DÜNYADA olup
bitenlere şöyle bir bakıldığında, kuvvetlinin haklı olduğu, güçlünün zayıfı ezdiği
ve menfaatin kol gezdiği görülür. Bu durumun bir yansımasının Türkiye’de de
olduğu bir gerçektir.
Menfaat sağlamak için birileriyle
savaşmak, başkasının hakkına tecavüz etmek, ortak noktada buluşmamak için türlü
bahaneleri uydurmak ve nefsi tatmin için ölesiye boğuşmak marifet gibi
gösteriliyor.
Bir yerde, bir kurumda ya da
toplumun bir kesiminde istenilen düzeyde olmak için bir istinat, bir aidiyet
veya siyâsî yardım aranması aidiyetten olmuş. Sözün özü, istenmedik bu
davranışların günlük hayatta yaşanılan olduğu, alışıldığı, aldırış edilmediği
ve vurdumduymazlığın oluştuğu acı bir tablo ile karşı karşıyayız.
Konuşmaya gelince hiçbir şeye toz
kondurmayız. Öze bakıldığında, olanların istenmedik davranışlar olduğundan da
kaçamıyoruz. Böyle bir çelişki ancak Batı düşüncesinin ürünü olarak ortaya
çıkabilir.
Sözde her olumlu davranışın
sahiplenildiği, geçmişimiz ile gurur duyulduğu ve büyük bir mirasın bekçileri
olduğumuz vurgulanır. Gerçek hayatta ise tamamen Batı felsefesinin ürünü olan
ve yine tamamen bir kasıtla Müslüman ülkelere pompalanan “acı” tablo ile
karşılaşılır. Cadde ve sokaklardaki bazı esnaf tabelalarındaki yabancı kelimelerin
neresi savunulabilir?
Bu tabelalardaki yabancı kelime
kullanımı için birisi kafaya silah dayayıp zorla yaptırtmadı ya, işletme
sahiplerinin kendi istek ve rızasıyla yazıldılar. Bu, örneklerden sadece biri
ve en görünürde olanı. Hele bir de ürün isimleri var ki, sormayın gitsin. Tamamı
Rum, Helen, Ermeni, Yunan ve Grek kelimeleridir. İşletme sahiplerinin
isimlerine bakıldığında ise Hasan, Osman, Zeynep ve Hatice gibi itiraz
edilmeyecek isimler olduğu da görülebilir.
Ortada, çözümden önce sorunun ne
olduğunun teşhisini gerektiren çok ciddi bir vakıa mevcuttur. Büyük çoğunluğu
Müslüman olan halkın günlük hayat tarzı çelişkilerle doludur. Şöyle ki;
güçlünün haklı olması, kuvvetlinin zayıfı ezmesi, şahsî menfaatinin en önünde
gitmesi, menfaatini savunanın özenilir olması ve arabası/arsası/mâkâmı olanın
iltifat görmesi gibi özellikler tamamen Batı felsefesinin ürünüdür.
Yardımlaşma/teâvün, haklının
kuvvetli olması, kardeşlik, fakiri gözetmek, açları doyurmak gibi hasletler ise
Müslümanların sergilemesi gereken tutum, davranış ve ahlâkî özelliklerdir. Ortada
sözde Müslüman özelliklerin benimsendiği ancak günlük hayatta Batı felsefesinin
tutsağı olmuş hayatların yaşanıldığı çok acı bir vakıa var.
Bu durumun tek çözümü, günlük hayatta
kabul edilebilecek ahlâkî davranışların inşâsıyla mümkündür. Bunun da yolu bu ahlâkî
değerlerin eğitim/öğretim aşamasında formel olarak öğretilmesi, adalet ve hukuk
ile taçlandırılması ile mümkündür.
Eğitim ve öğretimin aşamalarına
bakıldığında, köstebeğin işini yürütmeye buradan başladığı anlaşılıyor. ABD’nin
kendi kıtası dışındaki ilk misyoner okulunu Türkiye’de açması, örnek için
yeterlidir.
Bir toplumun eğitim/öğretim işini
hiçbir yabancı ülkeye bırakma lüksü olamaz. Bir ülkenin bütün olaylarında özne
olarak o ülkenin insanı yer alır. ABD gibi bir devletin kendi kıtası dışındaki
ilk misyoner okulunu Türkiye’de, daha sonra İslâm coğrafyasında yaygınlaştırması
başka nasıl açıklanabilir?
Bu toplumun maddî, mânevî, geleneksel
ve ahlâkî değerlerinin hiçleştirilmesi, eğitim/öğretim kanalından giren
köstebeğin gizli eliyle olmaktadır. En basitinden, “kişilerde istendik davranış
meydana getirme süreci” şeklinde resmî olarak benimsenmiş bir eğitim anlayışı
İngilizlerde bile yoktur. İngilizler eğitimde, “çocuğu dik tutmak” anlamında
bir sistemi benimsemişlerdir.
Dünyada doğan bütün çocuklar pâk
ve masumdurlar. İngiliz eğitim (education) sistemi tam olarak bunu benimsemişken,
peki Türkiye’de doğuştan gelen bu pâk/temiz ve masum durum hangi istendik yönde
davranış gerçekleşmesi için bükülür?
Bu istenmedik tablonun sorumlusu
olarak mevcutlar tutulamaz; lâkin bu tür yanlışın düzeltilmesi için ciddi
adımlar atılmasını mevcutlardan beklemek gerekir.
Siyâset ve politika ikincil
iştir. Esas olan, gençlik ve insanın yaşatılmasıdır. Buna itirazın olduğu
söylenemez. Ancak icraata bakıldığında, “gençlik ve insanın yaşatılmasının”
ikincil durumda kaldığı da bir vakıa iken, siyâsilerin özendirildiği ve her
şeye hâkim pozisyonda durmaları da acı bir taraftır.
Bu ülkenin en büyük düşmanı olan
“cehalet”, eğitimdeki köstebek el, PKK ve FETÖ ile gerçekleştirilmiştir.
Milletin maddî, mânevî ve ahlâkî değerleri yine bu üçlü el ile yerle yeksan edilmiştir.
FETÖ’nün, gençliği nasıl
kendisine devşirdiği artık anlaşılır durumdadır. PKK ile mücadele için harcanan
maddî imkânlar ile yüzlerce üniversite, dünya standartlarında ve tam donanımlı
olarak yapılabilirdi. Üniversiteyi istemek yetmez, PKK/FETÖ karşısında durmak gerekir.
Eğitimdeki gizli köstebek el ile
bırakın mücadeleyi, bu elin kabul edilip ortaya çıkartılması için bile
atılımlar beklenmektedir. “Gençlik ve gelecek bizim” diyoruz, lâkin ışıldaması
için işleyenlerin köstebeğin gizli elini görmekten bile aciz durumdayız.
Eğitimde düzelme için, çocuğu
doğduğu gibi pâk ve masum korumaktan başlansa yine yol alınır. Ardından
düşünen, akleden, sorgulayan ve mihenge vuran bir eğitim yoluna girilmelidir.
Son günlerdeki öğrenci olaylarını omuzlayan ahlâksız örgütün Batı tarafından finanse edildiği ortadadır. Bu kanaldan gençlik hiçleştiriliyor.