Eğri oturup doğru konuşalım, durum vahimdir!

TV kanallarının ahlâksızlığına, gençliğimizi mahveden uyuşturucu belâsına, suç kapsamı dışında tutulan zina fırtınasına karşı bir tedbir almayı aklına getirebilmesi için hepsi birbirinden beter bu sosyal felâketlerinin ucunun bir gün Sayın Cumhurbaşkanımıza değmesini mi bekleyeceğiz?

28 Şubat’ın o azgın anti-“irtica” günlerinden birinde meşhur Mahmut Hocaefendi hâkim karşısına çıkarılır. Duruşma hâkimi de pek “ilerici ve de Atatürkçü” biri imiş ki karşısındaki “mürteci, câhil” adamı yasanın kendisine sağladığı pozisyonu istismar ederek hem ezecek, hem de dalga geçecektir.

Hoca’ya sorar: “Söyle bakalım Hoca! Televizyon iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?”

Bu soruyla Hocaefendi’yi kendince köşeye sıkıştırmıştır. Çünkü ona göre Hoca’nın gözünde televizyon gâvur icâdıdır ve izlenmesi câiz değildir. Şimdi hoca ne cevap verecektir? Doğruyu söylese bir türlü, inkâr etse bir türlüdür.

Hoca gayet sükûnetle cevap verir: “Televizyon bir sandıktan ibarettir, içine lokum da koyabilirsiniz, zehir de koyabilirsiniz. Değeri, içine ne koyduğunuza göredir.”

O yıllarda, malûm şimdiki gibi plâzma türü televizyon cihazları henüz mevcût olmadığından, sandık gibi olan tüplü televizyonlar vardı.

Hiç beklemediği bu cevap karşısında hâkimin ne hissettiğinin ve ne söylediğinin hiçbir önemi yok da, o “sandığın” içine ne konulduğunun bizim için hayatî bir önemi bulunuyor.

***

1960’ların sonuna doğru ülkemize gelen o sandığı solcular ele geçirip içine zehir koyarak milleti senelerce zehirlediler. Görünürde solcular olsa da, işin asıl sahibi, yüzyıllardan beri içimize soktukları ajanları yahut satın aldıkları işbirlikçileri, yurdumuzun her yanında açmış oldukları okulları, kolejleri, paşa konaklarına soktukları mürebbiyeleri vâsıtasıyla dinimizi, ahlâkımızı, kültürümüzü bozarak milletimizi içten yıkmaya çalışan düşmanlarımızın adamlarıydı.

Düşman hiç uyumuyordu ve yakın takipteydi. Onun için 1964 yılında kurulan TRT Kurumu’nun içini hemen işgal ediverdiler.

O yıllarda televizyon yeni olduğundan pek revaçtaydı ve TRT televizyonu ülkedeki yegâne kanal olduğundan, bütün toplum bu tek kanaldan besleniyordu. Akşam olunca bütün aileler, televizyonu olmayan komşularıyla birlikte televizyonlarının başına toplanıp saatlerce hep beraber günlük zehirlerini aldıktan sonra yataklarına öyle giriyorlardı.

Ülkede toplumun tamamı, haber, yorum, eğlence ve sair her türlü programın aynısını izliyor; hayır, izlemiyor, âdeta içiyordu!

Bu konumdaki TRT’nin toplum üzerindeki etkileme gücünü tasavvur ediniz.

1961 Anayasası bilindiği gibi yönetimde millet iradesinin etkisini minimuma indirmeyi esas aldığından, parlamentonun ve icranın yetkileri mümkün olduğunca kısılıp iktidar erki birtakım özerk kurumlara paylaştırılmıştı. TRT de bu özerk kurumlardan birisiydi. Bu sebepten Hükûmet, kurumun yönetimine müdahale edemiyordu. Zaten vesâyet kurumlarının tehdidi altında bulunan siyâsî iktidar titrek, korkak bir hâldeydi.

1974 senesinde hâkim güç TRT’nin başına, Türk milletinin ve İslâm dininin sinsi ve gizli düşmanı, ülkemizdeki çıplaklığın ve aleni cinselliğin öncüleri olan Sabatayistlerin önemli bir ismi olan İsmail Cem İpekçi’yi getirdiler. Ondan sonra da olanlar oldu.

Daha önce mânevî değerlerimize belli bir seviyede olan saldırılar ve ideolojik propagandalar, bu zâtın gelmesiyle birlikte sınırsız bir bombardımana dönüştü. O kadar ki, bu kurumu düşman bir milletin bir vatandaşı yönetmiş olsaydı, ancak bu kadar zararlı olabilirdi!

TRT kanalı, Moskova ağzıyla konuşan, komünizmin tam bir propaganda aracı hâline geldi.

Bu sözde millî kurumun bu millete yapmış olduğu en büyük kötülük, yalan haberler ve kışkırtıcı yayınlarla insanlarımızın ve bilhassa gençlerimizin arasına soktuğu kin ve düşmanlıkla meydana gelen, seksen öncesi kardeşin kardeşi katlettiği fecî olaylardır.

Âdeta bir iç harp gibi olan seksen öncesinin o karanlık olaylarında kışkırtıcı ajanlar, basın, kitap ve dergi yayınları, başta Bülent Ecevit olmak üzere bazı liyakatsiz siyasetçiler gibi faktörlerin de önemli rolü olduysa da, bütün bunlar TRT’nin yapmış olduğu tahribatın yanında çok hafif kalır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Şayet TRT’nin yıkıcı yayınları olmasaydı, o korkunç yılları herhâlde yaşamamış olurduk.”

Olayları benim gibi iliklerine kadar yaşamış olanlar, beni tasdik edeceklerdir.

***

Köprünün altından çok sular geçti. Bugün TRT kanallarından başka çok sayıda özel televizyon kanalı var. Bunların içinde en çok izlenen büyük kanallar, maalesef yıllardan beri ahlâkî ve kültürel değerlerimiz üzerinde büyük tahribat yapıyorlar.

TRT hâriç, diğer bütün büyük kanallardaki dizilerin tamamında evli insanların gayr-i meşru ilişkileri konunun özünü teşkil ediyor. Zina sıradan bir olaymış gibi algılatılmaya çalışılıyor, boşanmalar teşvik ediliyor, doğrudan toplumun temel taşı olan aile hedef alınıyor.

“RTÜK” diye bir kurum var, sözde TV yayınlarını denetliyor! Adamların umurunda değil. Hükûmetimizin hiç umurunda değil. Okullarımızın hâli zaten perişan. Toplum nereye gidiyor?

***

Biz televizyonlardan böylece yakınırken, bir de baktık ki, internet diye, sosyal medya diye bir şey çıkmış. Bunların kökleri dış ülkelerde olduğu için denetlenmesi de pek mümkün olmuyor. Bu plâtformlarda ahlâksızlığın her türlüsü alabildiğine cirit atıyor. Sosyal medya özellikle gençliği tamamen hâkimiyeti altına almış gidiyor.

Birkaç gün önce Sayın Cumhurbaşkanımızın kızı ve yeni doğan torununa Twitter’den iğrenç bir saldırı yapılmış olmasının üzerine Cumhurbaşkanımız son derece öfkeli bir üslûpla o plâtformların üzerine gideceklerini söyledi.

İyi ediyor etmesine de, böyle ahlâksızlıklar yıllardan beri sahte isimlerle birçok namuslu insana yapılmaktaydı. Bunlara karşı bir tedbir alınması için kötülüğün ucunun Cumhurbaşkanı’nın ailesine dokunmuş olması mı gerekiyordu?

TV kanallarının ahlâksızlığına, gençliğimizi mahveden uyuşturucu belâsına, suç kapsamı dışında tutulan zina fırtınasına karşı bir tedbir almayı aklına getirebilmesi için hepsi birbirinden beter bu sosyal felâketlerinin ucunun bir gün Sayın Cumhurbaşkanımıza değmesini mi bekleyeceğiz?

Sayın Hükûmetimiz bu musîbetlere karşı gerçekten zecri tedbirler alsa dahi bütün bunlar sonuçta yine havada kalmaya mahkûmdur. İşin temeli, eğitimden ve kültürden geçiyor. Bir kere daha söyleyelim; okullarımızdaki bu ruhsuz, dinsiz, köksüz eğitime ne zaman son verilecek, ne zaman bu işin başına imanlı, ehil bir insan getirilecek?