MUTLULUĞUN tutulması ve yakalanması
zor bir kavram olması, onu bulamayacağımız anlamına gelmiyor. Ben, akıl
vermeden, ilkesel değerlere atıfta bulunmadan (olabildiğince), kendi iç dünyamın;
her yolun başını ve sonunu mâneviyata ve ilâhî duygulara bağlayan ısrarına set
çekerek, sadece formüle edilmiş bir gerçeklikle, mutluluğu -var olduğu anda- tutabilmenin
yol haritasını sunacağım. Bunu yaparken de önce anlamı, anlamın -kronik-
kaybını ve bu kaybı en aza indirgemenin sistematiğini -kendimce- açıklayacağım.
Birkaç
basit datayı öncelemem gerekiyor. Bunlar; formülde kullanılacak her bir
değerin, işleme geçmeden önceki tanımlanma süreci olarak düşünülebilir.
Mutlu
olmak gayesi bir sorunsa, bu sorunu çözebilmenin yolu geçerli bir formülse,
formülde kullanılacak değerlerin tanımlanması da hayatî bir önceliktir.
Öyleyse, herkese göre değişebilen bir anlam kaymasıyla açıkladığımız
mutluluğun, aslında ne anlama geldiğini beyan ederek yola çıkabiliriz. Güncel
sözlükte de benzer anlamlara rastlayacak, fakat uzun cümlelerin verdiği duygu
kaybında, ikna olma sürecini uzatacaksınız. Ben bunu, daha kısa bir kabulleniş
ya da inkâr ediş sürecine sığdırmak için “ben”ce söyleyeceğim. Ve tüm yolculuk
boyunca verdiğim mutaları kabul ede ede ilerlemenizi istirham edeceğim.
Beni
yalanlayacak, kanıtlanmamış bir önerme muamelesiyle yaklaşacak ve baştan sona
aykırı bir fikir beyan edecekseniz de, bunu önce kabul ede ede yapın! Tüm yol
boyu, iddia ve öznel fikirlerimi kabul edilmiş varsayalım, sonunda tümden ret
yoluna gidilebilir nasıl olsa…
Her
neyse...
***
Mutluluk,
özlememektir. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi... Hiçbir ânı ve hiçbir duyguyu...
Hiçbir mekânı ya da hiçbir zamanı...
Özlememek;
özlenenleri, özlemeden önce fark etmekle mümkün olabilir.
Mutluluk
asla bugün değildir?
O,
hep yıllar öncedir. Öyle ânında, günü gününe ya da birkaç dakika sonra
keşfedilebilen bir his değildir. O sadece yıllar öncedir. Yıllar önceki bir akşam
çayında bırakılmıştır meselâ... Hatırlanır, özlenir ve yâd edilir. En çok da
ekmek kızartması kokusundadır. Bugün kızartılmış bir ekmeğin kokusu, ancak
yıllar önceki ekmek kızartması kokusundaki mutluluğu hatırlatmak için
anlamlıdır.
Bugün
demlenen çayın kokusu, yıllar önceki bir çay muhabbetini yeniden anımsattığı
için vardır. Bu, o an için özlem dolu bir hüzün olsa da, yıllar öncesinde ise
mutluluğun ta kendisidir. Fakat o an fark edilemeyen bir mutluluktur.
Mutluluk;
içinde hep bir geçmiş zaman eki saklar. Bu kavram, günü ve geleceği anlatmaz.
Bir duygu-durum adlandırmasıdır; fakat yaşanan zamanla senkron değildir.
İlk
vardığımız sonuç; mutlu olduğumuzu yıllar sonra fark ettiğimiz bir zaman
dilimini hatırlatan her şey, mutsuzluk sebebidir. Yani sözüm ona mutluluk
simgesi olarak seçtiğimiz ekmek
kızartması kokusu, yıllar önceki bir mutluluğu hatırlatırken, içinde
bulunulan zaman dilimini hüzün ve hasrete mahkûm ediyor. Bu ekmek kızartması
kokusunun yıllar önce mutluluk verdiğini zaten hissetmemiştik. O zaman
sevdiğimiz kişilerle bir sabah kahvaltısı için ekmek kızartmış, üzerine yağ
sürüp yemiştik belki de... Gülmüş, şakalaşmış da olabiliriz. Fakat o an hep
birlikte durup, ne kadar mutlu olduğumuzu düşünmemiştik. Zamanı yaşayıp
bitirmiştik. Yıllar sonra yeni bir ekmek kızartması kokusunda, onun ne kadar da
mutlu bir zaman olduğunu keşfettik. Ve o an, artık burada olmadığı için hüzne
boğulduk. Yani özlediğimiz zaman diliminde yaşarken fark etmediğimiz için,
bugün hatırlarken de o zaman dilimi artık burada olmadığı için yine ve yine
mutsuzuz.
***
Peki,
ne zaman mutlu olmuştuk ki acaba? Mutluluk ne diye kaçıp durur avuçlarımızdan?
Niye o anda yok da sonra geçmişte kalmış gibi? Niye geçmişteki mutluluk bugün
hüzün veriyor? Neden? Nasıl? Niçin?
Efendim?
Ânı
yaşamak mı?
İşte
şimdi çuvalladık!
Bahsettiğim
olayın her tarafı mutsuzluk. Sadece bir mutlu zaman diliminin yıllar sonra adlandırılmasıyla,
sanki mutluluk var gibi görünüyor. Oysa ne o zaman hissetmiştik, ne de şimdi
tutabildik. Ânı yaşamak, tam da bu işte! “Ânı yaşa, mutlu ol” safsatasını da bu
süreçte çürüteceğim.
Zaten
ânı yaşadığımız için mutluluğu bulamıyoruz. Andan ayrılabilse insan, ama sonra,
yıllar yıllar sonra değil, tam da ânı yaşarken andan çıkabilse, mutluluğu sarıp
sarmalayacak.
***
Vardığımız
ikinci sonuç…
Şimdi
özlediğimiz anda yaşarken de mutlu değildik, orada mutlu olduğumuzu yıllar
sonra keşfettiğimizde de mutlu değiliz. Ve tüm bunların sebebi olan yanlışlık, “ânı
yaşamak” adlı zırvalıktan ileri geliyor. Yani ânı yaşamak değil, ânı, yaşanılan
anda terk etmek gerekiyor.
Açalım...
Figüranımız,
“ekmek kızartması kokusu”... Etrafını, sağını solunu da dolduralım. Herkes
vardı, tüm sevdiklerin... Derdin yoktu... En azından şimdiki kadar değildi.
Yüzler gülüyordu. Bütün evi sarmıştı ekmek kızartması kokusu... Yanında da
sıcacık çay... Herkes konuşuyor, sözler ve sesler birbirine karışıyordu. Fakat
işimiz herkes değil şimdi... İşimiz bu ortamdaki sensin!
Seni
mutlu edebilmek gâyesiyle çıktık ya yola, lütfen orada kal!
Sevdiğin
ve sana iyi gelen ne varsa koy bu sahneye... İstediğin gibi şekillendir,
süsle... Kimi istiyorsan masaya otursun şimdi... Bir kedi de olabilir köşedeki
divanda ya da muhabbet kuşu kafesin üstüne konabilir. Sen bilirsin... Sen de
güzel ve gençsin… Hava ne sıcak, ne soğuk. O herkesin sevdiği tatlı esintili,
üşütmeyen-terletmeyen, her mevsime sığan ama hiçbirine ait olmayan ılıman,
aydınlık ve huzur kokulu hava da eşlik ediyor bu muhabbetli sofraya...
Herkesin
ömründe böyle sofralar vardır. Böyle sofralarda herkes mutludur. Ama mutlu
olduğunun farkına yıllar sonra varır. Bu, yaşanılan gerçek zamanda, ancak
sıradan bir gündür. Kahvaltı sıradandır, herkesin yanında olması da olağandır.
Fikrin; hepsini basit ve doğru bulur o anda... Meselâ biri demiştir ki, “Ekmek
kızartalım”. Sen de “Ne güzel olur!”
diye yanıtlamışsındır. Sonra biri ekmeği kızartmıştır da ev kızarmış ekmek
kokmuştur. Bunların hepsi olağandır. Hiçbiri bir çıkış duygusu yaratmaz
kalbinde...
Kimse
durup da demez “A, annem ekmek kızartıyor! Ne harika bir an!” diye. Bu mantığa
da sığar, matematiğe de, kimyaya da... Bu tüm hayatî rutinlere de uygundur.
O
gün sevdiğin biri daha katıldıysa sofraya, öncesinde izlenen yol da akla
yatkındır. Gökten düşmez sevdiklerin sofraya. Şaşırmazsın. Ya önceden haber
vermiştir geleceğini ya da çat kapı gelmiştir ama normal, kapıdan girmiştir
işte... Nesi acayip? Annen baban hayattadır, birliktedir. Bu, o güne kadar her
gün böyledir. Ne diye ekstra sevinesin ki?
Annen
annendir işte, baban babandır. Orada, o anda, o sofrada olmaları gayet tabiîdir.
Konuşmaları, gülmeleri de beklenti dâhilindedir. Kardeşinin çayını masaya
dökmesi de tuhaf karşılanmaz, annen kızarsa buna da hayıflanmazsın. Herkes,
belli bir mekân dâhilinde, bir arada bulundukları süre boyunca iletişime geçer.
“Ne kadar beklenmedik bir durum” da
demezsin.
Yahu
tüm bunlar, ancak ve ancak, yıllar sonraki bir ekmek kızartması kokusunda
hatırlandığında, “Ne kadar da mutluymuşum!”
dedirtir. Ve bunu demenle hüzünlere düşmen arka arkaya, hiç fâsıla vermeden
gerçekleşir.
Sen
bütün bu sahneyi yaşarken ne yaptın?
Ânı
yaşadın!
Ekmeği
kızartırken sen ya da birileri... Annen ve baban muhabbet ederken... Kardeşin
çayı sofraya dökerken ve daha bir dolu hareket ve eylem gerçekleşirken, sen
gerçekten ânı yaşadın. Ânı yaşadığın için mutluluğu kaçırdın. Ve bugün,
hatırladıkça mutluluğu keşfediyor, keşfettikçe mutsuzluğa esir oluyorsun.
Peki,
ne yapmalıydın?
***
Üçüncü
tespit ve idrak noktasındayız!
Ânı,
yaşadığın zaman diliminden ayırmalı, onu oradan koparmalı ve fotoğrafını çeker
gibi hissetmeliydin!
Geçmiş
bir zaman dilimini düşünürken defalarca “Ne
kadar da mutluydum!” diyorsun ya, işte onu yaşadığın anda, yaşadığın ânı
geçmiş bilerek yapmalıydın. Ânı anda bırakmamalıydın.
Durmalıydın
bir an için... Durup da annenin çayı bardağa döküşüne, babanın lokma aralarında
muhabbete girişine, kardeşinin uykulu bir savurganlıkla sofraya gelişine ve
ekmek kızartması kokusunun bütün evi işgal edişine o an dışarıdan bakmalıydın.
Sanki geçmişte yaşanmış bir mutluluğu yâd eder gibi seyretmeliydin zamanı... Divanda
uyuklayışının, muhabbet kuşunun kafesin üzerinde bir hükümdar gibi göğüs
kabartışının verdiği hazzı yudum yudum içmeliydin. Bütün bunları o anda
özlemeliydin.
Tam
da o anda, ânı yaşamayı bırakıp ânı yâd etmeliydin.
Sonra
o ânın hâlâ var olduğuna sevinip tekrar tekrar mutluluğu ciğerlerine
çekmeliydin.
Her
yaşanılan zamana mâzide kalmış gibi bakmalı, o anda özlemeli, özlediği zaman
dilimi mâzi olmadan keşfetmeli...
Yoksa
elbette yıllar sonra keşfedilen bir mutluluk özlemi, hüsran ve hasret vermekten
öteye geçemez.
***
Bir
fark edişe daha davet ediyorum seni!
Başta,
“Mutluluk, özlememektir” dedim. O an, ancak buna ikna edebilirdim seni. Şimdi
bunca sözden sonra diyorum ki, “Mutluluk,
yaşadığın ânı o anda özlemek ve o ânın detaylarını yâd etmek, hâlâ burada
oldukları için şükretmektir”.
Sakın
ânı yaşama!
Ânı,
yaşadığın andan çıkar, onu mâzi yap, özle, yâd et ve geri geldiğinde şükret!
Evet,
biliyorum, bu defa ilâhî bir değere atıfta bulunmama sözü vermiştim. Fakat tüm
anlatım boyunca oralara hiç uğramadan getirdim mevzuyu...
Şimdi diyorum ki, “Mutluluk; ânın ve zamanın Sahibine, onu sana verdiği her hâline, tam da o anda bir fark edişle şükretmektir”.