Ehl-i dilin dilinden dil-i zâr olmaz

Öyledir gönül ehli, incitmeden, yormadan, nezaketle söz söyler. Sükûnetli akşamlarda çiçeği koklar gibi... Şimdi sönmüş közleri ıslatır gibi söyler. Henüz açmış gelinciği selâmlar gibi... Bir yetimin ellerinden tutar gibi fısıldar. Meralarda akşamı bekleyen kuzuların titrek meleyişlerinde yumuşayan katı gönüllere bayram sabahlarını anlatır. Devâ olur, derman eker mihmanın tarlasına.

Dilden dile muhabbet

MUHABBET; gönlün ve gönül insanının has bahçesidir. Binbir renkle süsler, geleni ağırlar, gideni uğurlar. Burada her şey muhabbettendir. Tozu toprağı muhabbettir hep... İçi dışı, başı sonu, lâfı sözü muhabbettir.

Muhabbetin de tohumu, gübresi, suyu vardır hem... Husûsî malzemeleri vardır. Bir usûlü, inceliği ve lezzete kavuşturan dokunuşları vardır. Muhabbetin tohumu dürüstlüktür önce. Sahte bir içtenlik, dalkavukça bir sıcaklık, âmiyâne bir temayül, çıkarcı bir tebessümle “muhabbet” denilen gönül bahçelerinin bezenmesi mümkün değildir.

Dilden dile uzanan köprü, söz söyleyen “dil”den dinleyenin sînesindeki “dil”e uzanan muhayyel yolda kurulur. Has bahçelerden gönüllere uzanan bu tahayyül, nice kurak bahçeleri besler, nice tomurcuklar yeşertir, nice dalları göğe çıkartır.

Gönül ehlinin has bahçesi muhabbetse, bu bahçeyi süsleyen sözler âb-ı hayattır. Mihman gönüllerin ağırlandığı, karşılandığı, uğurlandığı bu iklimde sözler gibi gözler de, eller de âb-ı hayattır. Can veren can bulur bu iklimde... Şâd eden şâd olur, harap eden nâşâd olur.

Ne demiş Yûnus Emre? “Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme!/ Bir gönül yapamazsan, yıkıp viran eyleme!”

Bir sözle yıkılır dilden dile uzanan, emek emek, taş taş üstüne, kan ter içinde örülmüş köprüler. Bir sözle sıla gurbete, sevgi nefrete, vuslat hasrete, vefâ mihnete döner. Bir kelâm toprağı mezar, kalpleri bîzar eyler. Bir bed-zeban kurutur rengâhenk bahçeleri, dalındaki meyveyi küstürür gün ışığına, çiçeği-böceği göç ettirir yurdundan yuvasından...

Söz incidir; değerini bilip de söyledin mi gönüller süsler, gönüllerden gönüllere köprüler inşâ eder. Söz incitir; hâddini hududunu bilmeden söyledin mi perişan eder.

Dil mekân sahibidir, gönül mihmandır

Bir söz söylemek, bir gönlü ağırlamaktır. Bir gönlü memnun etmek, mihmanı yedirip içirmeye benzer. Acıyı da, tatlıyı da ikram edebilir, hüsranla da, neşeyle de uğurlayabilir insan... Sözde bir zarâfet, estetik yoksa gönüllere zemheri gecelerin derdini salar. Muhabbetten ilham almış esintinin yerine, iç titreten bir kara kış gelir, yerleşir. Sonra ısınır mı muhabbetsiz bahçelerde üşütülmüş gönüller? Bir daha yeşerir mi boyun büken tomurcuk? Yeniden ve ilk defa denize kavuşur gibi akar mı kuruyan dere? Kış benzer mi bahara bunca renksiz, çiçeksiz, tomurcuksuz, deresiz bahçelerde?

Ne kolaydır oysa sözün dile gelmesi! Ne hürdür kelimeleri ardı ardına dizmek! İnsan ne kadar da hüküm sahibi bir gönlü hunharca katlederken! Düşünmek, süzmek ve yutkunmak zahmetine girmeden, geliverdiği gibi, çıkıverdiği gibi söyleyivermek…

Oysa…

Söz gider, zaman olur... Söz büyür, figan olur... Söz vurur, yaman olur... Söz yakar, duman olur... Söz yıkar, talan olur... Söz üzer, hazan olur...

Gönül ehli dile gelmez kolay kolay. Geldi mi de, gül kokar bahçeler, ılıman bir ilkbaharın emniyetinde sarıp sarmalar dalları, yaprakları... Bu güvenle bahçenin mihmanları, sevmek ve sevilmek duygusunda çağlayan derelerin coşkusunu büyütür. Ehlinden sarf edilmiş hikmetli bir söz, bahçeyi de, mihmanı da karanlık kuyularda çırpınan bir korkudan söküp çıkarır, muhabbetli bahçelerde dikensiz, taşsız, hazansız bir bahar mûsıkîsinde dinlendirir.

Çünkü…

Söz gider, zaman olur... Söz büyür, fidan olur... Söz taşar, cihan olur... Söz sarar, liman olur... Söz korur, ihsan olur... Söz sever, insan olur...

Derdin devâsı da dilde gizlidir. Gönülde dert hükûmetliyse, dilde derman saltanatlıdır. Ne vakit bir mihman olsa muhabbetten bahçelerde, çardaklarda, çimenlerde; orada mevsimi kaim kılmak, mekân sahibinin ibadetidir.

İnsan seccâdeyi serer gibi dokunmalı mihman gönüllere, secdeyi sever gibi bakmalı, “Âmin” der gibi uğurlamalı...

Öyle mühimdir işte bir gönlü ağırlamak! Öyle besmelesiz, niyetsiz; akla düştüğü gibi, kalbi sardığı gibi, dile geldiği gibi, fütursuz ve zalimce dile gelen sözden nefes de, nefis de, dil de vereceklidir. 

Dil yarası

Acı sözün icracısı dil, hükümlüdür artık...

Dönüp de toplamaya kalksa gönüllere düşürdüğü dertleri, yeter mi sayılı nefeslerle biçilmiş ömür? Çâre olur mu derinlere saklanmış, derinleri gasp etmiş, açtığı yarıklarda gizlenmiş sözleri gönüllerden kazımak? Sessiz sedâsız, kıyılarda köşelerde akıtılan yaşların ıslattığı zeminler sır tutar mı? Dil-i zârın hüsranında ezilen toprak, besler mi koynunda yaşamaya hevesli kökleri yine? Çöl ikliminin huzursuzluğunda terk edilen bahçeler, zemherinin şiddetinde titreyen dallar bir kez daha kanar mı bahara?

Tüm bu yokluk ve soğukluk içinde sözün sahibi de, sözün misafiri de sancıların geçmeye yakın olduğu o en şiddetli vuruşta beklemeye bırakılmıştır. Dil yarası… Öyle “Bit!” deyince bitmez, “Git!” deyince gitmez bir vurdumduymazlıkla sızılar durur.

Hâlbuki…

Söz nakıştır, incelikle işlenir... Söz bakıştır, önce gözden başlanır... Söz ilimdir, irfan ile satılır... Söz vaattir, yemin gibi tutulur... Söz sabahtır, aydınlatır her yeri... Söz gecedir, dindirir kederleri...

Öyledir gönül ehli, incitmeden, yormadan, nezaketle söz söyler. Sükûnetli akşamlarda çiçeği koklar gibi... Şimdi sönmüş közleri ıslatır gibi söyler. Henüz açmış gelinciği selâmlar gibi... Bir yetimin ellerinden tutar gibi fısıldar. Meralarda akşamı bekleyen kuzuların titrek meleyişlerinde yumuşayan katı gönüllere bayram sabahlarını anlatır. Devâ olur, derman eker mihmanın tarlasına. Yuva olur eksile eksile yalnızlığın üryanlığında kalakalmış sahipsizlere... Davetsiz, teklifsiz, nihâyetsiz hüzünlere, ağıtlara gem vurur.

Öyledir ya, ehl-i dilin dilinden dil-i zâr olmaz!