Ekonomik krizin İslâm iktisadına ihtiyacı var!

“Aşırı finanslaşma, toplumsal ve insanî mâliyetlerin dikkate alınmadığı, sadece rant kaygısıyla hareket eden obez bir ekonomik model ortaya çıkarmıştır. Vaat edilenin aksine tüm dünyada gelir ve servet dağılımı gittikçe bozulmuş, ülkeler arasındaki makas daha da açılmıştır. Finans sektöründe başlayan her kriz, hızla reel sektöre de sirâyet ederek yeni işsizler ordusu oluşturmaktadır.”

BUNDAN önceki hafta “İnsan Eşref-i Mahlûkattır” başlıklı yazımızın son paragrafını, “İnsanlık bugün bir yol ayrımındadır. Kafalar karışıktır. Herkes yeni arayışlar peşindedir. Oysa insanlık tarihi yukarıdaki iki eksende gelişmiş ve başka alternatif de bulunamamıştır. Bu yüzden insanlık ya güç ve aklın hükmettiği bir dünya düzeni ya da adaleti merkeze oturtmuş, mâneviyat ile beslenen aklın üreteceği nizâmı takip etmek zorundadır” sözleri ile bitirmiş idim.

Bundan böyle, bilâistisna, genelde her ülke yetkilisi ve münevveri küresel salgın ile başlayıp kapıdaki ekonomik krizi hızlandıran Covid-19 süreci sonrasında ya aklı başındaki yetkililerini dinleyecek ve özelde ise ülkemiz için rızâ-i Bâri izniyle imanî bir ferasetle düşünen Devlet Başkanı ile fikir erbabının, kurtuluşun İslâm iktisadı ile yerli ve millî modelde olduğu bu âli zevatın haklı söylediklerine kulak verecek ya da topyekûn beşeriyeti üretimin aracı olarak kurgulayan, diğer bir ifadeyle meta olarak gören “vahşi kapitalizmin” mekanik çarklarının insafına (!) bırakacaktır.

Ortak aklın ve tefekkürün işaret ettiği İslâmî hayatı ülkü edinen allâmelerin ve ulemâ-i kâmilînin herhangi bir menfi hisse itibar etmeden “İslâmî ekonomi” nizâmını dillendirip mâzideki ecdat iktisadının muzaffer zamanlarını günümüze göre yorumlamaları hayatî bir öneme haizdir. Merhum Âkif’in deyimiyle, “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,/ Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı”

Hamâset yapmadan söylüyoruz, ayağa kalmanın tam da demidir!

Yıllar yılı zoraki telkinlerle başka mahfillerde, değişik ideoloji ve payitahtlarda beşerî zaafların ürünü olan “izm”lerden medet bekleyen coğrafyamızın ve insanının gözünün içine baktığı yetkili zevatın aslına rücû etme zamanı gelmiştir.

Milyonlarca insanın hastalanması ve yüz binlercesinin hayatını kaybetmesine neden olan Covid-19, günlük ilişkilerden makroekonomik faaliyetlere kadar hayatımızın birçok alanını etkiledi. İçerisinden geçtiğimiz bugünlerde sağlık tehdidi giderek şiddetini azalmakta ve salgının bulaşma hızı yavaşlamaktadır. Ancak, salgının özellikle ekonomik hayattaki etkisi, kendisini bundan sonra değişik ağırlıklarda göstermeye başlayacaktır.

Her kesimin ortak olarak kabul edeceği sağlık savaşının bitip ekonomik mücadelenin başladığı bir döneme girdiğimiz bugünlerde mevcut iktisadî sistemin çarpıklıkları, bu salgın sırasında bir daha gözler önüne serilmiştir. Özellikle insanın hilkatindeki sırr-ı İlâhîyi göz ardı edip hakikatin merkezinden uzaklara yerleştiren ve maddî olarak güçlü görünen devletlerdeki utanç verici durum, üzerlerini yaldızlı boyalarla örtenlerin hâl-i pürmelâlini gözler önüne serdi.

Salgına dair her ülkedeki sayıların toplamı, oranları ve mânevî kaybın ötesinde fıtrat gereği devam eden hayatiyetin maverasının nasıl olması gerektiğine karşılık aranan cevap, ilim ve fikir adamları tarafından yeni bir senaryo ile yazılıp insan faidesine ve idrakine sunuluyor.

İKAM Raporu’nda dikkat çeken tespitler!

Ülkemizde de salgın sonrası gerek milletlerarası siyasette ve gerekse iktisadî yapımız konusunda fikir serdederek rapor hazırlayan İKAM’ın (İslâm İktisadî Araştırma Merkezi) çok sayıda akademisyen, gönül ve fikir erbâbınca hazırlanan “Covid-19 ve Sosyo-Ekonomik Kriz: İslâm İktisadına İhtiyaç Var” başlıklı yayını fevkalâde dikkat çekmektedir.

İKAM Raporu’ndan birkaç paragraf sunalım:

“İslam iktisadı düşüncesinin küllî bir şekilde inşâsı için yetkin fikir ve teorilerin üretilmesini teşvik etmek ve yeni çalışmalara zemin teşkil etmek amacıyla kurulan İslâm İktisadî Araştırma Merkezi İKAM, mevcût salgının bir kere daha gösterdiği üzere, mevcût sistemin yol açtığı krizlerin ancak İslâm iktisadı ile yoğrulmuş bir sistemle çözülebileceğine dikkat çekmektedir.

Küresel salgın ile başlayıp kapıdaki ekonomik krizi hızlandıran Covid-19 süreci, kapitalist iktisadî düzenin kırılgan yapısını bir kez daha tüm dünyaya göstermiştir. Bir sağlık krizinin yeryüzündeki tüm kazanç ve emek modellerini etkileyerek sosyo-ekonomik bir krize dönüşmesinin temel nedeni, sağlam ve dayanıklı olmayan bir iktisadî ve sosyal düzendir.

Fakat daha önceki krizlere benzer şekilde, bu kriz de sermayeyi güçlendirmiş, üretimi ve emeği zayıflatmıştır. Yani sorunun temelini derinleştirmektedir. Yalnızca adaletsizliğe yol açan bu ekonomik düzen, krizle birlikte emek gücünü ve işletmeleri sermayenin sömürüsü altında daha fazla ezmiştir.

Faizle borçlandırılmış insanlar ve işletmeler, yasalaştırılmış tefeciliğin zincirlerinden kurtulmak bir yana, buna daha da tutsak olmuşlardır. Bu durum, Haşr Sûresi yedinci âyette belirtildiği üzere sömürücü ve zayıflatıcı bir güç temerküzüne dönüşmüştür:

‘Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın Peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, Peygambere, Onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye Allah böyle hükmetmiştir. Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.’

Hakikat sahibi tüm ilim adamları mevcût ekonomik düzenin bu şekilde ilerleyemeyeceğine dair kanaatlerini yeniden fikir birliği ile dile getirmişlerdir. İnsanlığın aleyhine işleyen bu yozlaşmış çarkı ıslah edebilecek yegâne düzen, İslâmiyet`in iktisadî kaideleriyle yoğrulmuş bir sistem olabilir. Geçmişte olduğu gibi, daima halkın sosyal refahını sağlamak gâyesiyle hareket eden bir sosyo-ekonomik düzen, bugünkü krizin merhemi olabilecek niteliktedir.

Tüm insanların asgarî değil, temel refah düzeyine çıkabilmesi, İslâm iktisadının emeğin istismarını önleyen faiz yasağı, karşılıksız borçlandırma, kalkınmayı hedefleyen zekât ve benzeri yardımlaşma biçimleri, insanın merkezde olduğu iş hayatı ve toplumsal adaleti sağlamaya yönelik uygulamaları ile mümkündür.

Toplumsal adalet, bir söylem değil, zarurettir. Zira dünya nüfusunun yarısı ile bir avuç insanın aynı servete sahip olduğu bir ekonomik düzenin sadece eşitsizliklere gebe olduğu ispatlanmıştır.

Bu eşitsizliğin, adaletsizliğin sebebi, sermayenin temerküzü ve müsebbibi de sermayedara her sömürüyü mubah kılan kapitalizme dayalı iktisadî düzendir. Bu düzenin kırılması ve yerine toplumsal adaletin getirilmesi, ancak ve ancak İslâm iktisadının ilk emri zekât ve ikinci emri faiz yasağı ile mümkündür. Servetin toplum yararına işletilmesi, ancak zekât, sadaka ve infak ile mümkün iken, sermayenin durduğu yerde haksız kazanç sağlamaması ve üretime sokulması da faiz ve türevlerinin yasaklanması ile mümkün olabilir.

Covid-19 süreciyle birlikte toplumsal adaletin bir söylemden öte bir zaruret hâline geldiği, su götürmez bir gerçek hâlini almıştır. Kapitalizm, sermayeyi elinde tutan kapitalistlerin refahını karşılıksız kazanç olan faiz ile sağlamakta ve toplumun sermayesiz kesiminin emeğine haksız ortak olmaktadır.

İslâm iktisadında ise bu durum, zekâttan yararlanabilecekler arasında borçluların da zikredilmesiyle birlikte, sermaye sahiplerinin zor durumdaki insanların borçlarının ödenmesi sağlanarak toplumu borç yükünden arındırma ve refahın yükseltilmesi hedeflenmektedir.

Bunun için devletler ve zenginler, toplumun refahını sağlamak için İslâm iktisadının ilkeleriyle hareket etmek durumundadır. Occupy Wall Street gibi sınıfsallaşmadan kaynaklı isyanların da gösterdiği üzere ne kapitalizm, ne de sosyalizm, yüzyıllardır devam eden adaletsizliği çözebilmiştir.

Tarih ise, İslâm iktisadının kurumlarıyla, düsturlarıyla ve kalplerde oluşturduğu merhamet duygusuyla toplumdaki muhtaçların refahını sağladığına şâhittir.”

İslâm’ın gösterdiği çözüm

Raporun ilerleyen bölümlerinde, meselenin milletlerarası boyutu ile istikbâle dair öngörülere de yer verilmiştir.

Hazımsız muhalefetin ve nâdanların dediklerinin aksine, Devlet aklının yerinde ve zamanında aldığı tedbirler sayesinde salgını en az hasarla atlatan Türkiye ekonomisinin yeniden canlanması ve mevcût tedbirlerin yanında, yazımıza da mesnet olan “İslâm iktisadına ihtiyaç var” çalışmalarına başlayan kuruluşların “vergiler” konusunda da Asr-ı Saâdet’ten ve Osmanlı Cihan Devleti’nin uygulamalarından hisseler edindiklerine, bunu gündemlerine aldıklarına inanmak istiyoruz. Kelimenin tarifinden de anlaşılacağı üzere, “vergi”, vermekten mülhem bir ifadedir. Önceleri bireylerin ortak harcamalara gönüllü ve yardım niteliğinde katılımı ile başlayan ve devlet teşkilâtının oluşmasıyla genel nitelikte ve zorunlu bir yükümlülüğe dönüşen, bu sebeple toplumların tarihi kadar eski bir geçmişi bulunan vergi işleminin günümüzde de tatbiki epey can yakıcıdır.

Meselâ ilk İslâm Devleti olan Medîne için Hazreti Muhammed (sav) tarafından yazılı bir anayasa hazırlandı. Böylece maddî bir müeyyideye yani bir devlet gücüne sahip olunuyordu. Daha önce Medîne’deki ayrı din mensuplarının da mükellefiyetleriyle birlikte ortaya çıkan yeni mükellefiyetler, tam anlamıyla bir devlet vergisi oluyordu.

Devletten beklenen hizmet ve gâyeleri vergisiz yerine getirmek mümkün olmadığından, vergilerin muntazaman toplanması gerekiyordu. Bu sebeple devlet, mâliye teşkilâtını kurmakta gecikmedi. Rasûlullah, hicreti esnasında uğrayıp kısa bir süre kaldığı Medîne yakınındaki Kubâ’da ilk mescidi inşâ ettirip burada irad ettiği ilk hutbesinde mâlî mükellefiyetlere de temas ederek, “Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun” demişti.

Günümüzde ise şu anki vergi sistemi, İKAM Raporu’nda şöyle izah edilmiş:

Mevcût sistemde; kazancı ve serveti yüksek kesimler, servetlerini büyütürlerken eşitsizlikleri de beraberinde getirmektedirler. Sistem, sermayedarları daha fazla kazanmaya teşvik edici ve servet sahibi olmayan ve toplumun büyük kesimini oluşturan insanların ellerindeki imkânları azaltmaya yönelik işlemektedir.

Bu durum, eşitsizliğe sebep olan servetin vergilendirilmesi gerektiğini bir kez daha gün yüzüne çıkarmaktadır. Ancak bu vergilendirme devlet lehine değil, toplum lehine olmalıdır.

Bir kısım Batılı ekonomistin vurguladığı gibi, vergilendirilen servet, yeniden devletin kaynaklarına girmemelidir. Aksine vergilendirilen servet, toplumun ihtiyacı doğrultusunda yeniden topluma dağıtılmalıdır. İslâm iktisadının binlerce yıldır zekât ile uyguladığı bu ilke, eşitsizliğin bertarafına emsal niteliktedir. Toplumun kaynaklarıyla zenginleşen kişi ve işletmeler, bunu topluma iade etmek zorundadır.

Vergilendirmede adil bir sistemin kurulması, ekonomik krizlere yol açan en büyük etkenlerin önünü kesecek ve olası kriz durumlarında toplumun dayanışmasını sağlayacaktır.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vahşi kapitalizme karşı mücadelesi

Devlet Başkanımız Erdoğan’ın, 12’nci Milletlerarası İslâm Ekonomisi ve Finansı Konferansı’na davetlilere hitaben yaptıkları konuşmada verdikleri şu misâl, câlib-i dikkattir:

“Onca zenginliğe rağmen açlıktan ölen insanlar ve her 10 yılda bir tekrarlanan ekonomik krizler, küresel düzeyde yapılanma ihtiyacını açıkça ortaya koymaktadır. 2008 yılında yaşanan küresel finans krizi, sadece faize ve ne olursa olsun kazanma hırsına dayalı ekonomik sistemin açmazlarının ifşası anlamını taşıyor.

Üretim ve refah noktasında özellikle katkı yapması beklenen finansal sistem, bugün ekonomik faaliyetlerin tamamını domine eder hâle gelmiştir. Finans sektörünün üretimi ve ticareti beslediği bir ekonomik sistemin yerini, diğer tüm sektörlerin finans sektörünü beslediği sağlıksız ve sürdürülemez bir yapı almıştır.

Aşırı finanslaşma, toplumsal ve insanî mâliyetlerin dikkate alınmadığı, sadece rant kaygısıyla hareket eden obez bir ekonomik model ortaya çıkarmıştır. Vaat edilenin aksine tüm dünyada gelir ve servet dağılımı gittikçe bozulmuş, ülkeler arasındaki makas daha da açılmıştır. Finans sektöründe başlayan her kriz, hızla reel sektöre de sirâyet ederek yeni işsizler ordusu oluşturmaktadır.”

Vahşi kapitalizmin en büyük sömürü vâsıtası olan faiz, beşeriyetin ticaret ve ticarî muameledeki en büyük düşmanıdır. Her ehl-i dil ve tüm müminat bu düşmanı bilir, ismi “riba” da olsa, “faiz” de olsa bu kazancın haram olduğunun idrakindedir. Zira faizin Müslümanlara ilk haram kılınışı, Âl-i İmrân Sûresi’nin 130’uncu âyeti ile olmuştur: “Ey iman edenler, faizi kat kat alarak yemeyiniz. Allah’tan sakının ki başarıya ulaşasınız.”

Ümmet olarak, Devlet Başkanımızın, “İnsanî, ahlâkî ve çevreci karakteri faizi ve sömürüyü reddeden yapısıyla İslâm iktisadı, krizden çıkışın anahtarıdır. Geleceğin dünyasında faize ve sömürüye dayalı mevcût ekonomik sistemin yerini, risk paylaşımının esas olduğu katılımcılığa bırakacağına inanıyorum” kanaati ve tavsiyesine büyük bir umutla bakıyor ve “Âmin!” diyoruz.

Vesselâm…