“HER çocuk İslâm fıtratı üzere doğar...”
Bu
hadîs-i şerîfi çocuk yaşlarda öğrenmiştim. Ardından gelen sözler de ayrıca
dikkat gerektirir. Hattâ âdeta vurur: “Anne
ve babası onu, Müslüman ise Müslüman, Mecûsî ise Mecûsî, Nasranî ise Nasranî
yapar...”
Söz
konusu hadîs, kendisini öğrendiğim yıllardan bu yana, bana öğretilmeye çalışıldığı
gibi bir yer edinmemiştir zihnimde. Zira Rahmet Peygamberi’nin (sav),
anlatıldığı basitliğe sahip bir içerikle bu aşkın sözü anlamlandırmadığını
düşünmüşümdür sürekli. Bu anlamda hadîse daha farklı bir yoldan bakmayı teklif
ediyorum.
Şöyle
ki...
Resûl-i
Zîşân (sav), iman ve hidâyetin ancak Allah’ın kudreti elinde olduğunu, cümle
âleme dehşet veren bir vahiyle bilmektedir:
“Resûlüm, onlar iman
etmiyorlar diye neredeyse Kendini helâk edeceksin! Bizim sünnetimizin, düzenimizin yasaları içinde,
irademizin tecellisine uygun olursa, onların üzerlerine gökten bir âyet, bir
mûcize indiririz. Bu mûcizeden dolayı toplu olarak boyun eğmek mecburiyetinde
kalırlar. Kendilerine Rahmân’dan yeni bir öğüt gelir gelmez, ille de
ondan yüz çeviriyor, tebliği engelliyorlar.” (Şuara, 3-5)
Başa
iliştirmiş olduğum hadîsi doğrudan bu âyet ile açıklamak değil niyetim,
Resûlullah’ın (sav) bu sözü sarf ederken nasıl bir merhamet ve incelikle çocuk
konusuna yaklaştığına dikkat çekmektir.
Öyle
ya, her noktasıyla ortadadır ki, Habîbullah (sav), sarf ettiği sözlerle “eğitime”
işaret etmektedir. Bahsini geçtiğim farklı bakış yolu da burada başlıyor!
İnanıyoruz
ki, iman ve hidâyetin sahibi Allah, anne ve baba ne yaparsa yapsın, anne ve
babanın çocuğu olarak bilinen kuluna ya iman ve hidâyet verir yahut da vermez.
Öyleyse Resûl-i Ekrem’in (sav) “Anne ve
babası onu, Müslüman ise Müslüman, Mecûsî ise Mecûsî yapar” şeklinde izah
ettiği konu sadece ebeveynin çocuğu dini tercih etme yönünde eğitmesi konusu
olamaz.
Ne
kadar Müslüman, ne kadar Mecûsî? Bunun ölçüsü nedir? Süreğen bir durumun başı,
ortası, sonu neresidir?
Şuna
bir açıklık getirmek önemli: İnsana/çocuğa dair eğitimin ilk kurumu neresidir?
Bu
soruya verilen cevapların büyük bir çoğunluğu “aile” oluyor. Peki, ya ailesi
olmayan çocuğun ilk eğitim adresi?
Gözü
olan körü, kulağı olan sağırı anlamaz.
“İbni
Tufeyl” mahlasıyla büyük bilge İbni Sinâ, “Hay Bin Yakzan” ismiyle eşsiz bir
eser koymuş ortaya. Herkes bilir hikâyesini ki, Hay’ın annesi, zalim hükümdardan
koruması üzere Allah’a sığınarak onu bir sepete koyup suya bırakır. Hay’ı bir
âhu bulur ve büyütür. Âhunun büyüttüğü Hay, Absal ile tanışır ve Müslüman olur.
Hay’ı
eğiten ne annesi, ne babası, ne de Absal’dır. Onu eğiten tek güç, biricik Rab
olan Allah’tır. Bu anlamda Müslüman bilmelidir ki, insan/çocuk için ilk eğitim
kurumu kendisindedir. Yani Rabbi onunladır.
Hay’ın
hikâyesine bakıldığında tekrar görülecektir ki, Peygamber’in (sav) ifade ettiği
hakikat, büsbütün yegâne hakikattir: “Her
çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.”
Eğitim
bir yeraltı kaynağı mıdır?
“İslâm
fıtratı” denildiğinde anlaşılan esas noktasında farklı noktalar ortaya
konulabilir. Ancak bahsine geçtiğim yoldaki işaret, İslâm’ın evrensel bir hacme
sahip olarak bir evrensellik, bütün zaman ve zemîni kuşatıcılık fıtratına sahip
olduğunu göstermektedir.
Evrensellik
düşüncesini yakalayamamak, insanî olanı ertelemeye, dolayısıyla yanlışı
yanlışla örtmeye sebeptir.
Çocuğun
doğduğunda evrene ve evrensele açık olduğunu görmemek, “Her çocuk İslâm fıtratı
üzere doğar” düşüncesini de görmezden gelmektir. “Millî eğitim” şeklindeki
tamlamanın girdabında debelenmek ve boğulmak da bu yüzdendir.
Millî
eğitim üzerine geliştirilen sistem, paradigma, strateji, politika, plân ve
müfredata dair problemler sıralandığında, ilk tartışılması gerekenin “eğitimin millîleştirilmesi” konusu
olduğunu düşünüyorum. Eğitime yeraltı veya yerüstü kaynağı muamelesi yapan bu
düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Millî
eğitim üzerine geliştirilen politikalara bakıldığında, konunun personel ve
öğrenci hakları ile ders müfredatı biçiminde işlendiğini ve bu noktada bir arpa
boyu yol alamadığımızı gayet iyi biliyoruz. Hattâ birkaç yıldır ilginç bir
yaklaşımdır, “bilim” konusunu Sanayi Bakanlığı’na etiketledik.
Gençlik
ve spor konularının millî eğitim ekseninde işlenmemesi ayrı bir düşünme
noktasıyken, kültürün doğrudan turizm ile anılması da başka bir durak taşı…
Millî
Eğitim Bakanlığı’nın eski isimlerine bakıldığında hatırlanacaktır, bu
bakanlığın ismi evvelde “Maarif Vekâleti”dir. Bir ara “Maarif Nezâreti”
olmuştur. Bir ara “Kültür Bakanlığı” adını da alır. Bir ara bu başlık, “Millî
Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı” şekline dahi girmiştir.
Dikkat
edilmelidir, 1946-1950 yılları arasındaki CHP idaresi döneminde ilk kez “Millî
Eğitim Bakanlığı” ismini alan kurum, 1950-1960 yılları arasındaki DP iktidarı
döneminde “Maarif Vekâleti” ismini almıştır. Darbenin biçtiği iktidarı devralan
yeni yönetim, kurumun adını yeniden “Millî Eğitim Bakanlığı” yapmıştır. Bu
süreçte derdimiz millî olmak mıdır, eğitimi millîleştirmek mi? Yahut “millî”
sıfatını yerleştirenle çıkaranın arasındaki hassasiyet neyin ürünüdür? Hangisi
daha millîdir?
Şimdiki
hâliyle daha çok “talebenin göreceği dersin içeriği ve eğitim personelinin
haklarıyla” ilgilendiği varsayılan Bakanlık, politika anlamında son 18 yılda en
çok eleştiri alan kurum oldu.
Peki,
fizik ne kadar millî oldu? Yahut kimya? Beden eğitimi ne ölçüde millî oldu da
uluslararası alanda başarılar kazanan çocuklarımızla muazzam gururlar yaşadık?
Veya müzik ne kadar millî, biyoloji ne kadar? Kusura bakılmasın ama eğitimden
anladığımız ve yakındığımız tek nokta, âdâb-ı muâşeret...
Evrenselliği
aramak yerine atalarımızın bizi yetiştirdiği noktada kalmak gibi bir düşüncemiz
var. Eğitimin millî mi, yoksa evrensel mi olduğunu göremediğimiz için
felsefeden uzaktayız. İslâm’ın yüzölçümü anlamında en geniş çağını yaşadığı
devrin bilgeleri ile övünmekle yetinirken, felsefeyi rafa kaldırıp bilimi
sanayiye senkronize eden anlayışa hâkim olanların eğitimden müspet sonuçlar
beklemelerine gerek yoktur.
Kusura
bakılmasın ama insanı nasıl eğittiysek, suyu da, havayı da, toprağı da, tohumu
da, fidanı da öyle eğittik. Ve her biri ölü doğumlar getirdi bize! Hâlbuki Hay’ın
taşıdığı ismin anlamı, “uyanık/diri canlı” idi...