Ekmek kızartması kokusunda mutluluğun aykırı formülü

Ne zaman mutlu olmuştuk ki acaba? Mutluluk ne diye kaçıp durur avuçlarımızdan? Niye o anda yok da sonra geçmişte kalmış gibi? Niye geçmişteki mutluluk bugün hüzün veriyor? Neden? Nasıl? Niçin?

MUTLULUĞUN tutulması ve yakalanması zor bir kavram olması, onu bulamayacağımız anlamına gelmiyor. Ben, akıl vermeden, ilkesel değerlere atıfta bulunmadan (olabildiğince), kendi iç dünyamın; her yolun başını ve sonunu mâneviyata ve ilâhî duygulara bağlayan ısrarına set çekerek, sadece formüle edilmiş bir gerçeklikle, mutluluğu -var olduğu anda- tutabilmenin yol haritasını sunacağım. Bunu yaparken de önce anlamı, anlamın -kronik- kaybını ve bu kaybı en aza indirgemenin sistematiğini -kendimce- açıklayacağım.

Birkaç basit datayı öncelemem gerekiyor. Bunlar; formülde kullanılacak her bir değerin, işleme geçmeden önceki tanımlanma süreci olarak düşünülebilir.

Mutlu olmak gayesi bir sorunsa, bu sorunu çözebilmenin yolu geçerli bir formülse, formülde kullanılacak değerlerin tanımlanması da hayatî bir önceliktir. Öyleyse, herkese göre değişebilen bir anlam kaymasıyla açıkladığımız mutluluğun, aslında ne anlama geldiğini beyan ederek yola çıkabiliriz. Güncel sözlükte de benzer anlamlara rastlayacak, fakat uzun cümlelerin verdiği duygu kaybında, ikna olma sürecini uzatacaksınız. Ben bunu, daha kısa bir kabulleniş ya da inkâr ediş sürecine sığdırmak için “ben”ce söyleyeceğim. Ve tüm yolculuk boyunca verdiğim mutaları kabul ede ede ilerlemenizi istirham edeceğim.

Beni yalanlayacak, kanıtlanmamış bir önerme muamelesiyle yaklaşacak ve baştan sona aykırı bir fikir beyan edecekseniz de, bunu önce kabul ede ede yapın! Tüm yol boyu, iddia ve öznel fikirlerimi kabul edilmiş varsayalım, sonunda tümden ret yoluna gidilebilir nasıl olsa…

Her neyse...

***

Mutluluk, özlememektir. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi... Hiçbir ânı ve hiçbir duyguyu... Hiçbir mekânı ya da hiçbir zamanı...

Özlememek; özlenenleri, özlemeden önce fark etmekle mümkün olabilir.

Mutluluk asla bugün değildir?

O, hep yıllar öncedir. Öyle ânında, günü gününe ya da birkaç dakika sonra keşfedilebilen bir his değildir. O sadece yıllar öncedir. Yıllar önceki bir akşam çayında bırakılmıştır meselâ... Hatırlanır, özlenir ve yâd edilir. En çok da ekmek kızartması kokusundadır. Bugün kızartılmış bir ekmeğin kokusu, ancak yıllar önceki ekmek kızartması kokusundaki mutluluğu hatırlatmak için anlamlıdır.

Bugün demlenen çayın kokusu, yıllar önceki bir çay muhabbetini yeniden anımsattığı için vardır. Bu, o an için özlem dolu bir hüzün olsa da, yıllar öncesinde ise mutluluğun ta kendisidir. Fakat o an fark edilemeyen bir mutluluktur.

Mutluluk; içinde hep bir geçmiş zaman eki saklar. Bu kavram, günü ve geleceği anlatmaz. Bir duygu-durum adlandırmasıdır; fakat yaşanan zamanla senkron değildir.

İlk vardığımız sonuç; mutlu olduğumuzu yıllar sonra fark ettiğimiz bir zaman dilimini hatırlatan her şey, mutsuzluk sebebidir. Yani sözüm ona mutluluk simgesi olarak seçtiğimiz ekmek kızartması kokusu, yıllar önceki bir mutluluğu hatırlatırken, içinde bulunulan zaman dilimini hüzün ve hasrete mahkûm ediyor. Bu ekmek kızartması kokusunun yıllar önce mutluluk verdiğini zaten hissetmemiştik. O zaman sevdiğimiz kişilerle bir sabah kahvaltısı için ekmek kızartmış, üzerine yağ sürüp yemiştik belki de... Gülmüş, şakalaşmış da olabiliriz. Fakat o an hep birlikte durup, ne kadar mutlu olduğumuzu düşünmemiştik. Zamanı yaşayıp bitirmiştik. Yıllar sonra yeni bir ekmek kızartması kokusunda, onun ne kadar da mutlu bir zaman olduğunu keşfettik. Ve o an, artık burada olmadığı için hüzne boğulduk. Yani özlediğimiz zaman diliminde yaşarken fark etmediğimiz için, bugün hatırlarken de o zaman dilimi artık burada olmadığı için yine ve yine mutsuzuz.

***

Peki, ne zaman mutlu olmuştuk ki acaba? Mutluluk ne diye kaçıp durur avuçlarımızdan? Niye o anda yok da sonra geçmişte kalmış gibi? Niye geçmişteki mutluluk bugün hüzün veriyor? Neden? Nasıl? Niçin?

Efendim?

Ânı yaşamak mı?

İşte şimdi çuvalladık!

Bahsettiğim olayın her tarafı mutsuzluk. Sadece bir mutlu zaman diliminin yıllar sonra adlandırılmasıyla, sanki mutluluk var gibi görünüyor. Oysa ne o zaman hissetmiştik, ne de şimdi tutabildik. Ânı yaşamak, tam da bu işte! “Ânı yaşa, mutlu ol” safsatasını da bu süreçte çürüteceğim.

Zaten ânı yaşadığımız için mutluluğu bulamıyoruz. Andan ayrılabilse insan, ama sonra, yıllar yıllar sonra değil, tam da ânı yaşarken andan çıkabilse, mutluluğu sarıp sarmalayacak.

***

Vardığımız ikinci sonuç…

Şimdi özlediğimiz anda yaşarken de mutlu değildik, orada mutlu olduğumuzu yıllar sonra keşfettiğimizde de mutlu değiliz. Ve tüm bunların sebebi olan yanlışlık, “ânı yaşamak” adlı zırvalıktan ileri geliyor. Yani ânı yaşamak değil, ânı, yaşanılan anda terk etmek gerekiyor.

Açalım...

Figüranımız, “ekmek kızartması kokusu”... Etrafını, sağını solunu da dolduralım. Herkes vardı, tüm sevdiklerin... Derdin yoktu... En azından şimdiki kadar değildi. Yüzler gülüyordu. Bütün evi sarmıştı ekmek kızartması kokusu... Yanında da sıcacık çay... Herkes konuşuyor, sözler ve sesler birbirine karışıyordu. Fakat işimiz herkes değil şimdi... İşimiz bu ortamdaki sensin!

Seni mutlu edebilmek gâyesiyle çıktık ya yola, lütfen orada kal!

Sevdiğin ve sana iyi gelen ne varsa koy bu sahneye... İstediğin gibi şekillendir, süsle... Kimi istiyorsan masaya otursun şimdi... Bir kedi de olabilir köşedeki divanda ya da muhabbet kuşu kafesin üstüne konabilir. Sen bilirsin... Sen de güzel ve gençsin… Hava ne sıcak, ne soğuk. O herkesin sevdiği tatlı esintili, üşütmeyen-terletmeyen, her mevsime sığan ama hiçbirine ait olmayan ılıman, aydınlık ve huzur kokulu hava da eşlik ediyor bu muhabbetli sofraya...

Herkesin ömründe böyle sofralar vardır. Böyle sofralarda herkes mutludur. Ama mutlu olduğunun farkına yıllar sonra varır. Bu, yaşanılan gerçek zamanda, ancak sıradan bir gündür. Kahvaltı sıradandır, herkesin yanında olması da olağandır. Fikrin; hepsini basit ve doğru bulur o anda... Meselâ biri demiştir ki, “Ekmek kızartalım”. Sen de “Ne güzel olur!” diye yanıtlamışsındır. Sonra biri ekmeği kızartmıştır da ev kızarmış ekmek kokmuştur. Bunların hepsi olağandır. Hiçbiri bir çıkış duygusu yaratmaz kalbinde...

Kimse durup da demez “A, annem ekmek kızartıyor! Ne harika bir an!” diye. Bu mantığa da sığar, matematiğe de, kimyaya da... Bu tüm hayatî rutinlere de uygundur.

O gün sevdiğin biri daha katıldıysa sofraya, öncesinde izlenen yol da akla yatkındır. Gökten düşmez sevdiklerin sofraya. Şaşırmazsın. Ya önceden haber vermiştir geleceğini ya da çat kapı gelmiştir ama normal, kapıdan girmiştir işte... Nesi acayip? Annen baban hayattadır, birliktedir. Bu, o güne kadar her gün böyledir. Ne diye ekstra sevinesin ki?

Annen annendir işte, baban babandır. Orada, o anda, o sofrada olmaları gayet tabiîdir. Konuşmaları, gülmeleri de beklenti dâhilindedir. Kardeşinin çayını masaya dökmesi de tuhaf karşılanmaz, annen kızarsa buna da hayıflanmazsın. Herkes, belli bir mekân dâhilinde, bir arada bulundukları süre boyunca iletişime geçer. “Ne kadar beklenmedik bir durum” da demezsin.

Yahu tüm bunlar, ancak ve ancak, yıllar sonraki bir ekmek kızartması kokusunda hatırlandığında, “Ne kadar da mutluymuşum!” dedirtir. Ve bunu demenle hüzünlere düşmen arka arkaya, hiç fâsıla vermeden gerçekleşir.

Sen bütün bu sahneyi yaşarken ne yaptın?

Ânı yaşadın!

Ekmeği kızartırken sen ya da birileri... Annen ve baban muhabbet ederken... Kardeşin çayı sofraya dökerken ve daha bir dolu hareket ve eylem gerçekleşirken, sen gerçekten ânı yaşadın. Ânı yaşadığın için mutluluğu kaçırdın. Ve bugün, hatırladıkça mutluluğu keşfediyor, keşfettikçe mutsuzluğa esir oluyorsun.

Peki, ne yapmalıydın?

***

Üçüncü tespit ve idrak noktasındayız!

Ânı, yaşadığın zaman diliminden ayırmalı, onu oradan koparmalı ve fotoğrafını çeker gibi hissetmeliydin!

Geçmiş bir zaman dilimini düşünürken defalarca “Ne kadar da mutluydum!” diyorsun ya, işte onu yaşadığın anda, yaşadığın ânı geçmiş bilerek yapmalıydın. Ânı anda bırakmamalıydın.

Durmalıydın bir an için... Durup da annenin çayı bardağa döküşüne, babanın lokma aralarında muhabbete girişine, kardeşinin uykulu bir savurganlıkla sofraya gelişine ve ekmek kızartması kokusunun bütün evi işgal edişine o an dışarıdan bakmalıydın. Sanki geçmişte yaşanmış bir mutluluğu yâd eder gibi seyretmeliydin zamanı... Divanda uyuklayışının, muhabbet kuşunun kafesin üzerinde bir hükümdar gibi göğüs kabartışının verdiği hazzı yudum yudum içmeliydin. Bütün bunları o anda özlemeliydin.

Tam da o anda, ânı yaşamayı bırakıp ânı yâd etmeliydin.

Sonra o ânın hâlâ var olduğuna sevinip tekrar tekrar mutluluğu ciğerlerine çekmeliydin.

Her yaşanılan zamana mâzide kalmış gibi bakmalı, o anda özlemeli, özlediği zaman dilimi mâzi olmadan keşfetmeli...

Yoksa elbette yıllar sonra keşfedilen bir mutluluk özlemi, hüsran ve hasret vermekten öteye geçemez.

***

Bir fark edişe daha davet ediyorum seni!

Başta, “Mutluluk, özlememektir” dedim. O an, ancak buna ikna edebilirdim seni. Şimdi bunca sözden sonra diyorum ki, “Mutluluk, yaşadığın ânı o anda özlemek ve o ânın detaylarını yâd etmek, hâlâ burada oldukları için şükretmektir”.

Sakın ânı yaşama!

Ânı, yaşadığın andan çıkar, onu mâzi yap, özle, yâd et ve geri geldiğinde şükret!

Evet, biliyorum, bu defa ilâhî bir değere atıfta bulunmama sözü vermiştim. Fakat tüm anlatım boyunca oralara hiç uğramadan getirdim mevzuyu...

Şimdi diyorum ki, “Mutluluk; ânın ve zamanın Sahibine, onu sana verdiği her hâline, tam da o anda bir fark edişle şükretmektir”.