Eğitim, öğretim, terbiye

Sevgi, saygı, ceza-iltifat, değer vermek, adalet, merhamet, şefkat, sorumluluk ve daha nice insanî değer kitapla derste anlatarak değil, göstererek, yaşanarak içselleştirildi, öğretildi. Her şeyin bir vakti saati vardı. Söyleyen sözüne kefil olur, dinleyen sözü değil de sanki “öz”ü anlardı. Bir masal diyarı değildi yaşadığımız yerler. İnsanın sadece insanla değil, doğa, hayvan ve hattâ esen rüzgâr ile kurduğu incelikli ve hassas bir yaşam vardı. Bilmediğini bilmek, en büyük hâd bilmek idi.

Eğitim ve öğretim ne demektir?

SAYIN Vahdettin İnce’nin “Çevirmen” isimli kitabının ilk sayfalarındayım. İnce’nin okuma-yazma-tercümanlık hikâyesini anlattığı bu eser, yaşadığı dönemi anlatmakla beraber çok önemli tespitler ile dolu. Kitapta özel olarak “eğitim” ana başlık olmasa da yaşamımızın tüm evreleri aslında bu başlık altında toplanabilir.

Dünyaya gözümüzü açtığımız ilk andan son nefesimize kadar devam eden sürecin adıdır bu. Ne zaman yazmak için bilgisayarın başına otursam, yazım kendi kısmetiyle birlikte doğuyor. Bu sebeple kitaptan küçük bir alıntı yaparak başlamak isterim:

“Eğitim, dil anahtarını doğru zamanda ve doğru kapıyı açmak için kullanmayı öğrenme sürecidir. Günlük ve yaygın kullanımın etkisiyle ‘eğitim’ diyorsam da doğrusunu isterseniz benim kastettiğim ‘terbiye’dir. Çünkü Türkçede eğitim, eğip bükmekten gelir. Çocuğu kökünden koparıp rûhen ve bedenen başka bir kalıba sokmak, bunun için zorla eğip bükmek yani… Oysa terbiye Arapça bir kelime olarak ‘rbw’ kökünden gelir ve arttırmak, büyütmek, beslemek, geliştirmek anlamına gelir. Nitekim kemiyet ve keyfiyet olarak büyüyüp geliştiğimiz zamanlarda ‘terbiye’ ediliyorduk, modern zamanlarda daracık bir koridorda ‘eğit’ildigimiz için güdük kalmışız.” (Sayfa 11)

Son derece akıcı üslûbu ile yazar, bizleri “bir yola” çıkarıyor. Zihinlerimiz belki bu şekilde biraz yukarıdan, geniş bir açı ile konuya yeniden bakma fırsatı bulabilir. Günlük hayatımızda birçok meselede olduğu gibi bu konuda da ciddî bir anlam-içerik-bütünlük kargaşası yaşandığı malûmunuzdur. Bu sebeple hem zihinsel, hem de düşünsel olarak alışkanlık ve genel kabullerden sıyrılarak düşünmeye-anlamaya-yazmaya niyet ettim. Aksi takdirde (tüm dünya da olduğu gibi) siyasetin, iktidarin, gücün, hattâ paranın etkisi altında bulunan “eğitim sistemi”, görünmez elleri ile hayatımızın merkezinde bulunmaya, geçmişimizi ve geleceğimizi tekrar tekrar dilediği gibi yazmaya (bir şekilde) devam edecektir.

Biliyoruz ki, varlık olarak en güzel bir sûrette yaratıldık. En güzel bir şekilde yaratılmış olmanın her anlamda (iyiye-güzele-hakikate) açılan yolda da bizleri güçlü ve muktedir kılacağına inanıyorum. Mesele o ki, yola çıkmalı, konunun bir ucundan tutmalı, yüreğimizdeki ağırlıklardan kurtularak düşünebilmeliyiz. Bizâtihi “zaman”ın işgâl altında olduğu bu çağda zaman ayırarak okuyup-düşünüp-fikir kurabilmek, başlangıç olarak tek başına çok kıymetlidir.

Alıntı yaptığım kitapta son derece zihin açıcı bulduğum bir başka bölümde yazar şöyle devam ediyor:

 “Siyaset, Arapça ‘sase’ (sase/yesusu/siyase) kökünden gelir. Hayvanları, özellikle atları terbiye etmek demektir. (Seyis kelimesi aynı kökten türemiştir.) Bundan hareketle insanları idare etme sanatına da siyaset denmiştir. Seyis, atın potansiyel olarak sahip olduğu özellikleri geliştirmek, hareketlerini kontrol etmesini öğretmek işini yapar. Meselâ ata koşmayı öğretmez, o zaten koşmayı bilir; daha verimli, daha kontrollü koşmasını öğretir. Koşu esnasında nefesini kontrollü kullanmasını, durması gereken yerde durmasını, duruma ve zemine göre yavaş ya da hızlı, rahvan ya da tırıs yahut dörtnala koşmasını öğretir.

Sirkte ise hayvanlar terbiye edilmez, eğitilirler. Orada hayvanlara potansiyel olarak sahip olmadıkları özellikler öğretilir, daha doğrusu dayatılır. Akıl almaz işkencelerle tabiî… O yüzden seyislerin terbiyesinden geçmiş soy bir atı izlerken büyük bir heyecana kapıldığımız ve hayranlıkla izlediğimiz hâlde, sirkte maymunluk yapan bir aslan ya da insanı taklit eden maymuna sadece güleriz.” (Sayfa 12)

Sanırım verilen bu iki örneğin ardından zihinlerimiz ciddî bir silkelenme ile irkildi(!).

Çocukluğumdan öğrencilik yıllarıma

İlk çocukluk yıllarımdan başlayarak zihnimden akıp giden bir sürü anım var. Olumlu ya da olumsuz diye ayırt etmeden, ilk hatırıma gelenlerden birkaçını paylaşmak istiyorum.

İlkokul ikinci sınıfta sıra arkadaşımla sürekli konuştuğumuz için öğretmenimiz kızmış, iki veya üçüncü uyarıdan sonra dayanamayarak yanımıza gelmiş, parmağındaki yüzük ile kibarca başımıza tık tık vurmuştu. Bu bir acı değil, utanç olarak geçti kayıtlara. Sınıfta, hem de bu şekilde uyarılmak çok gücüme gitmişti. Bu riski bir daha göze almadım. Alamazdım.

Yine günlerden bir gün, kara tahtanın önünde durmuş, soruyu cevaplamaya çalışıyordum. Öğretmenimin tebeşiri tutuşum ve yazımın özeni hakkında söylediği güzel sözler yazma isteğimi körüklemiş, sonraki yıllarda tahtaya kalkabilmek için her fırsatı kollayan bir öğrenciye dönüştürmüştü beni. Yani marifet, iltifata tâbi olmuştu.

Öğle vakti yemek için babaannemlere giderdik. Üç dört kişi olur, bağır çağır koşardık yukarıya. Rahmetlinin yaptığı höşmerimin kokusu, yolun yarısından duyulurdu. Sonsuz bir şefkat ile bizler yemeğimizi yiyinceye kadar yanımızda oturur, güzel sözler söyler, duâ eder, eğilerek yüzümüze, gözümüzün içine bakar, eliyle tek tek hepimizin sırtını sıvazlardı. Biz yemeğimizi yiyip yine büyük bir gürültüyle okul yoluna düşünce de sokağın dönülen yerine kadar arkamızdan bakardı. Böylelikle sevgi ve merhamet yol olur, taş olur, çimen olurdu.

Sınıf başkanı olduğum ortaokul döneminde dersimiz boş ve bizler durumdan gayet memnunuz… Müdür yardımcısı baskın yapar gibi kontrole geliyor… Sessiz bir şekilde bekleyen sınıfı görünce, “Başkan, aferin sana!” diyor, “Sınıfını ne güzel yönetiyorsun”. Ben hemen atlıyorum söze: “Öğretmenim, ben bir şey yapmıyorum, arkadaşlar nasıl bekleneceğini biliyorlar.” Yüzüme gülümseyerek bakıp tekrar “Aferin!” demişti. Bu seferki aferin, biliyordum ki sınıfa değil, bana gelmişti.

Sevgi, saygı, ceza-iltifat, değer vermek, adalet, merhamet, şefkat, sorumluluk ve daha nice insanî değer kitapla derste anlatarak değil, göstererek, yaşanarak içselleştirildi, öğretildi. Her şeyin bir vakti saati vardı. Söyleyen sözüne kefil olur, dinleyen sözü değil de sanki “öz”ü anlardı. Bir masal diyarı değildi yaşadığımız yerler. İnsanın sadece insanla değil, doğa, hayvan ve hattâ esen ruzgar ile kurduğu incelikli ve hassas bir yaşam vardı. Bilmediğini bilmek, en büyük hâd bilmek idi.

Yûnus Emre ne güzel söyler: “Gezdim Halep ile Şam’ı/ Eyledim ilmi talep/ Meğer ilim bir hiç imiş/ İllâ edep, illâ edep…”

Hollanda eğitim sistemi

Okul öncesi ve ilkokul

Hollanda’da yasal olarak her çocuk dört (4) yaşında okula başlıyor. İlkokul toplam sekiz sene. Çalışan veya çalışmayan tüm anneler, iki yaşından sonra genellikle çocuklarını kreşe gönderiyorlar. Kreş, çocuğun okul hayatına alışması ve sosyalleşmesi sebep gösterilerek yüksek oranda tercih ediliyor. Ülkemizde de olduğu gibi, yarım ya da tam gün seçeneği ile kreşler, özelikle Hollanda gibi farklı kültürlerin bir arada yaşadığı ülkelerde, tüm bu kültürlerin harmanlandığı bir merkeze dönüştürülmüş ve özendirilmiştir. Beraber yaşayabilmek için gerekli olan ilk kurumsal temas, kreşler aracılığıyla olur ve “aynı dili konuşmak” esas alınarak tüm bireyler sisteme dâhil edilir.

İlkokul döneminde öğrencinin başarısı, yıl ortalaması göz önüne alınarak belirlenmekte. Sekizinci sınıfta yapılan alan belirleme sınavlarıyla da öğrenci, devam edeceği okula yönlendirilmektedir. Dediğim gibi, son sene yapılan sınavlar önemlidir, ancak öğrencinin toplamda (sekiz sene boyunca) aldığı notların ortalaması da sonuca ciddî oranda etki eder. Bu sınavların sonucunda yapılan değerlendirmede, kişinin yetenek ve başarısına göre hangi seviyedeki bir okula gideceği saptanmaktadır.

İlk iki sene bazı genel alışkanlıklar desteklenir. Kıyafetlerini giymekten yemeğe, tuvalet eğitiminden sınıfta konuşmaya, öğretmenin nasıl dinleneceğinden bir oyuncağın sıra ile nasıl oynanabileceğini öğrenmeye kadar davranışsal bazı kural ve usûller üzerinde durulur. Sınıfta her çocuk, ilgisini çeken oyun ya da oyuncakları oynamakta özgür bırakılır. Karakterlerin ve yeteneklerin farklılığı göz önüne alınarak, bu alanda her bireyin kendini gösterme ya da geliştirmesine fırsat verilmiş olur.

Bu konu, aslında anne-baba ve aile hayatı için son derecede mühim bir konu! Bunu asla göz ardı etmemeliyiz. Okulda çocukların davranışsal gelişimine sadece destek olunabilir. Oysa bu konu, gerçek anlamda ev ve aile ortamında tam anlamıyla inşâ edilebilir. Genç annelerin iş hayatlarını sebep göstererek çocukların gelişimini okula devretme çabaları bu yuzden nafiledir. Çocuklar bedenen büyüyüp sosyal olarak kabul gören kuralları öğrenebilir. Duygusal açıdan aç bırakılıp ruhsal gelişimi tamamlanmamış bireyler ise toplumun içinde pimi çekilmis birer el bombası gibidirler. En iyi okul ya da eğitim sistemi, aile kurumunun yanında acizdir. Kıyaslama ya da yerine geçme hiçbir şekilde söz konusu olamaz.

Hollanda’da yaşadığım için, yeri gelmişken bir gözlemimi paylaşmak isterim: Özellikle eğitim ve okul konusunda birçok menfi örnek yaşanır, ancak bunlar yazılı ve görsel basında fazla yer almaz. Olaya yakînen tanık olanlar bilir, görür. Her şeye rağmen kurumlar, kişilerin önünde yer alır. Kişilerin hatalarının kurumları kirletmesine (bir şekilde) izin verilmez. Bunun dışında tüm kurumlar devlet ve sistem ekseninde birbirini aklar, temizler, destek olur, birlikte calışır.

Ortaöğretim

Hollanda’da, “ortaöğretim” adı altında toplam beş bölüm bulunmaktadır. İlkokuldan sonra her öğrenci bu bölümlerden birine yönlendirilir. Yani hangi bölüme gideceğini kendisi seçmez, genel başarı durumuna göre gideceği bölüm belirlenir. En yüksek bölümden başlamak üzere bölümler “VWO, HAVO, MAVO, VMBO ve Praktijkonderwijs” şeklinde adlandırılır.

VWO: Lise üstü bir okuldur. Altı senedir ve bu bölümü bitiren gençler, seçtikleri derslerle doğru orantılı olarak direkt üniversiteye geçis yapabilirler. Üniversite için herhangi bir sınav yoktur. Seçtikleri bölümü yine seçtikleri bir üniversitede okumaları mümkün. Doktorluk, hukuk, ekonomi, yüksek teknoloji gibi bazı bölümler için üniversite eğitimi şarttır. Ülkedeki tüm öğrencilerin üniversitelerde yoğunluğa sebep olmamalarının sebebi budur. Her meslek için üniversite gerekli değildir.

HAVO: Bizim ülkemizle kıyaslanınca “lise” demek oluyor. Yeterli başarı puanını alan öğrenci, ilköğretimden sonra lisede okumaya devam edebilir. Bu bölüm beş senedir. Öğrencinin yetenek ve isteğine göre dördüncü sınıfta ders seçimi yapılır. Diplomasını alan öğrenci HBO okuyarak mesleğini kazanır. (Şu konuya açıklık getirmek isterim: Buradan Turkiye’ye giden ve HBO diplomasının denkliğini almak isteyen bir kişiye üniversite diploması veriliyor. Yani HBO, adı üniversite olmayan fakat üniversite derslerine sahip bir okuldur. Hem ders verme, hem genel olarak eğitim-öğretim şekli üniversitedir.)

MAVO: Ortaokuldur. Bu bölümde okuyanlar yine başarı puanlarına göre geleceklerini şekillendirirler. Meselâ yüksek not alan ve başarılı olan öğrencilerin HAVO’ya geçme ihtimâlleri bulunur. Ya da başarısız olan öğrenciler, bir alt bölüm olan ve meslek eğitimi verilen VMBO’dan devam edebilirler.

VMBO: Meslek eğitimi verilen bir programdır ve dört senedir. Teorik bilgi ile pratik meslek dersleri verilir. Son istatistiklerde öğrencilerin yüzde 60’nın bu bölümlerde eğitim aldığı belirlenmiştir. Eğitim süresini kısaltarak bir an önce öğrencilerin mesleklerini yapmalarına ve daha çok hizmet sektöründe yer almalarına olanak sağlanır.

Praktijkonderwis: Tamamen pratik üzerine kurulu bir bölümdür. Hollanda yasalarona göre her bir birey, en az 22 yaşına kadar bir diploma almalıdır. İlkokulu bitirenler ortalama 12 yaşındadırlar. Dolayısıyla ilköğretimden sonra okumaya hevesli olmayan, öğrenme güçlüğü çeken, problemli ya da en hafif ifadeyle yaramaz çocukların belli bir meslek ya da belli bir eğitim ile yollarına devam etmeleri amaçlanır.

Tüm bu bölümlerin birbirleriyle ilişkili olduklarını da belirtmek isterim. Meselâ ilkokul başarı puanlarına göre VMBO öğrencisi olan bir kişi, yeteneğini geliştirip başarısını arttırması hâlinde MAVO’ya geçebilir. Aynı şekilde yüksek başarı puanları ile HAVO’ya, oradan da VWO’ya kadar yükselebilir. Toplam okul ve eğitim süresi daha uzun olur. Ancak öğrencinin istemesi ve başarması hâlinde yükselmesi, eğitim düzeyini arttırması ve en üst diplomayı alabilmesi mümkündür.

Yükseköğretim ve üniversite

Bu konuda Hollanda, dünya çapında haklı bir üne sahip! Özellikle üniversite eğitiminde gösterdigi kalite ve disiplin ile dünya sıralamasında yüzde 2’lik dilimde yer alıyor. “Araştırma üniversitesi” ve “uygulama üniversitesi” olarak iki farklı üniversite türü bulunmakta. Özellikle üniversitede öğrenim görenlerin büyük çoğunluğunun, dünyanın dört bir tarafından gelen öğrencilerden oluşması, bu konuya farklı açılardan yaklaşıp düşünmeyi zorunlu kılmaktadır.

Akademik bir eleştiri yapmaya çalışmak ya da ayrıntılarda boğulmak niyetinde değilim. Benim son derece mühim bulduğum bir meseleyi dile getirerek bu konuyu tamamlayacagim.

Türkiye’de ilkokuldan sonra ortaokul, lise ve sonrasında illâ ki (!) üniversite eğitimi zorunluluğu ve çabası var. Zincir olarak birbirine eklemlenmiş bir sistem. Her ne kadar eğitimin sanki iç içe entegre olması hâli olarak okunsa da bu, sanırım durumun böyle olmadığı açık.

Her meslek için üniversite diplomasi zorunluluğu, Hollanda gibi Batı ülkeleri tarafından benimsenmemiş, bu umarsız yarış hâli çoktan terk edilmiş. Genel olarak yükseköğrenim olarak Türkçelestirdiğim MBO, ortaokul mezunları için son derece yeterli ve kaliteli bir meslekî eğitim sağlamaktadır. Ya da lise mezunları için HBO, üniversite denkliğinde öğrenimi ile mesleğinde uzmanlaşmak ya da ilerlemek isteyen kişiler için itibarlı ve göz dolduran bir diploma demektir. Eğitim sisteminin içinde kurallar sabittir, ancak öğrenciler için (gayret edilmesi hâlinde) son derece esnek geçişler yapmak üzere kapılar açık tutulur. Kişiler birbirine benzemek, aynı diplomaya sahip olmak ya da aynı düzeyde eğitim görmek gibi zorunlulukların esaretinden kurtarılmışlardır. Akıllı ve istekli kişilerin desteklenip yollarına devam edebilmeleri nasıl sağlanmışsa, aynı şekilde okumaya meyilli olmayanlar da kısa yoldan iş hayatına girmekte desteklenmişlerdir. Toplumun sosyal ve ekonomik açıdan tüm katmanlarının sağlıklı bir şekilde muhafaza edilmesinin yolu, bu şekilde açık tutulmuş olur. 

***


Gençler ile ufak bir söyleşi

YAŞLARI 17 ilâ 21 arasında değisen bir grup üniversite öğrencisi ile söyleşiyoruz. Sorduğum sorular karşısında verdikleri cevaplardan etkilendiğimi itiraf etmeliyim. “Bu zamane gençlerinin hiçbir şeyden anlamadığı ve teknolojinin kuşatması altında derinlemesine düşünemedikleri” iddiasi da tekrar tekrar çürütülmüş oldu. Aramızda geçen bu konuşmayı tek tek soru-cevaptan ziyâde, ortak fikirleri ya da cevapları üzerinden aktaracağım.

Hollanda’da doğup büyümüş, çoğunun Türkçesi zayıf ve zamâne gençlerinden her biri. Diğer bir deyimle Z kuşağı... Yıllık izinde memlekete gelip giden, fazla muhabbet etmiyor görünseler de son derece uyanık ve makul bir düşünce yapısına sahip olduklarını görmekten son derece mutlu olduğumu ayrıca belirtmek isterim...

***

·       Hollanda ve Türkiye eğitim sistemlerini düşündüğünüz zaman, ilk aklınıza gelen şey nedir?

Sınav sistemi! Meselâ neden üniversite sınavı olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Ya da özel lise, devlet lisesi, fen lisesi var ve bunlara gidebilmek için de neden sınav yapiliyor? Kavramakta güçlük çekiyoruz. Amaç, fazla olan öğrenci sayısını okullara göre ayarlamak mı, merak ediyoruz. Okumak için hevesli ve yetenekli gençlerin daha iyi bir meslek sahibi olabilmek için desteklenmesi gerekirken durumlarının zorlaştırıldığı şeklinde bir görünüm verilmekte. Ayrıca sınav sistemleri de duyduğumuz kadarıyla kendi içinde çelisen ve hakkaniyete uymayan bir sürü uygulama ile büyük bir dar boğaza girmiş gibi görünüyor. Sınavlar, bunların içeriği, şekli ve sonuçları bize göre acilen ele alınmalı.

·       Türkiye’de eğitim sisteminde yapıldığını düşündüğünüz en önemli yalnışlık nedir?

Bu konuda çok düşünmeden cevap verebiliriz: Türkiye’de neden bütün öğrencilerin ilkokuldan sonra ortaokula, oradan liseye ve hattâ üniversiteye gitmek zorunda olduklarını anlayamıyor ve bunun büyük bir adaletsizlik olduğunu düşünüyoruz. Her birey farklıdır ve hepsinin aynı konularda başarılı olması beklenemez. Eğitim sistemi, tüm öğrencileri aynı yapmaya mı çalışıyor acaba? Meselâ sayısal konularda başarılı olamayan birinin o okulu bitirebilmek için geçerli not almasının beklenmesini yalnış buluyoruz.

Uzun yıllar okula gitmek istemeyen, ders calışmaktan kaçan, gelecek ile ilgili olarak büyük belirsizlikler taşıyan, sabırsız ama çok akıllı insanlar var. Özellikle aynı yolda yürümek istemeyenler için sistemin çözüm önermesini umuyor ve bekliyoruz.

·       Hollanda’da duymayıp (görmediğiniz), Türkiye’de duyduğunuz bir şey var mı?

Bir akrabam fen lisesine başladı ama matematiği çok kötü. O zaman neden sadece “iyi” olduğu için bir okul tercih edilmiş? Anne babanın bu konularda çok büyük bir yarış ve çekişme içinde olduklarını çocukları üzerinden anlayabiliyoruz. Bizler burada çoğunlukla sevdiğimiz bir kişinin (hattâ arkadaşımızın) hangi okul ya da bölüme devam ettiğini bilmez ya da sormayız. Türkiye’de ise ilk soru bu oluyor. Eğitimin içeriği, o kişiye uygun olup olmadığı, kişinin hayatı boyunca meşgûl olmayı isteyip istemeyeceği, yeteneğinin okuduğu okul ve bölümle örtüşüp örtüşmediği konusu dünyanın her yerinde önemli diye düşünüyoruz.

***

Gençler ile yaptığım bu keyifli konuşmayı kaydetmek, sonrasında kelimelere dökerek yazmak çok keyifliydi. Gözlem ve tespitlerine katılmamak mümkün değil. Hem Hollanda, hem Türkiye açısından kazanım ve yalnışlıkları fark edip ifade edebildikleri gibi, umuyorum ki önümüzdeki senelerde çözüm bulabilme fırsatları da olur. Ya da fırsat verilir...

Zamanın önünden giden çocuklar ve gençler, geleceğimizin de kurucuları olacaklar. Bu sebeple hangi plâtformda konuşulursa konuşulsun, konu “eğitim” olunca terazinin bir kefesine tecrübe konursa, diğer kefesine de onların fikirlerine yer verebilmeli. Uday, Cenk, Elis ve Mert’e teşekkür ediyorum.

Son söz yerıne

Okul hayatım ile ilgili kesin olarak hatırladığım şey, salt bilgi olarak hiçbir dersin ilgimi çekmediğiydi. Kavramsal, sayısal ya da sözel bilimler, zihnimde asılı kalabileceği başka bir zemin arıyor gibiydi. Seneler sonra kavrayabilmiştim; asıl ilgimi çeken şey, öğretmenin (insanın) davranışı ve sözleriyle birlikte dersin (bilginin) ne ifade ettiğiydi.

Küçükken dünyayı merak ederdim. Bir gün tarih dersinde öğretmen, zaman-mekân ilişkisini, geçmiş-gelecek kavramlarını âdeta renkli bir tuvalin üstüne resmeder gibi anlatmıştı. Bir dersin, kırk beş dakikanın hayatıma bu denli etki yapabileceğini sanırım kimse öngöremezdi. Geniş bir perspektif ile kavrayıp düşünebilmek, buna gayret edebilmek, ilerleyen zamanlarda yaşam şeklime dönüştü. Bu kişisel bir yetenek kabul edilse bile, toplumsal olarak bir bedel ödemeyi gerektiriyordu. Seneler sonra bir ses duyuldu: “Hesap ödendi!”

Ne söylemeye, ne susmaya niyetli değildim. Halil Cibran söyledi son sözü: Sonra bir öğretmen/ ‘Bize eğitimden bahset’ dedi/ Ve o cevap verdi/ ‘Hiç kimse size, içinizdeki bilginin şafağında hâlen/ Yarı uykuda olandan bir zerre fazlasını açıklayamaz/ Takipçileri arasında mabedin gölgesinde/ Yürüyen bir öğretmen, size bilgeliğini değil/ Sadece inancını ve sevgisini verebilir.”