“EĞİTİM Tanrısı” başlıklı
bu yazıyla, şeytanın, kendisini yaratan Allah’a isyanına sebep olan bilgi ve kibir
ilişkisi üzerinden, kendinde var kabul ettiği üstünlük duygusunu, modern
dönemlerde yine bilgi-kibir ikilisi üzerinden yenileyerek âdeta tanrılaştırma edasıyla
insana nasıl takdim ettiğini paylaşmak derdindeyim. Şöyle bir hikâye anlatılır:
“Bir
gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan, sırtını bir ağaca
dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan
izlemeye başlamış. Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp
kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı, az ötede annesinin
sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış,
debelenmiş ve boynundaki ipten kurtulmuş. Bağından kurtulan buzağı, koşarak
annesini emmeye gitmiş. Koşuşturma esnasında, yanından geçmekte olduğu süt
kovasını devirmiş. Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın, eline
geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek,
can havliyle bir tekmeyle kadını yere serip öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının
kayınpederi, ineğin, gelinini öldürdüğünü görünce, ineği tüfekle vurmuş. Silah
sesini duyan koca, karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle
görünce, silahını çekip babasını öldürmüş. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen
genç adam, bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olanları bir
kenardan izleyen şeytan, ‘İnsanlar şimdi bu felâketi de bana yüklerler, buzağının
ipini gevşetmekten başka ben ne yaptım şimdi?’ demiş.”
Hikâye, olaylara ferasetsiz ve düşüncesiz yaklaşan
insanoğlunun sorup soruşturmadan, acele davranarak düştüğü durumu anlatmayı
amaçlıyor olsa da, şeytanın, yeryüzünde kötülüğün öncüsü olduğunu da
hatırlatıyor. Çünkü insana ilk günahı o işletmişti.
Âdem Babamızın yaratılışı sürecinde Allah ile şeytan arasında
geçen diyaloğu biliyor olmalıyız. O diyalogda şöyle bir bölüm var:
Allah: "Sana
emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?" Şeytan: "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni
ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın." Allah: "Şimdi in aşağı oradan! Çünkü senin
orada büyüklük taslamak hâddine değil! Hemen çık, çünkü sen aşağılıklardansın!" Şeytan: “(Öyleyse) bana insanların tekrar
diriltilecekleri güne kadar süre ver." Allah: “Sen süre verilenlerdensin.” Şeytan: “(Öyleyse) beni azdırmana karşılık,
yemin ederim ki ben de onları (insanı) saptırmak için Senin dosdoğru yolunun
üzerinde oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından,
sağlarından ve sollarından sokulacağım ve Sen onların çoğunu şükreden bulamayacaksın.” Allah: "Yerilmiş
ve kovulmuş olarak çık oradan! Andolsun, onlardan sana kim uyarsa hepinizi
Cehennem’e doldururum!"
Şeytanın
Allah’a isyanına sebep olan temel faktör, “üstünlük” duygusu idi. O kendisini
diğer meleklerden ve o an yaratılmakta olan insandan üstün kabul ediyordu.
Kendisini
doğuştan veya sonradan kazanılan edinimler sebebiyle insanlardan üstün-seçkin
kabul etmek, kibir başta olmak üzere birçok hastalığın başlangıcıdır. Sözgelimi
ırkçılık, insanın doğuştan kendi ırkını diğerlerinden üstün kabul etmesiyle
oluşan bir hastalıklı hâldir. Zengin bir kişinin fakirleri hor görmesi de -sonradan
edinilen bir kazanım sebebiyle- insanın diğer insanlardan kendisinin ayrıcalıklı,
seçkin, üstün hâle geldiğini sanması hâlidir ki, bu da bir sapma durumudur.
Şeytan,
isyanı sonrasında Cennet’ten kovulmasını müteakip, insanı Yaratıcısına isyan
ettirmek için her türlü yolu denemeye başladı. Bunun için insanın bazen
korkularını, bazen zaaflarını, bazen arzularını ve hırslarını, bazen de seçkin-üstün
olma duygusunu kullandı. Zengin birine, “Sen
zenginsin, fakirlerle bir değilsin” diye fısıldadı. Güzel veya yakışıklı
birine, “Senin fiziğin çok farklı,
diğerleri gibi değilsin” diye fısıldadı. İlmi çok olan birine, “Sen çok bilgilisin, ilminle herkesten çok
üstünsün” diye fısıldadı. Bu ve benzeri fısıldamaları karşısında, şeytanı
yanından uzaklaştıramayarak onun aldatıcı sözlerine kananlar, çevresindekileri
hor, aşağı, hakir görmeye başladılar.
Allah
böylesi durumları, “hevesini tanrı edinmek” olarak açıklıyor. Örneğin Furkan
Suresi 43. ayetin meali şöyle: “Hevesini
kendine tanrı edineni gördün mü?” “Tanrı” olarak tercüme edilen kelime,
ayette “ilâh” olarak geçiyor. İnsan bu yönüyle, hevesini Allah’ın yerine
geçiriyor demektir.
Heveslerini
ilâh edinerek veya kendini üstün kabul ederek insanlara hor davranmak,
zalimliğin başlangıcıdır. Arzularını, özelliklerini, varlıklarını tanrı edinen
kişi, çevresine haksızlık etmeye başlar. Zaman içinde üstünlük-seçkincilik
duygusu o kadar artar ki sadece heveslerini ilâhlaştırmakla kalmaz, kendini de
tanrı sanmaya başlar. Böylece zulmünü arttırır ve firavunlaşmaya doğru ilerler.
Şeytan,
insanı yoldan çıkarmak için “iyi” olguları da kullanır. Okumak ve ilim sahibi
olmak Allah’ın kullarına tavsiyesi olduğu hâlde, şeytan, bazen bilgi ve ilmi, tanrılaştırılacak
bir heves-arzu şeklinde insana sunarak, onun üzerinden insanın elit-seçkin bir
duyguya kapılmasını ve böylece zalimlerden olmasını sağlar.
İlmi/bilgiyi
tanrılaştırıcı bir hevese dönüştürenlerin temel özellikleri, ilmi bir amel-iş
vesilesi olarak değil, diğer insanlardan kendilerini ayırt eden seçkinleştirici
bir araç olarak görmeleridir. Bazıları için ırkları, renkleri, kanları
seçkinlik ve üstünlük sebebi oluyor ve işi ırkçılığa vardırıyorlarsa, bazıları
da bilgiyi benzer amaç için kullanabilmektedirler.
Bunun
için İslâm’da bilgi-amel dengesine sıkça vurgu yapılır ve “faydalı ilim”
ifadesinin altı çizilir. Meselâ Sevgili Peygamberimizin şöyle dualar yaptığı Tirmizî’de
yer alır:
“Allah'ım,
bana öğrettiklerinle beni faydalandır, bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi
artır!”
“Faydasız
ilimden Allah'a sığınırım.”
İlim,
amel ve iman ilişkisini de vurgulayan çok sayıda ayet vardır. İşte onlardan
ikisi!
“Allah,
içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.” (Mücadele,
15)
"Kulları
içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (Fâtır, 28)
Hatta
ilmiyle amel etmeyenler o kadar kötülenir ki, bu kötüleme, insanın başka
varlıklara (kitap taşıyan eşekler) benzetilmesine kadar vardırılır.
Bilgi
her zaman önemliydi. Onun için kadim tüm medeniyetlerde ilim ve âlim hep
başköşededir. Dinler ilim ile başlar. İlimsiz din, dindarlık olmaz. Çünkü
Allah’a ilim-irfan ile ulaşılır. İnsan, kendini ve kâinatı bildikçe Yaratanı
bilir, imanı ancak bu şekilde derinleşir, güçlenir, hakke’l-yakîn olur. Çünkü
ilim, yaşamak içindir, bilmek ve anlamak içindir, eylem ve iş içindir.
Ancak
modern dönemlerde, eskisine nazaran bilgi-amel ilişkisine ihtiyaç duymaksızın,
bilgi/ilim değerli olmaya başladı. İletişim ve bilgi alanlarındaki devrimler,
bilgiye başlı başına ciddî değerler atfetti. Bu da eğitim ve bilgi süreçlerinin
kutsallaşması-tanrılaşması gibi bir yeni dönemin kapısını araladı. Aslında
“yeni dönem” desek de, ilme yüklenen tanrılaşma, şeytanın ilk isyanındaki isyan
karakteriyle aynı. Modern dönemlerde bilginin tanrılaştırılması, şeytanın, "Ben
ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın" sözüyle aynı illetten besleniyor.
Eğitim ve bilgi tanrı veya tanrılaştırılacak bir heves
değildir. O, Tanrı’nın, Allah’ın, Yaratıcının insanlara hediyesi ve emridir. Eğitim
ve onun sonunda elde edilecek bilgi ve hasletler, insanın kendisini, tabiatı, Yaratanını
tanıması ve sahip olduğu bilgiyle tüm canlılara faydalı olması içindir. Eğitim
ve bilgi, boş heveslerin, tanrılaşmanın ve zalimliğin aracı olduğu an
şeytanlaşmış demektir.