
DEVLETLERİN ve ekonomilerin gelişimi birkaç ay, hatta birkaç senenin verileri ile anlaşılamaz. Doğru sonuca varabilmek için 5’er 10’ar yıllık veriler kıyaslanmalıdır. Hükûmetlerin karneleri ise -yeteri kadar kaldılarsa- iktidar süreleri ile belirlenmelidir. Erdoğan dönemini anlamak için de 2002 öncesi ile 2023’teki durumu karşılaştırmak gerekir dolayısıyla.
Muhalefetin zaman zaman yaptığı gibi 2013 öncesi ve sonrası değerlendirmeler de yapılabilir tabiî, ama Türkiye’yi 2002’den alıp 2013’e getirenin de AK Parti olduğu unutulmamalıdır.
Rahmetli dedemin yaşadıklarını rahmetli babam bilemezdi. Babamın yaşadıklarını benim, benim yaşadıklarımı evlâtlarımın bilemeyeceği gibi… Nesilden nesle aktarılan bilgiler bu konuda fikir verebilse de belgesiz anılarla yeni nesillerin doğruya ikna olması çok da kolay olmayacaktır.
Ancak bugünkü iletişim ve bilgiye erişim imkânları, herkesin doğruyu görmesine yardımcı olabilecek noktada. Özellikle hayatın içindeki ekonomik veriler, “Bugün mü daha iyi durumdayız, dün mü daha iyiydi?” sorularını rahatlıkla cevaplayabilir. Ne var ki, araştırma kültürümüzün gelişmemesi ve hatta internet çağında olmamıza rağmen sosyal medyadan öğrendiklerimizi doğru ve yeterli kabul etmemiz işi zorlaştırıyor.
Yaşı 35’i geçmeyen hiçbir seçmen, 2002 ve öncesinde ekonomik sorumluluk almamış olduğu için, son 20 yılı öncekilerle kıyaslayacak hatıralara sahip değil. Öyleyse her fırsatta bunu anlatmak zorundayız. Fakat hatıralarımızı anlatarak değil, önlerine gerçek belgeler ve bilgiler koyarak yapmalıyız bunu.
Kıyas ama nasıl?
Meselâ muhalefet tetikçisi bir gazeteci, televizyon programında ekonomiyi eleştirirken, “İki kilo et, bir gram altın” diyor. Bunu sosyal medya hesabından da paylaşıyor. Bir bakıyorsunuz ki, paylaşımın altına yapılan yorumların neredeyse tamamı, bu bilginin doğruluğu üzerine yazılmış.
Hâlbuki o gün bir gram altın, bin 205 TL. Buna göre bir kilo etin 600 TL olması gerekir ki etin en iyi yerinin bile ortalama market fiyatı 400 TL civarında. Ucuz mu? Elbette değil! Ama ucuz-pahalı kavramındaki görecelik burada çıkıyor karşımıza. Neye göre ucuz, neye göre pahalı? Eğer bir iktidarın ekonomik politikalarını eleştiriyor ve çok pahalı olduğunu iddia ettiğiniz bir örnek veriyorsanız, bunun o iktidardan önce daha ucuz olması gerekmez mi? O hâlde AK Parti’den öncesi ile 2023’ün Mart ayındaki et fiyatlarını kıyaslayalım.
Yıl 2002, 1 kilo dana kuşbaşı ortalama 11 milyon TL. (Bu arada 2000 ve 2001’de 18 milyon olan et fiyatı, o seneye mahsus bir düşüş gösteriyor.) Asgarî ücret, ortalama 236 milyon TL. Yani 2002’deki asgarî ücretle 21 buçuk kilo dana kuşbaşı alınabilirken, bugünkü asgarî ücretle 28-30 kilo alınabiliyor. Ayrıca 2002’nin Mart ayında 1 gram altın 12,8 milyon TL ve bununla ancak 1,1 kilo dana kuşbaşı alınabiliyor. Öyleyse bu tetikçi gazetecinin yaptığı haberin elinde patlaması, Hükûmet’i eleştirmek bir yana, ekonomi politikalarına destek anlamına gelmesi gerekmez mi?
Ama maalesef öyle olmuyor. Yalanlar üzerine kurulmuş muhalefet politikalarının tamamında olduğu gibi, araştırmayan, geçmişi yaşamadığı için kıyaslama yapamayan nesil ve tabiî ki her yalanın peşinden koyun gibi sorgusuz sualsiz giden seçmen tarafından bu yalan da bilâ-ücret satın alınıyor.
Daha önce defalarca ve çok sayıda üründe kıyaslama yapmış olduğum için, sayılar içinde fazla boğulmadan son bir örneği de yaşanmış tecrübelerden vermek istiyorum…
Son senelerin en büyük sorunlarından biridir kira artışları. Bunun en büyük sebeplerinden birinin, pandemi döneminde üretilemeyen konut ihtiyacından kaynaklandığı kanaatindeyim. Fakat bu konuda da 20-30 sene önceye göre daha gerilerde olmadığımız gerçeğini görmek zorundayız.
1993’ün başı. Henüz bekârım ve ailemle birlikte yaşıyorum. İzmir Karşıyaka’da çok da lüks olmayan bir semtte kiralık bir dairede oturuyoruz. Asgarî ücret 1,5 milyon TL iken ev kiramız 3 milyon TL. Yani ikî asgari ücret, bir kira ödüyor. Bugün aynı yerde daha lüks dairelerin ortalama kirası 10 bin TL. Yani asgarî ücretin 1,2 katı.
Velhâsıl, asgarî ücretin alım gücü son 21 yılda düşmemiş, tam tersine yükselmiştir. Asgarî ücret böyle olduğuna göre, eğer iddia edildiği gibi ekonomide geriye doğru bir hareket varsa, bunun yüksek gelir grubunda yani patronlarda olması gerekir. Arzu eden, sermaye sahiplerinin son 20 yılını araştırıp ciro-kâr-zarar hesaplarına bakarak ekonomik bir gerileme olmadığını görebilir.
Patates soğan fiyatlarıyla, dolar kuru ve borsa endeksiyle bu hükûmeti yıpratmaya çalışmak, mantıken de, matematiksel olarak da mümkün değildir. Ancak yalan, söylendikçe söyleyeni bile inandıran bir sosyolojik özelliğe sahip olduğuna göre, bize düşen, bu yalanları aynı yoğunlukta deşifre etmek olmalı.
Türkiye’de son 20 yılda, organize sanayi bölgesi sayısının 138’den 378’e ve fabrika sayısının 12 bin 800’den 74 bin 200’e çıktığını; çalışan sayısının yüzde 700 artışla 3 milyona dayandığını; Devlet’in faiz giderinin, toplam vergilerin yüzde 103’ü iken yüzde 11’ine indiğini;
yaklaşık 29 bin kilometre bölünmüş yolun 23 bin kilometresinin, toplam 663 kilometre tünelin 613 kilometresinin bu iktidar tarafından yapıldığını; 585 yeni baraj, 47 yeni tersane, 31 yeni havaalanı inşâ edildiğini; 7 buçuk kişiye bir araç düşerken bu oranın 3,3 kişiye düştüğünü; “Kesiliyor” yalanlarının aksine, zeytin ağacı sayısının 100 milyondan 200 milyona çıktığını; “Hayvancılık bitti” yalanının aksine, yaklaşık birer kat artarak büyükbaş hayvan sayısının 18 milyona, küçükbaş hayvan sayısının 59 milyona çıktığını anlatmak zorundayız.
Bu da yetmez, zira muhalefeti dizayn edenlerin derdi Türkiye’yi ekonomik refaha kavuşturmak değil, amaçları bu verileri geriye döndürmek!
Niyetleri, güçlü Türkiye’den kurtulmak!
Terörü bitiren, umudu yaşatan iradeyi anlatmak zorundayız!
Terör örgütü, başını mağaradan çıkaramaz, Türkiye’de eylem yapamaz hâle gelmiş. Kandil’den ağlayarak, yalvararak demeçler veriyorlar: “Tükendik, bittik, kurtarın bizi Erdoğan’dan!” Çünkü biliyorlar, Erdoğan giderse, terörle mücadele eskisi gibi dağı taşı bombalamaya dönüşecek. TSK Suriye’den, Irak’tan çıkacak ve ABD’den aldıkları binlerce tır silah ve mühimmat, yeni bir devlet kurmalarına, Türkiye’yi eskisi gibi vurmalarına imkân tanıyacak.
Küresel güç olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Türkiye, Batı için büyük tehdit. Terör örgütüne verdikleri destek ve devlet sözünün altında yatan tek gerçek de bu zaten. Şimdi bu terör örgütü, Türkiye’deki legal görünümlü siyâsî partisi vasıtasıyla Erdoğan’a karşı bir şantaj siyaseti yapıyor. “Bakanlık, cumhurbaşkanı yardımcılığı gibi hiçbir talebimiz yok. Aday çıkarmıyoruz. Demokratik güçler olarak Kılıçdaroğlu’nu destekliyoruz” açıklaması ne kadar da komik! Daha ne isteyeceksiniz ki? İmralı’daki çocuk katiline özgürlüğün yaklaştığını söyleyecek kadar gemi azıya almışsınız!
Erdoğan giderse sizin için her şeyin çok güzel olacağına eminsiniz. Muhalefetin size muhtaç olduğunu, ancak masanın altından çıkarsanız milliyetçi duyguları ağır basan seçmenin Millet İttifakı’na oy vermeyeceğini bildiğiniz için, “Hiçbir şey istemiyorum” yalanına sarılmış, birilerini aldatmaya çalışıyorsunuz. Kılıçdaroğlu gerçekten sizinle hiçbir pazarlık yapmamış bile olsa, kazandığı anda “Benim oylarımla kazandın” diyerek Meclis aritmetiğini de dayatarak istediğinizi alacağınızdan eminsiniz.
Akşener’in, “Bu son seçim. Kazanamazsak bir daha bunları konuşamayız” ifadesi çok doğru. Zira Erdoğan’lı bir dönem daha, Türkiye’nin kurduğu düzeni dünyaya kabul ettirme dönemi olacak. Gerek Türk, gerekse de İslâm devletleri arasındaki liderliği zirveye ulaşacak. Üç beş mermi üretebilen savunma sanayiinden kendi tüfeğini, topunu, tankını, gemisini, İHA’sını, SİHA’sını, uçağını, uydusunu yapabilen noktaya gelen Türkiye, bu bağımsızlığını mazlum coğrafyalara da umut noktasına taşıyacak. Ve bu güçlü ülkenin vatandaşları, eski sistemi hayâl bile etmeyecek artık.
Evet, bu seçim son seçim; Akşener’in kendi siyasal geleceği, FETÖ ve PKK’nın ise hayatları için...
Son söz
Ne mutlu ki, hâlâ Erdoğan’ı sevmediği hâlde devletini milletini seven bir seçmen kitlesi var Türkiye’de. Bu oyunu göreceklerinden hiç şüphem yok. Bunu anketlerde göstermeseler bile sandıkta ispat edeceklerine inanıyorum.
Bu konudaki ilk ateşi de Yavuz Ağıralioğlu yaktı aslında. Ülkücülüğü konusunda çekincelerim olsa da temsil ettiği görüş ve üzerindeki etiketin Ülkücü-milliyetçi kesimde etkili olduğunu düşünüyorum. İyi Parti ile bağlarını, sadece Millet İttifakı’nın HDP ile ilişkilerine ses çıkarmaması, teröre razı bir görüntü çizmesi üzerine kopardı. Bu konudaki samimiyeti hiç ilgilendirmiyor beni. Bence milyonlarca milliyetçinin duygularına tercüman olan iki basın toplantısı yaptı bir hafta içinde. Hele ki ilk basın toplantısında kurduğu bir cümle hiç tartışılmadı. Diyor ki, “Cumhur İttifakı’nın şu anda, etrafında toplanmaya, milleti toplamaya çalıştığı yere kalbimizle kuvvet vermeye çalışıyoruz”.
Ağıralioğlu, bu sözünün devamında Millet İttifakı’na neden aklıyla destek verdiğini de anlatıyordu gerçi ama sonuçta o desteğini de çekti. Partisi adına değil, kendi adına konuştuğunu defalarca söylemiş olsa da parti tabanında önemli bir rahatsızlığı dile getirdiği konuşmasında, bu rahatsızlığı duyan herkesin sözcüsü olmak hevesi ve belki de gerçeğiyle çoğul cümleler kurdu sürekli.
İşte 14 Mayıs’ı yeni bir zafer günü yapacak, Erdoğan’a son balkon konuşmasını yaptıracak hissiyat bu olacak. Gerek Sol’daki “ulusalcılık”, gerek Sağ’daki “milliyetçilik” hisleri aynı yerden besleniyor. Bu hislerle hareket edecek milyonların, Erdoğan’a oy vermeye gitmese bile Kılıçdaroğlu’na da oy vermeyeceğine adım gibi eminim.
Türkiye seçimini yapacak. Ya son 20 yılın verdiği güçle önümüzdeki yüzyılın devletinin inşâsı devam edecek ya da yanlış emeller uğruna, bugüne dek atılmış sağlam temeller yıkılacak.
Allah yolumuzu açık etsin; yâr ve yardımcımız olsun!