Eğitim Tanrısı

Eğitim ve bilgi tanrı veya tanrılaştırılacak bir heves değildir. O, Tanrı’nın, Allah’ın, Yaratıcının insanlara hediyesi ve emridir. Eğitim ve onun sonunda elde edilecek bilgi ve hasletler, insanın kendisini, tabiatı, Yaratanını tanıması ve sahip olduğu bilgiyle tüm canlılara faydalı olması içindir. Eğitim ve bilgi, boş heveslerin, tanrılaşmanın ve zalimliğin aracı olduğu an şeytanlaşmış demektir.

“EĞİTİM Tanrısı” başlıklı bu yazıyla, şeytanın, kendisini yaratan Allah’a isyanına sebep olan bilgi ve kibir ilişkisi üzerinden, kendinde var kabul ettiği üstünlük duygusunu, modern dönemlerde yine bilgi-kibir ikilisi üzerinden yenileyerek âdeta tanrılaştırma edasıyla insana nasıl takdim ettiğini paylaşmak derdindeyim. Şöyle bir hikâye anlatılır:

“Bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan, sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış. Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelenmiş ve boynundaki ipten kurtulmuş. Bağından kurtulan buzağı, koşarak annesini emmeye gitmiş. Koşuşturma esnasında, yanından geçmekte olduğu süt kovasını devirmiş. Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın, eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek, can havliyle bir tekmeyle kadını yere serip öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin, gelinini öldürdüğünü görünce, ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce, silahını çekip babasını öldürmüş. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam, bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olanları bir kenardan izleyen şeytan, ‘İnsanlar şimdi bu felâketi de bana yüklerler, buzağının ipini gevşetmekten başka ben ne yaptım şimdi?’ demiş.”

Hikâye, olaylara ferasetsiz ve düşüncesiz yaklaşan insanoğlunun sorup soruşturmadan, acele davranarak düştüğü durumu anlatmayı amaçlıyor olsa da, şeytanın, yeryüzünde kötülüğün öncüsü olduğunu da hatırlatıyor. Çünkü insana ilk günahı o işletmişti.

Âdem Babamızın yaratılışı sürecinde Allah ile şeytan arasında geçen diyaloğu biliyor olmalıyız. O diyalogda şöyle bir bölüm var:

Allah: "Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?" Şeytan: "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın." Allah: "Şimdi in aşağı oradan! Çünkü senin orada büyüklük taslamak hâddine değil! Hemen çık, çünkü sen aşağılıklardansın!" Şeytan: (Öyleyse) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver." Allah: Sen süre verilenlerdensin.” Şeytan: “(Öyleyse) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de onları (insanı) saptırmak için Senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve Sen onların çoğunu şükreden bulamayacaksın.” Allah: "Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan! Andolsun, onlardan sana kim uyarsa hepinizi Cehennem’e doldururum!"

Şeytanın Allah’a isyanına sebep olan temel faktör, “üstünlük” duygusu idi. O kendisini diğer meleklerden ve o an yaratılmakta olan insandan üstün kabul ediyordu.

Kendisini doğuştan veya sonradan kazanılan edinimler sebebiyle insanlardan üstün-seçkin kabul etmek, kibir başta olmak üzere birçok hastalığın başlangıcıdır. Sözgelimi ırkçılık, insanın doğuştan kendi ırkını diğerlerinden üstün kabul etmesiyle oluşan bir hastalıklı hâldir. Zengin bir kişinin fakirleri hor görmesi de -sonradan edinilen bir kazanım sebebiyle- insanın diğer insanlardan kendisinin ayrıcalıklı, seçkin, üstün hâle geldiğini sanması hâlidir ki, bu da bir sapma durumudur.

Şeytan, isyanı sonrasında Cennet’ten kovulmasını müteakip, insanı Yaratıcısına isyan ettirmek için her türlü yolu denemeye başladı. Bunun için insanın bazen korkularını, bazen zaaflarını, bazen arzularını ve hırslarını, bazen de seçkin-üstün olma duygusunu kullandı. Zengin birine, “Sen zenginsin, fakirlerle bir değilsin” diye fısıldadı. Güzel veya yakışıklı birine, “Senin fiziğin çok farklı, diğerleri gibi değilsin” diye fısıldadı. İlmi çok olan birine, “Sen çok bilgilisin, ilminle herkesten çok üstünsün” diye fısıldadı. Bu ve benzeri fısıldamaları karşısında, şeytanı yanından uzaklaştıramayarak onun aldatıcı sözlerine kananlar, çevresindekileri hor, aşağı, hakir görmeye başladılar.

Allah böylesi durumları, “hevesini tanrı edinmek” olarak açıklıyor. Örneğin Furkan Suresi 43. ayetin meali şöyle: “Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü?” “Tanrı” olarak tercüme edilen kelime, ayette “ilâh” olarak geçiyor. İnsan bu yönüyle, hevesini Allah’ın yerine geçiriyor demektir.

Heveslerini ilâh edinerek veya kendini üstün kabul ederek insanlara hor davranmak, zalimliğin başlangıcıdır. Arzularını, özelliklerini, varlıklarını tanrı edinen kişi, çevresine haksızlık etmeye başlar. Zaman içinde üstünlük-seçkincilik duygusu o kadar artar ki sadece heveslerini ilâhlaştırmakla kalmaz, kendini de tanrı sanmaya başlar. Böylece zulmünü arttırır ve firavunlaşmaya doğru ilerler.

Şeytan, insanı yoldan çıkarmak için “iyi” olguları da kullanır. Okumak ve ilim sahibi olmak Allah’ın kullarına tavsiyesi olduğu hâlde, şeytan, bazen bilgi ve ilmi, tanrılaştırılacak bir heves-arzu şeklinde insana sunarak, onun üzerinden insanın elit-seçkin bir duyguya kapılmasını ve böylece zalimlerden olmasını sağlar.

İlmi/bilgiyi tanrılaştırıcı bir hevese dönüştürenlerin temel özellikleri, ilmi bir amel-iş vesilesi olarak değil, diğer insanlardan kendilerini ayırt eden seçkinleştirici bir araç olarak görmeleridir. Bazıları için ırkları, renkleri, kanları seçkinlik ve üstünlük sebebi oluyor ve işi ırkçılığa vardırıyorlarsa, bazıları da bilgiyi benzer amaç için kullanabilmektedirler.

Bunun için İslâm’da bilgi-amel dengesine sıkça vurgu yapılır ve “faydalı ilim” ifadesinin altı çizilir. Meselâ Sevgili Peygamberimizin şöyle dualar yaptığı Tirmizî’de yer alır:

“Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır, bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır!”

“Faydasız ilimden Allah'a sığınırım.”

İlim, amel ve iman ilişkisini de vurgulayan çok sayıda ayet vardır. İşte onlardan ikisi!

“Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.” (Mücadele, 15)

"Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (Fâtır, 28)

Hatta ilmiyle amel etmeyenler o kadar kötülenir ki, bu kötüleme, insanın başka varlıklara (kitap taşıyan eşekler) benzetilmesine kadar vardırılır.

Bilgi her zaman önemliydi. Onun için kadim tüm medeniyetlerde ilim ve âlim hep başköşededir. Dinler ilim ile başlar. İlimsiz din, dindarlık olmaz. Çünkü Allah’a ilim-irfan ile ulaşılır. İnsan, kendini ve kâinatı bildikçe Yaratanı bilir, imanı ancak bu şekilde derinleşir, güçlenir, hakke’l-yakîn olur. Çünkü ilim, yaşamak içindir, bilmek ve anlamak içindir, eylem ve iş içindir.

Ancak modern dönemlerde, eskisine nazaran bilgi-amel ilişkisine ihtiyaç duymaksızın, bilgi/ilim değerli olmaya başladı. İletişim ve bilgi alanlarındaki devrimler, bilgiye başlı başına ciddî değerler atfetti. Bu da eğitim ve bilgi süreçlerinin kutsallaşması-tanrılaşması gibi bir yeni dönemin kapısını araladı. Aslında “yeni dönem” desek de, ilme yüklenen tanrılaşma, şeytanın ilk isyanındaki isyan karakteriyle aynı. Modern dönemlerde bilginin tanrılaştırılması, şeytanın, "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın" sözüyle aynı illetten besleniyor.

Eğitim ve bilgi tanrı veya tanrılaştırılacak bir heves değildir. O, Tanrı’nın, Allah’ın, Yaratıcının insanlara hediyesi ve emridir. Eğitim ve onun sonunda elde edilecek bilgi ve hasletler, insanın kendisini, tabiatı, Yaratanını tanıması ve sahip olduğu bilgiyle tüm canlılara faydalı olması içindir. Eğitim ve bilgi, boş heveslerin, tanrılaşmanın ve zalimliğin aracı olduğu an şeytanlaşmış demektir.