MÂNÂ, söylencenin
diline düşmediği/yolunu kaybetmediği sürece söz ile arasındaki hukuku gözetir.
Sözün de, mânânın da muradı/kastı elbet birlikte olmaktır. Söz konusu bu
birliktelik de birliği koruma ihtiyacına binaen, birlikteliği daha güzel bir
alana taşıma düşüncesine mukabil bir hukukun var oluşunu/doğuşunu ortaya koyar.
Söz konusu bu hukuk, tanımı ve ortaya konulmuş kurallarıyla değil, varlığıyla
yaşar ve yaşatır. Bu varlık ise bize mânâ ve sözün birbirini bulduğu ve okuyan
ile buluştuğu mecrada doğan hissiyatı tanıtır.
Bahsini
ettiğimiz hukuk, tam da bu hissiyatın varlığıyla özdeş bir çizgide şekillenir.
Diğer bir ifâdeyle, mânâ ve söz arasındaki birliktelik hukuku da, yine her
ikisi arasındaki hissiyat da birbirine koşut bir çizgide hareket ederken, çoğu
zaman birbirinin yansımasını da kuşanır.
Sözün
başında ifâde ettiğimiz “söylence”, söylenmek istenen değil, söylenmek
istenmeyenin öne çıkmasını/çıkarılmasını, mânâ ile sözün –beste ile güftenin-
birbirinden ayrılması netîcesinde ortaya çıkanı, hissiyatını/hayatını kaybetmiş
notalar dizinini/harfler bütününü târif eder. “Söylencenin diline düşmek” ise,
önceki cümlemizde özetlemeye çalıştığımız duruma/durumlara duçâr olmaktır.
Duçâr
olmak, yani tutulmak… Tutulmak, istenmeyen bir duruma maruz kalmak, sıhhati
bozulmak... Sözün sıhhatinin bozulması ise sözün sahibi ile sözün muhatabı
arasında anlamını kaybetmiş/anlamını bul(a)mamış yahut başlamamış bir diyaloğun
ifâdesidir. (Sözü ve mânâyı bilinçli olarak yolundan saptırmak gibi istisnalar
dışında) başlamamış bir diyaloğun başlayamamaktan, aslına/vaslına erememekten
kaynaklı girdabına tutulmaktır. Mânâ-söz-hissiyat ve muhatapların katıldığı
denklemler bizi bir cenderenin içine farklı zamanlarda ve farklı sûretlerde
sürükleyedursun, -tablonun diğer yüzünde- “güzelin derdi” nedir, “güzelin
derdi” ne der, yahut “güzel’in güzel kıldığı/naçar bıraktığı” derdi merak
edenler için durumun içten olanını/sıhhatini bulan Hüdâî’ye kulak vererek
duyalım:
“Güzelim bir derde düştüm./ Dile yaslandım, ağladım./
Dalgalandım, boydan aştım./ Sele yaslandım, ağladım.” (Güzelin derdiyle/aşkıyla
demlenen/dertlenen Hüdâî’nin, düştüğü yerden düşmeden ne izini sürebilir mânânın,
ne de yanmış közünü bulabilir insan.)
Güzelin derdine düşmek… Güzelim bir derde düşmek…
“Düşmek”, evvelâ uzak durulması gereken boşluğa bir etki
neticesinde inmek iken, bir dış faktör olmaksızın “kendi ayağıyla bir çukura
düşmek” şeklinde de gerçekleşen bir durumu ifâde eder. İlk bakışta
sakarlık/dikkatsizlik gibi görünen “kendi ayağıyla düşmek”, tehlikeli yolun
farkında olarak veya olmayarak düşmenin yanında bir “güzelliğe varmak” için
yoldaki dikenlerin bilincinde olmak, ayağını sakınmadan hedefe doğru yürümek
bağlamında olumlu mânâ alanlarının da kapısını açar. Güzelin derdine düşmek de
bu açıdan pekâlâ varılmak dilenen/peşine düşülen sevgili/güzellik, asil/asıl
olanı bize işaret eder.
(Muhabbet gönle tevazu getirir. Tevazu ise sorumluluk… Sevgisinden
sorumlu olduğumuz yâr/sevgili/Allah ise asıl gâye, nefsin arzusuna düşmeden
egoyu düşürmek, gönlü indirmek, insanî olmayan melekeleri üstümüzden atmak
yönünde atılmalıdır bütün adımlar. Sözün mânâyı kesp ettiği, mânânın hissi
giyindiği ancak bu hâlde anlaşılabilir.)
“Dile yaslandım, ağladım”… Dile yaslanmak: Sırtımızı gönül
dağına yaslamak…
Dile yaslanmak, elbette gönle yaslanmaktır. Derdinden dolayı
yaslanma ve dertlenmenin bir sonucu olarak ağlamaktan bahsetmek, şüphesiz beklenecek
bir eylemdir. Ancak yaslanmaktan asıl muradın bir dost olarak telâkkî edilen/edilecek
gönül ise söz konusu, hem derdin harman edildiği yer olarak, hem de ayak izleri
ve hissî ipuçları dikkatle takip edildiğinde, derdimizi paylaşabileceğimiz
kadim bir dost olarak öne çıkacak, derdimize merhem sürecek, sürdükçe
dikenlerin boynu bükülecek, güzele varmanın yolundaki perdeler bir nebze daha
aralanacaktır. Gönle yaslanmak, aynı zamanda gönül evinde olan bitenin orada
sırlaştığını ve bu sırra yine gönlün sırdaş olduğunu/olması gerektiğini ifâde
eder. Bu hâl ki, gayrının söz konusu bu ahvâle/âleme tasarrufunun olamayacağını
idrâk etmek, mânâ-kelâm ve hissin bu ahvâlde/âlemde birlikte hakîkî
olabileceğine takat yetirmek îcâb eder.
(Mânâ,
nâ-ehlin emânetine girmezden evvel –ki girmesi haramdır- ehline mahremdir/ehlin
mahremidir/ehlin merhemidir. O mahremiyetin yurdunu ve yolunu bilmeyen,
Harabî’nin “Ehline helâldir, nâ-ehle haram” bahsindeki içeceği içmeyen, ancak almadığı
bir nefesin soluğunu vermekle meşgûl olur. Gezmediği mekânın tasvirini
fikretmekle beyhûde dolaşır.)
Velhasıl
Mânâ… Sözün görünmeyen yüzü… Sözün kendinde, kendinin sözde
saklı olduğu kuyu… Kuyuyu bulup kuyuya varmak ile… Kuyunun yolunu bulmaya
başlamak ile… Kuyuya hangi yoldan gideceğini bilmek ile… Kuyunun başına kaç
adımda varmak ile… Hangi tünellerden geçmek/hangi dağları aşmak ile… Vardığında
hangi köşede durmak ile… İçenden öğrenmek ile… Kimden soracağını bilmek ile… Suyun
hangi, havanın hangi tavında/tadında içildiğini bilmek ile… Ne zaman içildiğine
vâkıf olmak ile… Kimle içeceğini bilmek ile… İçilirken sözün kabından ayrı olmayan,
ancak kabın suyu zehirlemediği, suyun kaba yük olmadığı bir ikilinin
varlığından bahsediyoruz. Mânâ sözü bulunca kalbin/in tam ortasında, söz mânâyı
vurunca kalbinin tam ortasından, bir hissiyat dökülür billur bir kâseden;
dökene saâdet, dökülen yere bereket, içene şifâ olan…
Ne demiştik? Bir dahi aşk ile! (Mânâ, nâ-ehlin emânetine
girmezden evvel –ki girmesi haramdır- ehline mahremdir/ehlin mahremidir/ehlin
merhemidir.) Harabî’nin sözüyle, “Ehline
helâldir, nâ-ehle haram”.