Eğitim: Ne kadar evrensel, ne kadar millî?

Peki, fizik ne kadar millî oldu? Yahut kimya? Beden eğitimi ne ölçüde millî oldu da uluslararası alanda başarılar kazanan çocuklarımızla muazzam gururlar yaşadık? Veya müzik ne kadar millî, biyoloji ne kadar? Kusura bakılmasın ama eğitimden anladığımız ve yakındığımız tek nokta, âdâb-ı muâşeret...

“HER çocuk İslâm fıtratı üzere doğar...”

Bu hadîs-i şerîfi çocuk yaşlarda öğrenmiştim. Ardından gelen sözler de ayrıca dikkat gerektirir. Hattâ âdeta vurur: “Anne ve babası onu, Müslüman ise Müslüman, Mecûsî ise Mecûsî, Nasranî ise Nasranî yapar...”

Söz konusu hadîs, kendisini öğrendiğim yıllardan bu yana, bana öğretilmeye çalışıldığı gibi bir yer edinmemiştir zihnimde. Zira Rahmet Peygamberi’nin (sav), anlatıldığı basitliğe sahip bir içerikle bu aşkın sözü anlamlandırmadığını düşünmüşümdür sürekli. Bu anlamda hadîse daha farklı bir yoldan bakmayı teklif ediyorum.

Şöyle ki...

Resûl-i Zîşân (sav), iman ve hidâyetin ancak Allah’ın kudreti elinde olduğunu, cümle âleme dehşet veren bir vahiyle bilmektedir:

Resûlüm, onlar iman etmiyorlar diye neredeyse Kendini helâk edeceksin! Bizim sünnetimizin, düzenimizin yasaları içinde, irademizin tecellisine uygun olursa, onların üzerlerine gökten bir âyet, bir mûcize indiririz. Bu mûcizeden dolayı toplu olarak boyun eğmek mecburiyetinde kalırlar. Kendilerine Rahmân’dan yeni bir öğüt gelir gelmez, ille de ondan yüz çeviriyor, tebliği engelliyorlar. (Şuara, 3-5)

Başa iliştirmiş olduğum hadîsi doğrudan bu âyet ile açıklamak değil niyetim, Resûlullah’ın (sav) bu sözü sarf ederken nasıl bir merhamet ve incelikle çocuk konusuna yaklaştığına dikkat çekmektir.

Öyle ya, her noktasıyla ortadadır ki, Habîbullah (sav), sarf ettiği sözlerle “eğitime” işaret etmektedir. Bahsini geçtiğim farklı bakış yolu da burada başlıyor!

İnanıyoruz ki, iman ve hidâyetin sahibi Allah, anne ve baba ne yaparsa yapsın, anne ve babanın çocuğu olarak bilinen kuluna ya iman ve hidâyet verir yahut da vermez. Öyleyse Resûl-i Ekrem’in (sav) “Anne ve babası onu, Müslüman ise Müslüman, Mecûsî ise Mecûsî yapar” şeklinde izah ettiği konu sadece ebeveynin çocuğu dini tercih etme yönünde eğitmesi konusu olamaz.

Ne kadar Müslüman, ne kadar Mecûsî? Bunun ölçüsü nedir? Süreğen bir durumun başı, ortası, sonu neresidir?

Şuna bir açıklık getirmek önemli: İnsana/çocuğa dair eğitimin ilk kurumu neresidir?

Bu soruya verilen cevapların büyük bir çoğunluğu “aile” oluyor. Peki, ya ailesi olmayan çocuğun ilk eğitim adresi?

Gözü olan körü, kulağı olan sağırı anlamaz.

“İbni Tufeyl” mahlasıyla büyük bilge İbni Sinâ, “Hay Bin Yakzan” ismiyle eşsiz bir eser koymuş ortaya. Herkes bilir hikâyesini ki, Hay’ın annesi, zalim hükümdardan koruması üzere Allah’a sığınarak onu bir sepete koyup suya bırakır. Hay’ı bir âhu bulur ve büyütür. Âhunun büyüttüğü Hay, Absal ile tanışır ve Müslüman olur.

Hay’ı eğiten ne annesi, ne babası, ne de Absal’dır. Onu eğiten tek güç, biricik Rab olan Allah’tır. Bu anlamda Müslüman bilmelidir ki, insan/çocuk için ilk eğitim kurumu kendisindedir. Yani Rabbi onunladır.

Hay’ın hikâyesine bakıldığında tekrar görülecektir ki, Peygamber’in (sav) ifade ettiği hakikat, büsbütün yegâne hakikattir: “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.”

Eğitim bir yeraltı kaynağı mıdır?

“İslâm fıtratı” denildiğinde anlaşılan esas noktasında farklı noktalar ortaya konulabilir. Ancak bahsine geçtiğim yoldaki işaret, İslâm’ın evrensel bir hacme sahip olarak bir evrensellik, bütün zaman ve zemîni kuşatıcılık fıtratına sahip olduğunu göstermektedir.

Evrensellik düşüncesini yakalayamamak, insanî olanı ertelemeye, dolayısıyla yanlışı yanlışla örtmeye sebeptir.

Çocuğun doğduğunda evrene ve evrensele açık olduğunu görmemek, “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar” düşüncesini de görmezden gelmektir. “Millî eğitim” şeklindeki tamlamanın girdabında debelenmek ve boğulmak da bu yüzdendir.

Millî eğitim üzerine geliştirilen sistem, paradigma, strateji, politika, plân ve müfredata dair problemler sıralandığında, ilk tartışılması gerekenin “eğitimin millîleştirilmesi” konusu olduğunu düşünüyorum. Eğitime yeraltı veya yerüstü kaynağı muamelesi yapan bu düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Millî eğitim üzerine geliştirilen politikalara bakıldığında, konunun personel ve öğrenci hakları ile ders müfredatı biçiminde işlendiğini ve bu noktada bir arpa boyu yol alamadığımızı gayet iyi biliyoruz. Hattâ birkaç yıldır ilginç bir yaklaşımdır, “bilim” konusunu Sanayi Bakanlığı’na etiketledik.

Gençlik ve spor konularının millî eğitim ekseninde işlenmemesi ayrı bir düşünme noktasıyken, kültürün doğrudan turizm ile anılması da başka bir durak taşı…

Millî Eğitim Bakanlığı’nın eski isimlerine bakıldığında hatırlanacaktır, bu bakanlığın ismi evvelde “Maarif Vekâleti”dir. Bir ara “Maarif Nezâreti” olmuştur. Bir ara “Kültür Bakanlığı” adını da alır. Bir ara bu başlık, “Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı” şekline dahi girmiştir.

Dikkat edilmelidir, 1946-1950 yılları arasındaki CHP idaresi döneminde ilk kez “Millî Eğitim Bakanlığı” ismini alan kurum, 1950-1960 yılları arasındaki DP iktidarı döneminde “Maarif Vekâleti” ismini almıştır. Darbenin biçtiği iktidarı devralan yeni yönetim, kurumun adını yeniden “Millî Eğitim Bakanlığı” yapmıştır. Bu süreçte derdimiz millî olmak mıdır, eğitimi millîleştirmek mi? Yahut “millî” sıfatını yerleştirenle çıkaranın arasındaki hassasiyet neyin ürünüdür? Hangisi daha millîdir?

Şimdiki hâliyle daha çok “talebenin göreceği dersin içeriği ve eğitim personelinin haklarıyla” ilgilendiği varsayılan Bakanlık, politika anlamında son 18 yılda en çok eleştiri alan kurum oldu.

Peki, fizik ne kadar millî oldu? Yahut kimya? Beden eğitimi ne ölçüde millî oldu da uluslararası alanda başarılar kazanan çocuklarımızla muazzam gururlar yaşadık? Veya müzik ne kadar millî, biyoloji ne kadar? Kusura bakılmasın ama eğitimden anladığımız ve yakındığımız tek nokta, âdâb-ı muâşeret...

Evrenselliği aramak yerine atalarımızın bizi yetiştirdiği noktada kalmak gibi bir düşüncemiz var. Eğitimin millî mi, yoksa evrensel mi olduğunu göremediğimiz için felsefeden uzaktayız. İslâm’ın yüzölçümü anlamında en geniş çağını yaşadığı devrin bilgeleri ile övünmekle yetinirken, felsefeyi rafa kaldırıp bilimi sanayiye senkronize eden anlayışa hâkim olanların eğitimden müspet sonuçlar beklemelerine gerek yoktur.

Kusura bakılmasın ama insanı nasıl eğittiysek, suyu da, havayı da, toprağı da, tohumu da, fidanı da öyle eğittik. Ve her biri ölü doğumlar getirdi bize! Hâlbuki Hay’ın taşıdığı ismin anlamı, “uyanık/diri canlı” idi...