Eğitimin prangası kutsal üçlü

Bir toplumun eğitim/öğretim işini hiçbir yabancı ülkeye bırakma lüksü olamaz. Bir ülkenin bütün olaylarında özne olarak o ülkenin insanı yer alır. ABD gibi bir devletin kendi kıtası dışındaki ilk misyoner okulunu Türkiye’de, daha sonra İslâm coğrafyasında yaygınlaştırması başka nasıl açıklanabilir?

DÜNYADA olup bitenlere şöyle bir bakıldığında, kuvvetlinin haklı olduğu, güçlünün zayıfı ezdiği ve menfaatin kol gezdiği görülür. Bu durumun bir yansımasının Türkiye’de de olduğu bir gerçektir.

Menfaat sağlamak için birileriyle savaşmak, başkasının hakkına tecavüz etmek, ortak noktada buluşmamak için türlü bahaneleri uydurmak ve nefsi tatmin için ölesiye boğuşmak marifet gibi gösteriliyor.

Bir yerde, bir kurumda ya da toplumun bir kesiminde istenilen düzeyde olmak için bir istinat, bir aidiyet veya siyâsî yardım aranması aidiyetten olmuş. Sözün özü, istenmedik bu davranışların günlük hayatta yaşanılan olduğu, alışıldığı, aldırış edilmediği ve vurdumduymazlığın oluştuğu acı bir tablo ile karşı karşıyayız.

Konuşmaya gelince hiçbir şeye toz kondurmayız. Öze bakıldığında, olanların istenmedik davranışlar olduğundan da kaçamıyoruz. Böyle bir çelişki ancak Batı düşüncesinin ürünü olarak ortaya çıkabilir. 

Sözde her olumlu davranışın sahiplenildiği, geçmişimiz ile gurur duyulduğu ve büyük bir mirasın bekçileri olduğumuz vurgulanır. Gerçek hayatta ise tamamen Batı felsefesinin ürünü olan ve yine tamamen bir kasıtla Müslüman ülkelere pompalanan “acı” tablo ile karşılaşılır. Cadde ve sokaklardaki bazı esnaf tabelalarındaki yabancı kelimelerin neresi savunulabilir?

Bu tabelalardaki yabancı kelime kullanımı için birisi kafaya silah dayayıp zorla yaptırtmadı ya, işletme sahiplerinin kendi istek ve rızasıyla yazıldılar. Bu, örneklerden sadece biri ve en görünürde olanı. Hele bir de ürün isimleri var ki, sormayın gitsin. Tamamı Rum, Helen, Ermeni, Yunan ve Grek kelimeleridir. İşletme sahiplerinin isimlerine bakıldığında ise Hasan, Osman, Zeynep ve Hatice gibi itiraz edilmeyecek isimler olduğu da görülebilir.

Ortada, çözümden önce sorunun ne olduğunun teşhisini gerektiren çok ciddi bir vakıa mevcuttur. Büyük çoğunluğu Müslüman olan halkın günlük hayat tarzı çelişkilerle doludur. Şöyle ki; güçlünün haklı olması, kuvvetlinin zayıfı ezmesi, şahsî menfaatinin en önünde gitmesi, menfaatini savunanın özenilir olması ve arabası/arsası/mâkâmı olanın iltifat görmesi gibi özellikler tamamen Batı felsefesinin ürünüdür.

Yardımlaşma/teâvün, haklının kuvvetli olması, kardeşlik, fakiri gözetmek, açları doyurmak gibi hasletler ise Müslümanların sergilemesi gereken tutum, davranış ve ahlâkî özelliklerdir. Ortada sözde Müslüman özelliklerin benimsendiği ancak günlük hayatta Batı felsefesinin tutsağı olmuş hayatların yaşanıldığı çok acı bir vakıa var.

Bu durumun tek çözümü, günlük hayatta kabul edilebilecek ahlâkî davranışların inşâsıyla mümkündür. Bunun da yolu bu ahlâkî değerlerin eğitim/öğretim aşamasında formel olarak öğretilmesi, adalet ve hukuk ile taçlandırılması ile mümkündür.

Eğitim ve öğretimin aşamalarına bakıldığında, köstebeğin işini yürütmeye buradan başladığı anlaşılıyor. ABD’nin kendi kıtası dışındaki ilk misyoner okulunu Türkiye’de açması, örnek için yeterlidir.

Bir toplumun eğitim/öğretim işini hiçbir yabancı ülkeye bırakma lüksü olamaz. Bir ülkenin bütün olaylarında özne olarak o ülkenin insanı yer alır. ABD gibi bir devletin kendi kıtası dışındaki ilk misyoner okulunu Türkiye’de, daha sonra İslâm coğrafyasında yaygınlaştırması başka nasıl açıklanabilir?  

Bu toplumun maddî, mânevî, geleneksel ve ahlâkî değerlerinin hiçleştirilmesi, eğitim/öğretim kanalından giren köstebeğin gizli eliyle olmaktadır. En basitinden, “kişilerde istendik davranış meydana getirme süreci” şeklinde resmî olarak benimsenmiş bir eğitim anlayışı İngilizlerde bile yoktur. İngilizler eğitimde, “çocuğu dik tutmak” anlamında bir sistemi benimsemişlerdir.

Dünyada doğan bütün çocuklar pâk ve masumdurlar. İngiliz eğitim (education) sistemi tam olarak bunu benimsemişken, peki Türkiye’de doğuştan gelen bu pâk/temiz ve masum durum hangi istendik yönde davranış gerçekleşmesi için bükülür?

Bu istenmedik tablonun sorumlusu olarak mevcutlar tutulamaz; lâkin bu tür yanlışın düzeltilmesi için ciddi adımlar atılmasını mevcutlardan beklemek gerekir.

Siyâset ve politika ikincil iştir. Esas olan, gençlik ve insanın yaşatılmasıdır. Buna itirazın olduğu söylenemez. Ancak icraata bakıldığında, “gençlik ve insanın yaşatılmasının” ikincil durumda kaldığı da bir vakıa iken, siyâsilerin özendirildiği ve her şeye hâkim pozisyonda durmaları da acı bir taraftır.

Bu ülkenin en büyük düşmanı olan “cehalet”, eğitimdeki köstebek el, PKK ve FETÖ ile gerçekleştirilmiştir. Milletin maddî, mânevî ve ahlâkî değerleri yine bu üçlü el ile yerle yeksan edilmiştir.

FETÖ’nün, gençliği nasıl kendisine devşirdiği artık anlaşılır durumdadır. PKK ile mücadele için harcanan maddî imkânlar ile yüzlerce üniversite, dünya standartlarında ve tam donanımlı olarak yapılabilirdi. Üniversiteyi istemek yetmez, PKK/FETÖ karşısında durmak gerekir.

Eğitimdeki gizli köstebek el ile bırakın mücadeleyi, bu elin kabul edilip ortaya çıkartılması için bile atılımlar beklenmektedir. “Gençlik ve gelecek bizim” diyoruz, lâkin ışıldaması için işleyenlerin köstebeğin gizli elini görmekten bile aciz durumdayız.

Eğitimde düzelme için, çocuğu doğduğu gibi pâk ve masum korumaktan başlansa yine yol alınır. Ardından düşünen, akleden, sorgulayan ve mihenge vuran bir eğitim yoluna girilmelidir.

Son günlerdeki öğrenci olaylarını omuzlayan ahlâksız örgütün Batı tarafından finanse edildiği ortadadır. Bu kanaldan gençlik hiçleştiriliyor.