SERİN bir
sonbahar akşamı gelmişti köyümüze. Caminin avlusundaki koca çınarın dibinde
bizim oturduğumuzu görünce ürkek adımlarla yanımıza gelip selâm vermişti. Köye
gelen misafirlerden biri sanıp buyur ettik, oturması için yer gösterdik. Bizim
merakımızı gidermek için önce kendini tanıttı. Adının “Hüseyin Aydın” olduğunu
söyledi. Heyecanlıydı. Bizim kendisini dinlediğimizi görünce kısık bir sesle tane
tane konuştu:
-Öğretmenim. Tayinim bu köye çıktı da…
Gözleri ışıl ışıl
parlıyordu. Orta boylu, beyaz yüzlü, kumral saçlı, zayıfça bir gençti. Bizim
kendisine “Hoş geldin hocam, hayırlı olsun” dememizden sonra sordu:
-Okul nerede? Buradan görülüyor mu?
Oturanlardan birisi kesik
kesik cümlelerle soruyu cevapladı:
-Hocam, belki canın
sıkılacak ama köyde okul binası yok. Köy halkı birkaç yıl önce bir araya
geldik, oturulmayan eski bir ev vardı, onu onardık, elden geçirdik, okul hâline
getirdik.
-Güzel oldu mu bari?
-Eh, idare edecek kadar
oldu…
-Ben nerede kalacağım?
-Hemen yanına da bir oda ekledik,
öğretmen kalsın diye… Moralin bozulmamıştır inşallah?
-Yok canım! Elinize sağlık, kalacak bir oda yapmışsınız.
Zaten, gelmeden önce her duruma hazırlamıştım kendimi…
Köy bekçisi Musa’yı
çağırdık. Öğretmene okulu göstermesini söyledik. İki elinde birer valiz, ağır
adımlarla Musa’nın arkasına takıldı. Musa hemen valizin birini almak isteyince,
öğretmen, “Zahmet olur sana, ben götürürüm” dedi.
-Ne zahmeti hocam! Zahmet
falan olmaz, sen ver hele…
Muhtar arkalarından
seslendi: “Akşam yemeğine bana davetlisin hoca! Eşyanı yerleştirdikten sonra
Musa’yla beraber gelirsiniz, bekliyorum…”
Hüseyin Öğretmen, birkaç
gün çalışmış ve sınıf olarak kullanacakları odayı güzelce temizlemişti. On beş
öğrencisi vardı. Çocukların anlattığına göre, okulda elinden gelen gayreti
gösteriyor ve onlara faydalı olmak için çalışıp çabalıyormuş.
Köy çocuğunun hâli belli, şehir
çocuğu gibi olur mu hiç? Üstleri başları bakımsız, bilgi yönünden zayıf
çocuklar… Okuldan arta kalan vakitlerini bağda bahçede geçiriyor çoğu. Öğretmenin
sıcak ve samîmi davranışlarını gören çocuklar kısa zamanda alıştılar ona. Evlerinde
onun ne kadar iyi bir insan olduğunu anlatır oldular.
Okulun tam karşısında,
köyümüzün en zengin adamı olan Bekir’in evi vardı. En sulak araziler onundu.
Koyunlarını bir çocuk bir günde zor sayardı. Bekir’in evinde hizmetçi olarak
çalışan bir kız vardı. Adı, Hatice’ydi. Köylüler ona kısaca “Hatçe” derlerdi.
Küçük yaşta iken önce anasını, birkaç ay sonra da babasını toprağa veren Hatçe,
bir başına kalmıştı. Bekir onun hâline acıdı ve yanına hizmetçi olarak aldı.
Evin her işine koşardı Hatçe.
Yanından ayırmadığı köpeği Cesur’la birlikte koyun gütmeye de giderdi. İri bir
köpekti Cesur. Köye yavru olarak getirmişlerdi. Hatçe ona gözü gibi bakmış,
yememiş yedirmişti. Bir yıl sonra kocaman bir çoban köpeği olmuş, Hatçe’nin yegâne
arkadaşı ve can yoldaşı durumuna gelmişti.
Küçük yaşta anne ve
babasının ölmesi, Hatçe’yi içine kapalı bir kız hâline getirmişti. Kimseyle
lüzumsuz yere konuşmaz, samîmi olmazdı. Onun en samîmi olduğu varlık, hiç
yanından ayrılmayan Cesur’du. Kuş konmaz kervan geçmez dağlarda onunla konuşur,
dertlerini anlatırdı. O da sanki anlıyor gibi dikkatle dinlerdi Hatçe’yi.
Cesur, adı üzerinde,
gerçekten cesur bir köpekti. Anlatılanlara göre, dağda birkaç defa kurtlar
sürüye saldırmış, hepsinde de büyük kahramanlık göstererek kurtları kovalamayı
başarmış.
Kolay kolay hiç kimseyle
konuşmayan Hatçe’yi pınarın başında Hüseyin Hoca ile konuşurken görünce şaşırmıştım.
Sonraki günlerde aynı sahne birkaç defa daha tekrarlanınca şaşkınlığım, yerini
merak duygusuna bırakmıştı. Köyün yeni öğretmenine çabuk ısınmıştı Hatçe. Bazı
akşamlar öğretmene birkaç kap yemek götürdüğünü de söylüyorlardı. Ben ortalıkta
dolaşan lâflara pek aldırmıyor,”O da genç kız, elbette onun da duyguları olacak”
diyordum.
Hatçe’nin yakın ilgisine
rağmen Hüseyin Hoca ciddiyetini muhafaza ediyordu. Onun kendisine olan
duygularını anlamazlıktan geliyordu. Belki de, “Köylü tarafından yanlış
anlaşılır” diye çekiniyor olabilirdi.
Haftalar, aylar bir su
gibi akıp geçti. Amansız ve zorlu geçen kış mevsimi, yerini ilkbahara bırakmıştı.
Köyün arka tarafındaki Murat dağının tepesinde hâlâ kar vardı ve âdeta bir
şapkayı andırıyordu.
Havaların yavaş yavaş
ısınmasıyla ortalık yeşermeye başlayınca, çocuklar yerlerinde duramaz olmuşlar.
Sınıfta her gün Hüseyin Hoca’ya yorarlarmış “Beraber pikniğe gidelim” diye.
Sonunda öğretmeni râzı etmeyi başarmışlar. Hüseyin Hoca bu, çocukları kırar mı
hiç? “Hafta sonunda gidelim” deyivermiş. Öğretmenden yüz bulan çocuklar, “Murat
dağına gidelim öğretmenim” diye tutturmuşlar. Öğretmen meraklanmış, “Ne var
Murat dağında?” diye sormuş. “Bu mevsimde çok çiğdem olur orada, çiğdem toplarız”
demişler. O da, “Madem öyle istiyorsunuz, öyle olsun çocuklar!” demiş. İsteklerini
kabul eden öğretmeni sınıfta alkışlamışlar.
Günlerden Cumartesi,
piknik günü… Çocuklar evlerinde yaptırdıkları börek, çörek ve pişmiş
yumurtalarla okulun bahçesinde buluşmuşlar. Başlarında Hüseyin Hoca ile Murat
dağının yolunu tutmuşlar. Karın erimesiyle birlikte sırtındaki yükü atıp
rahatlayan toprak, yeşermeye başlamış. Çiçekler, çimenler, böcekler yeni
mevsimle birlikte yeniden uyanmışlar ve tabiatı neşelendirmişler. Hüseyin Hoca,
gördüğü manzara karşısında hayran kalmış ve orada konaklamaya karar vermişler.
Öğretmenin çocuklarla
pikniğe gittiğini duyan Hatçe, yanına köpeği Cesur’u alarak hızlı adımlarla
Murat dağının yolunu tutmuş. Yöreyi iyi bildiği için fazla aramamış, eliyle
koymuş gibi bulmuş onları. Öğretmenle karşılaşınca şaşırmış numarası yapmış,
gerçeği söyleyememiş. Güya dağın yamacında köpeği ile geziyormuş da tesadüfen
onlarla karşılaşmış. Hatçe’nin bu yalanına Hüseyin Hoca inanmamıştır elbette.
Fakat kovacak hâli yok ya, “Otur biraz, dinlen. Yiyecek bir şeyler ikram edelim”
demiş.
Çocuklar yemekten sonra
kendi aralarında oyuna dalmışlar. Hatçe de fırsattan istifade, öğretmenle
oradan buradan konuşuyormuş. Hâliyle, tavırlarıyla, sözleriyle öğretmene tutkun
olduğunu belli ediyormuş iyiden iyiye. Onun bu ilgisini çocuklar bile anlamış.
Oyun sırasında Hatçe’nin
köpeği Cesur’u da aralarına almış çocuklar. Bazıları onu iyice kızdırmış, hattâ
ölçüyü kaçırarak canını acıtmaya başlamışlar. Köpek iyice bunalmış, dayanamamış
ve kendini kurtarmak için çocuklara saldırmış. Hüseyin Hoca çocukları kurtarmak
için köpeğe doğru koşarak taş atmaya başlayınca, köpek de ona saldırmış.
Aralarında şiddetli bir boğuşma geçmiş.
Köpek, boynundan birkaç
defa ısırmış Hüseyin Hoca’nın. Hatçe yetişmiş ve taş atarak kovalamış köpeği.
Başına kocaman taş gelen köpek, ulumaya benzer bir ses çıkararak kaçmış
uzaklara ve görünmez olmuş.
Hüseyin Hoca kendinden
geçmiş hâlde yerde yatıyormuş, kanlar içindeymiş. Hatçe önce ne yapacağına
karar verememiş, bir an öylece bakakalmış sevdiği gence. “Köye yetiştirmem
lâzım” diye düşünmüş olmalı ki yaralı adamı sırtına aldığı gibi köye doğru
koşmaya başlamış. Yorulunca yavaşça yere bırakıyor, Hüseyin Hoca’nın durumuna bakıyor,
sonra tekrar sırtına alıp koşar adımlarla yürüyormuş. Öğrenciler de yüksek
sesle ağlayarak arkalarından geliyorlarmış.
Hatçe son kez sırtına
almış Hüseyin’i, “Köye bir varsaydık” diyormuş yanında ağlayan çocuklara. En
son tepeyi aşmak üzereymiş ki sırtında taşıdığı insanının hareketsizliğini hissetmiş.
Öğretmenin cansız vücûdunu koyuvermiş yere. Nabzını dinleyip acı gerçeği
anlayınca öyle bir çığlık atmış ki sesi Murat dağında yankılanmış. Oturmuş
sevdiği genç insanının başına, ağlamaya ve saçını başını yolmaya başlamış. Neye
uğradıklarını anlamayan çocuklar da onunla birlikte ağlarlarmış.
Biz acı haberi duyup oraya
ulaştığımızda, Hatçe kendini paralıyordu. Bağıra bağıra ağlamaktan sesi
kısılmıştı zavallının. Öğretmenin yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Yüzüne
bakanlara, “Benim için üzülmeyin, ben sıkıntılardan kurtuldum ve rahata
kavuştum” der gibiydi. Bilmiyordum, belki de bana öyle gelmiştir.
Hatçe’nin durumu içler
acısıydı. “Keşke yanlarına gitmez olsaydım” diyor, saçını yoluyor, başını
taşlara vuruyordu. Kendisini teselli etmek isteyenlerin hiçbirini dinlemiyordu.
Hüseyin Hoca’nın
cenazesini köye getirdik. İlk tahminlere göre kan kaybından ölmüştü. Köpek
boğazını ısırınca bir damarını koparmıştı anlaşılan. Yıkadık, kefenledik,
cenaze namazını kılıp köyün mezarlığına defnettik. Kendisini arayan soran kimse
olmadığına göre bu genç de Hatçe gibi öksüz ve yetimdi herhâlde. Ne ana, ne baba,
ne kardeş… Kimse arayıp sormadı durumunu. Yalnızca savcılıktan ve Millî
Eğitim’den birkaç memur gelip köylülerin anlattıklarını yazıp, bize de baş
sağlığı dileyerek gittiler. Tahminimizde yanılmamışız, Hüseyin Öğretmen’in
annesi ve babası, o küçükken bir trafik kazasında vefat etmişler. O da devlet
parasız yatılı okullarında okumuş ve ilk görev yeri olarak bizim köye gelmiş…
O günden sonra Hatçe bu
üzücü olayın şokundan kurtulamamış. Günlerce yememiş, içmemiş, odasından dışarı
çıkmamış. Bekir çok zorlamış ama o bile râzı edememiş. Hatçe öyle sıkıntılıymış
ki evlere sığmaz olmuş ve bir gün seher vaktinde kimselere haber vermeden köyü
terk etmiş.
Söylenenler doğruysa,
dağlarda yaşıyormuş şimdi. Koyun güden çobanlar çok uzaklardan görürlermiş onu.
Uzaktan kendisine bakanları gören Hatçe daha uzaklara kaçar ve görünmez olurmuş.
O ıssız dağlarda ne yer, ne yapar, hiç kimse bilmez. Hatçe bir efsane oldu…