Ehlin mahremi, ehlin merhemi

Yaslanmaktan asıl muradın bir dost olarak telâkkî edilen/edilecek gönül ise söz konusu, hem derdin harman edildiği yer olarak, hem de ayak izleri ve hissî ipuçları dikkatle takip edildiğinde, derdimizi paylaşabileceğimiz kadim bir dost olarak öne çıkacak, derdimize merhem sürecek, sürdükçe dikenlerin boynu bükülecek, güzele varmanın yolundaki perdeler bir nebze daha aralanacaktır.

MÂNÂ, söylencenin diline düşmediği/yolunu kaybetmediği sürece söz ile arasındaki hukuku gözetir. Sözün de, mânânın da muradı/kastı elbet birlikte olmaktır. Söz konusu bu birliktelik de birliği koruma ihtiyacına binaen, birlikteliği daha güzel bir alana taşıma düşüncesine mukabil bir hukukun var oluşunu/doğuşunu ortaya koyar. Söz konusu bu hukuk, tanımı ve ortaya konulmuş kurallarıyla değil, varlığıyla yaşar ve yaşatır. Bu varlık ise bize mânâ ve sözün birbirini bulduğu ve okuyan ile buluştuğu mecrada doğan hissiyatı tanıtır.

Bahsini ettiğimiz hukuk, tam da bu hissiyatın varlığıyla özdeş bir çizgide şekillenir. Diğer bir ifâdeyle, mânâ ve söz arasındaki birliktelik hukuku da, yine her ikisi arasındaki hissiyat da birbirine koşut bir çizgide hareket ederken, çoğu zaman birbirinin yansımasını da kuşanır.

Sözün başında ifâde ettiğimiz “söylence”, söylenmek istenen değil, söylenmek istenmeyenin öne çıkmasını/çıkarılmasını, mânâ ile sözün –beste ile güftenin- birbirinden ayrılması netîcesinde ortaya çıkanı, hissiyatını/hayatını kaybetmiş notalar dizinini/harfler bütününü târif eder. “Söylencenin diline düşmek” ise, önceki cümlemizde özetlemeye çalıştığımız duruma/durumlara duçâr olmaktır.

Duçâr olmak, yani tutulmak… Tutulmak, istenmeyen bir duruma maruz kalmak, sıhhati bozulmak... Sözün sıhhatinin bozulması ise sözün sahibi ile sözün muhatabı arasında anlamını kaybetmiş/anlamını bul(a)mamış yahut başlamamış bir diyaloğun ifâdesidir. (Sözü ve mânâyı bilinçli olarak yolundan saptırmak gibi istisnalar dışında) başlamamış bir diyaloğun başlayamamaktan, aslına/vaslına erememekten kaynaklı girdabına tutulmaktır. Mânâ-söz-hissiyat ve muhatapların katıldığı denklemler bizi bir cenderenin içine farklı zamanlarda ve farklı sûretlerde sürükleyedursun, -tablonun diğer yüzünde- “güzelin derdi” nedir, “güzelin derdi” ne der, yahut “güzel’in güzel kıldığı/naçar bıraktığı” derdi merak edenler için durumun içten olanını/sıhhatini bulan Hüdâî’ye kulak vererek duyalım:

“Güzelim bir derde düştüm./ Dile yaslandım, ağladım./ Dalgalandım, boydan aştım./ Sele yaslandım, ağladım.” (Güzelin derdiyle/aşkıyla demlenen/dertlenen Hüdâî’nin, düştüğü yerden düşmeden ne izini sürebilir mânânın, ne de yanmış közünü bulabilir insan.)

Güzelin derdine düşmek… Güzelim bir derde düşmek…

“Düşmek”, evvelâ uzak durulması gereken boşluğa bir etki neticesinde inmek iken, bir dış faktör olmaksızın “kendi ayağıyla bir çukura düşmek” şeklinde de gerçekleşen bir durumu ifâde eder. İlk bakışta sakarlık/dikkatsizlik gibi görünen “kendi ayağıyla düşmek”, tehlikeli yolun farkında olarak veya olmayarak düşmenin yanında bir “güzelliğe varmak” için yoldaki dikenlerin bilincinde olmak, ayağını sakınmadan hedefe doğru yürümek bağlamında olumlu mânâ alanlarının da kapısını açar. Güzelin derdine düşmek de bu açıdan pekâlâ varılmak dilenen/peşine düşülen sevgili/güzellik, asil/asıl olanı bize işaret eder.

(Muhabbet gönle tevazu getirir. Tevazu ise sorumluluk… Sevgisinden sorumlu olduğumuz yâr/sevgili/Allah ise asıl gâye, nefsin arzusuna düşmeden egoyu düşürmek, gönlü indirmek, insanî olmayan melekeleri üstümüzden atmak yönünde atılmalıdır bütün adımlar. Sözün mânâyı kesp ettiği, mânânın hissi giyindiği ancak bu hâlde anlaşılabilir.)

“Dile yaslandım, ağladım”… Dile yaslanmak: Sırtımızı gönül dağına yaslamak…

Dile yaslanmak, elbette gönle yaslanmaktır. Derdinden dolayı yaslanma ve dertlenmenin bir sonucu olarak ağlamaktan bahsetmek, şüphesiz beklenecek bir eylemdir. Ancak yaslanmaktan asıl muradın bir dost olarak telâkkî edilen/edilecek gönül ise söz konusu, hem derdin harman edildiği yer olarak, hem de ayak izleri ve hissî ipuçları dikkatle takip edildiğinde, derdimizi paylaşabileceğimiz kadim bir dost olarak öne çıkacak, derdimize merhem sürecek, sürdükçe dikenlerin boynu bükülecek, güzele varmanın yolundaki perdeler bir nebze daha aralanacaktır. Gönle yaslanmak, aynı zamanda gönül evinde olan bitenin orada sırlaştığını ve bu sırra yine gönlün sırdaş olduğunu/olması gerektiğini ifâde eder. Bu hâl ki, gayrının söz konusu bu ahvâle/âleme tasarrufunun olamayacağını idrâk etmek, mânâ-kelâm ve hissin bu ahvâlde/âlemde birlikte hakîkî olabileceğine takat yetirmek îcâb eder.

(Mânâ, nâ-ehlin emânetine girmezden evvel –ki girmesi haramdır- ehline mahremdir/ehlin mahremidir/ehlin merhemidir. O mahremiyetin yurdunu ve yolunu bilmeyen, Harabî’nin “Ehline helâldir, nâ-ehle haram” bahsindeki içeceği içmeyen, ancak almadığı bir nefesin soluğunu vermekle meşgûl olur. Gezmediği mekânın tasvirini fikretmekle beyhûde dolaşır.)

Velhasıl

Mânâ… Sözün görünmeyen yüzü… Sözün kendinde, kendinin sözde saklı olduğu kuyu… Kuyuyu bulup kuyuya varmak ile… Kuyunun yolunu bulmaya başlamak ile… Kuyuya hangi yoldan gideceğini bilmek ile… Kuyunun başına kaç adımda varmak ile… Hangi tünellerden geçmek/hangi dağları aşmak ile… Vardığında hangi köşede durmak ile… İçenden öğrenmek ile… Kimden soracağını bilmek ile… Suyun hangi, havanın hangi tavında/tadında içildiğini bilmek ile… Ne zaman içildiğine vâkıf olmak ile… Kimle içeceğini bilmek ile… İçilirken sözün kabından ayrı olmayan, ancak kabın suyu zehirlemediği, suyun kaba yük olmadığı bir ikilinin varlığından bahsediyoruz. Mânâ sözü bulunca kalbin/in tam ortasında, söz mânâyı vurunca kalbinin tam ortasından, bir hissiyat dökülür billur bir kâseden; dökene saâdet, dökülen yere bereket, içene şifâ olan…

Ne demiştik? Bir dahi aşk ile! (Mânâ, nâ-ehlin emânetine girmezden evvel –ki girmesi haramdır- ehline mahremdir/ehlin mahremidir/ehlin merhemidir.) Harabî’nin sözüyle, “Ehline helâldir, nâ-ehle haram”.