduk.

Her ulusun kendi inanç dinamikleri ve kültürel normlarının etrafında şekillenen davranış modelleri, kabulleri, itirazları, ritüelleri kısacası onu var eden iç dinamikleri vardır ve bu uluslara pusula görevi yapar. Özünden koparıp, onu diğerleriyle aynılaştırdığınız zaman seçkilerinde tercihini belirleyecek tüm argümanlarını da ötelemiş olursunuz. Bu aidiyetsizlik pek tabii kolay yönetilir ve sisteme sorunsuz şekilde dahil edilebilir. Bu entegrasyon için birincil kural “ben” merkezini belirginleştirip bu merkeze “lâyık” olma kabulünü yerleştirerek hedefe doğru eyleme geçmesini sağlamak. Sahip olma ihtirası, rekabete girmeyi de sürükleyince arkasından geriye kalan tek hamle ise bu dürtülere cevap verecek pazarları oluşturmak sadece. Elbette “Minareyi çalan kılıfını da hazır eder” nasıl olsa…

Artık biliyoruz ki dünya belli ideolojilerin düzenlerini oturtmak için dizayn edilirken bu durum bazı sektörler üzerinden de finanse ediliyor. Bunların içinde silah, ilaç ve kozmetik sektörü listenin başında olanlar arasında. Özellikle kozmetik sektörü içlerinde en masum görüneni ve görsel medya aracılığıyla bizlere en çok servis edileni. Şimdi modern insan prototipinin zaruri ihtiyaçları olarak kabul edilen bu alanın figürleri, genç neslin tercihlerini belirleyen en yetkin faktör olarak yerini almış durumda. İnsanın sadece somut varlığıyla meşgul edildiği bu zamanda bizden (miş gibi) görünenlerin illüzyonlarıyla akıllarımızdan vurulduk yıllarca. Görsel dünyayı soframızdaki tabağımız gibi düşünelim; her önümüze geleni nasıl yemiyorsak, gözümüze dayatılan her şeyi de seyretmeyelim lütfen!