Eğitimdeki acı gerçek: Ret ve inkâr

Osmanlı’nın, Batı’nın eğitim istilâsından kurtulmak için açtığı idadiler, rüştiyeler, sultaniler gibi okulların tüm içeriği Batı’dan taklitti. 1900-1906 senelerinde Osmanlı Devleti’nde 29 bin 130 sıbyan, 9 bin 347 ibtidaî, 619 rüşdiye ve 109 idadî okul bulunuyordu. “Osmanlı Devleti’nde eğitim yoktu, okuma-yazma oranı düşüktü” diyenlere duyurulur…

YAZIMA ilginç göreceğiniz bir soruya cevap arayarak başlamak istiyorum. Çünkü insanoğlu olarak arayacağımız cevap, ders olacak.

İnsan mı akıllı, hayvan mı? İnsan mı dürüst, hayvan mı?

“Bu nasıl bir soru?” demeyin, önce okuyalım…

Arı bir canlı değil mi? Evet. Bir hayvan türü mü? Evet. Peki, hiç arı sokan bir arı biliyor musunuz?

Bilgisayarın doğadaki rakibi bal arıları. Arıların bilgisayarla aynı sürede daha az enerji harcayarak 10 trilyonluk işlem yeteneğine sahip olduğunu bilir misiniz? Ya da 500 gram bal için arıların 3 milyon 750 bin defa çiçeğe konup kalktığını duydunuz mu?

1 kilo bal için 40 bin arı, 6 milyon çiçeği dolaşıyor; bal arıları, bir peteği doldurabilmek için 100 milyon çiçeğin nektarını emiyor ve 100 bin kilometre kanat çırpıyor. Bu konuda birçoğumuz yeni bilgi sahibi oluyor, devam edelim mi?

“İnsan mı, arı mı?” sorusuna cevap arıyoruz ya, bir arı, bu deli çalışmanın arasında dönüp dönüp, “Acaba diğer arılar benim kadar dolaşıyor mu?” diye kontrol gereği duymuyor. Birbirlerine karşı tam bir güven içinde, sadece hedeflerine odaklanarak çalışıyorlar.

Sevgili dostlar, bir koloninin pazarlanacak 1 kilo bal üretmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için 8 kilo bal tüketmesi gerekiyor. Bu da koloninin 6 kez dünya çevresini dönmesi demek. Onlar bu işi canla başla yapıyor ve genetik olarak nesilden nesle aktarılmış bir tembellik de asla söz konusu değil.

Bu arada, arı cumhuriyetinde cinlik yapmak için “Birkaç gram bal da kendime saklayayım” diye peteği hortumlayana şimdiye dek rastlanmamış. Hepsi güneşin “Kalk” ziliyle çalışmaya başlayıp “Paydos” ziliyle dinlenmeye çekiliyor. Hiçbir arı, “Kraliçe hanım işin kaymağını yiyecek diye ben geberene kadar çalışmam abi” de demiyor. Birlikten ve kovandan çıkınını alıp başka yollara düşerek başka bir kovanda cumhuriyet kurmayı düşünmüyor. Karşı kovandakileri kıskanıp o peteğe dadanmıyor. Peki, bundan sonra insan mı, arı mı?

İnsanız ya… Arı hayvan…

***

Arı, vücut ağırlığının 330 katı yük çekiyor. Her bir petek gözünün altıgen prizma seklinde inşâ edilmesi, esas peteğin direncini sağlıyor. Bu nedenle kilolarca balı rahatlıkla taşıyabiliyor. “Gerçekten de en az balmumu harcayarak, maksimum ölçüde bal depolamak için en uygun şekil, arıların inşâ ettiği altıgen prizmadır” diye onaylıyor fizikçiler. Haydi bakalım, “Hayvan” dediğimiz için arılardan özür dileyelim mi? Hayvan düzen tutturmuş, milyon yıldır hayatını içine fesat sokmadan sürdürürken sorumluluğu kendi içinde saklı. Hiç yalan da söylemiyorlar. Petek gözlerini malzemeden çalmak için beşgen yapmıyorlar. Bala hile katmıyorlar. Peki, kim katıyor? İki ayaklı, insan kılığına girmiş hayvanlar… Öyle bir dünya ki, “hayvan” dediklerinin ürettiklerini kendilerine rant olarak kullananlar...

Peki, şimdi hayvan kim? Arı mı, onları rant olarak kullanan, hırsız insanlar mı?

Arıların, “Ayıkla pirincin taşını” diye bir sözleri yok. Başka arıların yaptıklarını, onlar hayatlarını kısıtlayarak temizlemek zorunda değiller. Peki, insanoğlu nasıl? Bizim kalbimiz fesat. Sürekli bir maraza hâlinde teslimiyetten uzağız. Ve sürekli toplumun menfaatleri huzuru ve mutluluğu için sorgulayan değil, kendi menfaati için sorgulayan bir nesiliz. Kazanmak için her yolu mubah sayarız. Acı ama gerçek bu. Her türlü sahtekârlık içimize ne yazık ki sinmiş durumda!

***


Ret ve inkârın sonu, kaçınılmaz olarak taklittir. Taklitle gelinebilecek son noktaya geldik. Deniz bitti!


Sevgili dostlar, insanlara “Dinin nedir? Namaz kılıyor musun? Oruç tutuyor musun?” gibi Allah’ın (cc) soracağı soruları soranları görüyoruz. İnsanlara, “Aç mısın, tok musun? Bir şeye ihtiyacın, bir derdin var mı?” gibi, kulun kula soracağı soruları sormuyoruz. Çok yozlaştık çok. Peygamberimizin, “Komşusu aç iken karnı tok yatan Bizden değildir” sözünün gereğini kaçımız yapıyoruz? Bakalım mı kalp aynamıza?

Kalbin fesada uğraması, bozulması altı şeyden olurmuş: Tövbe etmek ümidiyle günah işlemek (yani sürekli bir küfür hâlinde kendini ve çevreyi aldatmak, hatta elinden gelse Mevlâ’yı aldatmak hâli), ilim öğrenip onunla amel etmemek (okuyor, yazıyor, çiziyor ama hayatına uygulamıyor, ele veriyor talkımı ama kendi yutuyor salkımı; münafık gibi, sözüyle özü arasında uçurum var), amel ettiklerinde ihlâsı gözetmemek (emrolunduğu üzere, vazife kıvamında şeklî ibadet ama içerik zayıf), Allah-u Teâlâ’nın verdiği nimetlere şükretmemek (çok çalıştığı için sahip olduğuna inanıyor, Vereni unutmuş, kendinden biliyor), Allah-u Teâlâ’nın taksim ettiği rızka razı olmamak (dilde şükür olsa da sürekli ‘Ver Allah’ım ver! Haram, helâl, ver! Yeter ki ver!’ diyor), ölüleri defnedip ibret almamak/öleceğini düşünmemek ve ahiret için azık hazırlamamak.

“Ey insan! İnsanların çokluğuna bakıp da aldanma. Çünkü sen yalnızsın, yalnız öleceksin, kabre yalnız gireceksin, yalnız kabirden kalkacaksın ve kendi hesabını vereceksin.” Allah sizin ne dış görünüşünüze, ne de mallarınıza bakar. Fakat kalplerinize ve işlerinize bakar. Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur. İnsan yetiştirecek olan için lüks okul, akıllı tablet, akıllı kara tahta gibi fizikî şartlar önemli değildir. Ki insan yetiştirecek olan aile, arkadaşlar, kitap ve öğretmendir.

***

Şimdi gelelim tarihimizi sorgulamaya…

Yanlış değerlendirilmesin, amacımız, “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna cevap aramak, bağcıyı dövmek değil üzüm yemek.

Doğruları ve yanlışlarıyla Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan tarih, bizim tarihimiz. Her bir tarihe adını yazdıranlar da bizim değerlerimiz. Et ve tırnak gibiyiz. Sökülüp atılamaz.

Peki, buradan bakınca eğitimin neresinde yanlış yaptık? Selçuklu medreselerinin yetiştirdiği insan kaynakları, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kaynaklık ettiler. Osmanlı döneminde bugünün imkânlarının hangisi vardı? Bir sorunuz olsa soracak Google mı vardı? Belki binlerce kitabın içerisinden cevabı aramak günler, hatta aylar sürmekteydi. Ama Osmanlı’nın bütün zamanlara şan veren nice padişahları, nice sadrazamları, âlimleri vardı. Şeyh Edebali, Ak Şemseddin, Molla Gürani, Molla Zeyrek, Zembilli Ali Efendi ve Ebu’s-Suud Efendi gibi ilmi dünyayı aşmış, manevî bilgi ve aynı zamanda fennî ilimlerde yükselmiş binlerce hoca vardı. Bunları yetiştiren okulun adı da “Enderun” idi.

Yabancı eğitimcilerin öve öve bitiremediği bu okulun temel maksadı, yaygın eğitim vermek değil, kitleleri yönetebilme maharetine sahip idareci, dillere destan eserler inşâ edecek mimar-mühendis, Fuzulî ve Bâki çapında şair ve sanatkâr yetiştirmekti. ABD’de bu konuda 350-400 civarında yüksek lisans ve doktora çalışması yapıldığını biliyor musunuz?

Sözü onlara bırakalım:

Amerikalı ünlü eğitimci Andreas Kazamias, “Platon’un ‘İdealimdeki okul’ dediği okul, budur!” demiş. Lewis Terman (Stanford-Binet isimli zekâ testini dünyaya armağan eden eğitimci), öğrencilerin zekâ seviyesini ölçmek için ilk test yönetiminin Enderun’da uygulandığını belirtmiş. Fransız yazar Brayer ise, “Osmanlı’nın hızlı yükseliş sebeplerinin başında bu mektepler geliyor” der.

Amerikalı eğitimci-psikolog John Dewey, “Çocuğa Göre Eğitim İlkesi” olarak 20’nci yüzyılın başında dünyaya sunduğu “Çağdaş Eğitim Metodolojisi”nin “Enderun modeli”nden kopya olduğunu söylüyor.

Fransız yazar ve şair M. Baudler, “Türk milletinin başarılarına şaşmamak lâzım; çünkü onlar elit kadroları nasıl yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini biliyorlar. Bir yandan onları mükemmel insan hâline getirirken, öte yandan kabiliyetlerine göre ödüllendirmeyi de ihmal etmiyorlar” diyor.

Kısacası onlar bizde arıyor, biz onlarda arıyoruz. Tuhaf bir durum!

ABD’deki 36 üniversitede Osmanlı Devleti’ni araştırma bölümü var. Bizdeyse yüz yıldır Osmanlı’dan nefret ettiren eğitim sistemi var.

Osmanlı medreseleri Tanzimat’la birlikte Batılılaşma adına yerini Batı’dan devşirme okullara bıraktı. Medreseler çağın gidişatına uygun olarak gelişme kaydedip, değişip dönüşeceğine, değişen dünyaya kapılarını kapatıp kendilerini tam anlamıyla fayda üretemez hâle getirdiler.

Osmanlı’nın, Batı’nın eğitim istilâsından kurtulmak için açtığı idadiler, rüştiyeler, sultaniler gibi okulların tüm içeriği Batı’dan taklitti. 1900-1906 senelerinde Osmanlı Devleti’nde 29 bin 130 sıbyan, 9 bin 347 ibtidaî, 619 rüşdiye ve 109 idadî okul bulunuyordu. “Osmanlı Devleti’nde eğitim yoktu, okuma-yazma oranı düşüktü” diyenlere duyurulur. Selçuklu ve Osmanlı öyle bir eğitim veriyormuş ki, öğrencilerinden biri çıkıp devlet kurabiliyormuş. Bugün bir dilekçe yazmaktan aciz, üniversite mezunu yığınla adam var aramızda. Acı ama gerçek bu!

İkinci Abdülhamid, vatanın kurtuluşunun ve ilerlemesinin nitelikli insan kaynaklarıyla mümkün olacağı gerçeğinden hareketle, devletin her il ve ilçesinde okulları yaygınlaştırırken, elinde yerli bir insan kaynağı yetiştirme formülü arayışı içerisindeydi. Ancak tüm eğitim reçeteleri, dönemin güçlü devletlerinden Fransız modeli ile tedavüle çıkıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kadroları, başta Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Osmanlı eğitim düzeninin yetişmiş değerleri değil mi? Atatürk bir Osmanlı subayı değil mi? Nerede okudu, hangi eğitim sistemi ile yetişti?

Bakınız, 1923-1924 eğitim-öğretim yılında Osmanlı’dan devralınan 4 bin 894 ilkokul, 23 lise, 64 meslek okulu, 9 fakülte ve yüksekokul olmak üzere toplam 5 bin 62 öğretim kurumu varmış. Cumhuriyet sonrası Soyadı Kanunu’yla 200 bin Yahudi’ye, 800 bin Ermeni’ye Türk isimleri verilerek Türk kimliği verilmişti. Hani bazen yaptıkları davranış ve açıklamalarla, Devletimize bakış açıları ile “İçimizde, bizden gibi görünüp aslında bizden olmayanlardan” deriz ya, işte bu kimlikten türemişler. Hâlen bunları görüyoruz.

Türk erkeği yıllarca zorunlu askerlik yaparken, köylüsü tarlada uğraşırken, bu 200 bin Yahudi ile 800 bin Ermeni, ticaret ile uğraşıp zenginleşmişlerdi. En iyi, en özel eğitimleri onların çocukları, nesilleri almıştı. En kritik kurumlarda en önde bunların olması doğal bir süreç gibi görünüyordu. Evet, acı ama gerçek bu.

İsrail’in kurulmasında büyük çabaları olan, Alyans okullarının önde gelenlerinden Hayim Nahum, Lozan görüşmelerinde Türk delegasyonunda görev yapmıştı. Ülkenin önde gelen bürokratları, devlet ve özel sektör yöneticileri, üniversiteler, medya ve önemli STK temsilcileri uzun süre dış bağlantılı kesimlerin etkisinde kaldı. Fakat hâlâ bunlar için “Bitti” denilemez. Cumhuriyet dönemi kurum ve kuruluşlarıyla birlikte, Anadolu coğrafyasında bir yandan Batı merkezli okullar varlığını sürdürürken, diğer yandan yerli eğitim kurumları arayışı vardı. Medrese, idadî, rüşdiye, ilâhiyat, imam-hatip okulu, öğretmen okulu, lise ve zamanla Anadolu ve fen lisesi adıyla çeşitli okullar açılmaya başlandı. Dönemin güçlü devleti Sovyet idealizminden esinlenerek köy enstitüleri de kuruldu. Bu okullar Anadolu coğrafyasında bize özgü yerli okul arayışının birer ürünüydü; geçmişin deneyiminden hareketle, geleceğe ilişkin kaliteli eğitim hizmeti ile dünyada tanınır hâle gelecek, nitelikli insan yetiştirme vizyonuyla etkili, yerli okullar olma yolunda olmaları hayâl edilmişti.

Bu okullar, mezunlarının başarısıyla adını duyurmaya başladıkça dikkatleri üzerine çekmeye başladı ve bu çıkışları şüphesiz en fazla yabancıların Osmanlı döneminde misyoner amaçlı kurduğu ve Cumhuriyet döneminde cilâlanıp pazarlanan, zengin Müslüman Türklerin parasını alarak çocuklarını devşirip verdiği diploma ile toplumun en üst sınıfına transfer eden yabancı menşeli okulların dikkatine mazhar oldular. 

Bizim yerli ideoloji mafyaları, bu okulların felsefelerini kendi ideolojik amaçlarına hizmet ettirme mücadelesine girdiler. Yabancı okullar kendi hayatiyetini Batı’nın etkili insan yetiştirme usulleriyle, Müslüman coğrafyanın en yüksek puanlı öğrencilerini en pahalı ücretlerle bünyesinde barındırmaya ve müşteri devşirmeye devam ederken, köy enstitülerini komünizme feda ettik. Öğretmen okullarını 70’li yılların Sağ-Sol ideolojisinin kavgasına kapattırdık. Liseleri özel dershanelere feda ettik. İmam-hatip okullarını çağa uygun bir strateji ile İslâmî kılıflı FETÖ okullarının büyümeleri için meşhur 28 Şubatçıları eliyle itibarsızlaştırıp etkisiz hâle getirdik. Anadolu ve fen liselerinin durumu ise bunların hepsinden daha kötü hâle geldi.

Özellikle 2000’li yıllarda “Anadolu Lisesi” adı, okul çeşitliğini azaltıp levha kirliliğine son verme kılıfı ile içi boşaltılan ve sıradanlaşan bir kıvama getirildi. Ülkede bilim adamı yetişsin diye, fen bilimlerine bu alanda yetenekli insan kaynağı yetiştirme vizyonuyla kurulan fen liseleri, 4 yıllık eğitimi laboratuvarlarda geçmesi gereken okullar birer test çözme merkezine dönüştü. Öğrencileriyse özel dershanelerin reklâm aracı hâline getirildi ve içi boşaltıldı. “Eğitim sadece eğitimcilerin sorunu değil” denilip, “eğitim yönetimi” alanı tüm meslek gruplarının çiftliğine çevrilerek bir bilim alanı olmaktan çıkarıldı.

Bütün bu yanlışları yapmış ve sonuçlarını yaşamış bir milletin aciz bir ferdi olarak, “Hâlâ eğitim müfredatı, ‘Türk Amerikan Kültür Anlaşması’ adı altında, 27 Aralık 1949 tarihinde, her iki tarafı temsilen Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Faik Zihni Akdur ve ABD Büyükelçisi George Wadsworth tarafından Ankara’da imzalanan Fullbrihgt Anlaşması’nın etkisi neden devam ediyor?” diye soruyorum.

***


Adı “millî” eğitim sistemimizde müfredat belirlenmesi, ders seçimleri, öğretme biçimleri dâhil birçok müdahalenin söz konusu olduğu bu anlaşmanın etkisi en kısa zamanda yok edilmelidir. Günümüz ihtiyaçlarına uygun, gerçekten “millî” bir eğitim sistemini inşâ etmek zorundayız.

Eğitim, sanayi ve tarımda devrim niteliğinde teşvik ve gelişmeleri gerçekleştirmek yerine, tüketim ağırlıklı bir toplum ve beton yapıları büyütmek için en önemli tercih olarak seçildi. Mevcut otoyollarımıza, havalimanlarımıza, hastanelerimize, üniversitelerimize, köprülerimize yenileri eklendi, bunlar elbette yurdumuza gerekliydi ama aciliyet ve önem bakımından eğitim, ilk sırada olmalıydı.

Bugün canımızı oldukça fazla yakan ve bir türlü önüne geçilemeyen enflasyonun sebebi de bu önceliklerde mi gizli acaba? Mazisi bizim kadar derin bir milletin “adam kıtlığı”na düşmesi, “ihmâl” ile izah edilebilir bir durum olmasa gerektir. Ancak “inkâr” ile izah edilebilir. Büyük devletler kurmuş, medeniyet inşâ etmiş, her alanda ve her anlamda kendine has kurumlar oluşturmuş bir milleti, sadece “inkâr” yokluğa sürükleyebilir. Evet, “ret” ve “inkâr”…

Geçmişe ait olanı reddetmek suretiyle kendimizi köklerimizden kopardık ve Batı’yı taklitte varlık aradık. Zaten ret ve inkârın sonu, kaçınılmaz olarak taklittir. Taklitle gelinebilecek son noktaya geldik. Deniz bitti!

Yeni bir “öze dönüş”, bir bakıma “yeniden diriliş” hamlesine ihtiyaç var. Bu hamle öncelikle millî eğitim ve kültür alanında başlamalıdır: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle (cüz’î iradenizle) yaptıklarınızdan (günahlar) dolayıdır.” (Şura, 30)