DARBE teşebbüsünü
ekrandan öğrendik. Geç vakitte yapılsaydı, uykuda yakalanacaktık. Şükür ki,
erkene almak zorunda kalmışlar. Bütün plânların üstünde bir plân olduğunu bir
kere daha gördük.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan, cep telefonuyla yayına bağlanıp hepimize görev düştüğünü söylerken,
biz ayakkabılarımızı hazırlamıştık.
Vatan
Caddesi’ne doğru yürümeye başladık. Yollar kalabalıktı. Oğuzhan Caddesi
köşesinde az önce bir polisin vurulduğunu öğrendik. Olay mahalli etrafına şerit
çekmişlerdi. Emniyet’e doğru ilerledik ve müthiş bir kalabalığın arasına
karıştık. Bayraklar sallanırken, marşlar söylenirken, sloganlar atılırken,
tekbirler getirilirken, bu darbe teşebbüsünün çok acemice olduğunu düşünmekteydim.
İki saatte alt edildiler gibi göründü.
Etrafı
sarılan bir tankın içinden asker kıyafeti giymiş eski bir Emniyet mensubu
çıkarıldı.
Geniş
Vatan Caddesi’nin üzeri damperli kamyonlar, iş makineleri, halk otobüsleri,
minibüsler, otomobiller ile her yönden kesilmişti. Emniyet’e gelmek isteyen
tankların ilerlemesi mümkün değildi.
Aklıma
hemen Mustafa Cambaz geldi. Bu hengâmede evde duracak biri olmadığı için merak
ettim. 01:15’te mesajla sordum: “Neredesin?”
Bir
dakika sonra aradı: “Çengel’deyim abi, karakolun karşısında. Burası müthiş
kalabalık!”
“Biz
de Vatan’dayız. Emniyet’in önünde…”
“Kalabalığa
ateş ediyorlar…”
“Aman
dikkatli ol!”
“Duyamıyorum,
sesin gelmiyor abi! Burada gürültü çok fazla, kapatıyorum. Allah’a emanet!
Görüşürüz, ararım ben seni…”
O
sırada temiz yüzlü bir genç yanıma yaklaşıp, “Valide Camii nerede?” diye sordu.
Tarif ettim. İki üç adım attıktan sonra geri döndü. “Abi!” dedi, “Benim babam
subay, Ankara’da… Az önce görüştük. Buranın tehlikeli olduğunu söyledi.
Helikopterden tarayabilirlermiş, bomba da atabilirlermiş. Ben gidiyorum. Bence
siz de burada durmayın, çok tehlikeli burası!”.
“Sağ
ol!” dedim…
Bir
saat daha kaldık orada. O sırada bir polis panzerinden, “Teşekkür ederiz
arkadaşlar! Bize çok büyük destek oldunuz. Sağ olun, var olun! Allah hepinizden
razı olsun” diye anons yapıldı.
Kalabalık
hareketlendi. Biz de dönmeye niyetlendik…
Bir
patırtı başladı, biraz heyecan yaşadık, başarısız oldular, aptalca bir teşebbüs
bastırıldı, dersleri verildi sanıyorduk…
Eve
gelince hemen televizyonu açtım. Hasan Öztürk, “Yeni Şafak’tan arkadaşımız
Mustafa Cambaz vurulmuş” der demez koltuğa düştüm. Gözümün önünde ayağından
vurulmuş biri canlandı. “İnşallah o kadardır” dedim, “Allah’ım, ne olur hafif
bir sıyrık olsun!”.
Telefonla oğlunu aradım. Acısı varken Mustafa’yı aramak doğru gelmedi. Alpaslan açmadı. Hemen Hikmet Gök’ü aradım. Hastanede olduğunu söyledi. “Yoğun bakım” deyince, çok büyük bir acı hissettim.
Az
sonra Hikmet, ağlayarak, zorla sözünü tamamladı: “Çıkardılar Mustafa’yı, aşağı
indiriyorlar…”
Kalbim
duracak sandım. Bir kılıç mı batmıştı göğsüme, bir kurşun mu girmişti, öyle bir
his…
Hemen
yola çıktım “Mustafa ayağından vurulmuş, hastanedeymiş” diye çok güzel bir
yalan söyleyerek.
Yol
boyunca Hikmet’in yanlış görmüş olabileceğini düşündüm. Benzetmiş olabilirdi.
Belki başka biriydi aşağı indirilen. “Mustafa!” diye kaç defa bağırdım kim
bilir… Gözlerim kan çanağına döndü.
Radyoda,
köprüdeki teröristlerin teslim olduğu söyleniyordu, ama köprüyü geçmek zordu.
Köprünün üstü sıkıntılıydı. Kapalıydı. Karmakarışıktı. Kanlıydı. Öfke doluydu.
Adım adım ilerledik.
Yolda,
hastaneden çıktıklarını, eve geldiklerini öğrendim Hikmet’ten. Köprüyü ilk
geçen araçlar arasındaydım. Fakat Çengelköy’e ulaşan dönüş yolları kesilmişti.
İzin verilmiyordu. Düz gitmek zorundaydık. Daha sonra anayol da tıkandı.
17
kilometrelik yolu beş saatte zor gittim. Yol elli beş saat sürseydi razıydım,
yeter ki Mustafa hayatta olsun!..
Olmadı.
Mustafa hayatta kalmadı. Şehit oldu!
Nasıl
lezzetli bir şerbetti kim bilir o içtiği…
“Mustafa!
Kardeşim!” diye bağırarak ilerledim. İçimdeki öfkeyi bastırmak, gözyaşımı
bitirmek ve eve ulaştığımda ağlamamak istiyordum.
Henüz
bir iki ay önce taşındıkları eve girerken, taşınma plânı yaptığımız günler
geldi gözümün önüne. Daha dün gibiydi. O güzel manzaranın keyfini çıkaramadı
canım kardeşim…
İçerisi
kalabalıktı. Alpaslan’a sarıldığım anda bütün makaralar gevşedi. Kendimi
tutamadım. O beni teskin ediyordu. Şehit oğlu olmak böyle bir şey demek…
Uzak
köşeye geçtim. Yüzümü köprüye döndüm.
Şehit
olmak istiyordu.
“Yahu
Mustafa” diyordum, “İkide bir söylüyorsun bunu. Askerlik yapmadın. Bir işgal
falan olmalı ki…”.
Bir
bildiği varmış meğer. Çok yürekten söylüyormuş. Daha bir gün önce Çınaraltı’nda
arkadaşla otururken tekrar söylemiş. Hem de elini masaya vurup, ardından ayağa
kalkarak, heyecanla… Henüz ortada hiçbir işaret yokken…
Gümülcine’liydi
Mustafa. Köyünün adı Menetler… Düşmanı köye yaklaşmaktan “men ettikleri” için o
ismi vermişler. Misak-ı Millî sınırları içinde olduğu hâlde sonradan masada
kaybettiğimiz yerlerden… Ayrıntılı bilgi edinmek isteyen, mustafacambaz.com
adresine bakabilir.
İlkokulu köyünde bitirmiş, Gümülcine’de medreseye gitmiş. İmam-Hatip okumak için İstanbul’a gelmiş. Lisede tanıştığı Semra Hanım ile evlenmiş, bir çocukları olmuş. Basın-Yayın’ı bitirmiş.
Ben,
Yeni Şafak’a başladığında tanıştım. İlk günden son gününe kadar kardeşten öte
bildik birbirimizi.
Askerlik
vakti geldiğinde, “Ben Yunan askeri olmam!” diyerek pasaportunu yırtan
biriydi. Türk vatandaşlığını almakta
sıkıntılar yaşadı ve bir türlü o hakkı alamadı.
Elinde
bir ikâmet tezkeresi vardı sadece. Pasaportu olmadığı için yurtdışına
çıkamıyordu. Bazen yurtiçinde de problemler yaşıyordu. Uçağa binerken, otele
kayıt yaptırırken… Yine de bütün ülkeyi gezdi. Gitmediği yer kalmadı. Âşık
olduğu bu vatan, onu ancak şehit olduktan sonra vatandaşlığa kabul etti.
“Olsun”
diyordu, “Kâğıtlar önemli değil. İşte ben buradayım, işte bu ayağımı bastığım
toprak benim vatanım!”.
Annesi
babası yaşlı olduğu için, yarın biri göçse, yanına gidemeyecek diye endişe
ediyorduk. “Bir an önce hâllet şu işi!” diye çok ısrar ettik. Otuz sene öyle
kimliksiz, pasaportsuz, ehliyetsiz yaşadı. Mustafa Karaalioğlu az uğraşmadı.
Alpaslan az kavga etmedi. Fakat kendi bizim kadar endişeli değildi. “Bu sene
tamam olacak, merak etmeyin!” diyordu.
Pasaportunu
alır almaz, ilk iş köyüne gider diye düşünüyorduk. Onun plânı başkaydı. En son,
tam olarak bir hafta önce tekrarladı: “İlk iş Kâbe… Oradan Medîne… Sonra Kudüs…
İstanbul aktarmalı Bosna ve nihayet Gümülcine… Köyüme Hacı olarak döneceğim… Ya
da en azından Mekke’yi görmüş olarak…”
Dışarıya
hiç çıkamadı ama ülkenin her köşesini adım adım gezdi. Keçi gibi dağlara tepelere
tırmandı. Fotoğraf çekerken kendinden geçer, yemek yemeyi bile unuturdu.
Çok
emek verdiği “Türkiye Ulu Camileri” kitabı çıktığında mutluluktan uçuyordu. O
kadar uçtu ki, kimse tutamadı. Hâlbuki daha birçok projesi vardı. Bir kısmı
bitmek üzere olan, bir kısmı yarım hâlde…
İstanbul’u
sokak sokak bilirdi. Nerede hangi cami var, nerede hangi çeşme var… Trafik
kalabalık olunca gideceğimiz yeri tarif eder, kestirme yolları onun
yönlendirmesiyle bulurduk.
Hafızasının
zayıf olduğunu söylerdi ama herhangi bir tarihî eserin tek kare fotoğrafını
görse, hemen tanır ve tarihçesini yarım saat anlatabilirdi.
Yaptığımız
yolculukların, yaktığımız dağ başı ateşlerinin, demlediğimiz çayların, bilhassa
her fırsatta yol kenarında bile yaptığı kahvelerin her birinin ayrı birer
hikâyesi vardır. Bir de onun biriktirdiği insan hikâyeleri vardı. Gezilerden
notlar almıştı, bir kitap hâline getirecekti.
Bir yandan da “Padişahın işi ne?” hikâyesini çok severdi. Tıpkı oradaki gibi, cenazesine Cumhurbaşkanı Erdoğan geldi. “Başkomutan’ın emriyle çıkıyorum” diye yazmıştı son mesajında evden ayrılırken. Yeri gelmişken belirteyim, Alvarlı Efe’nin “Seyreyle güzel”ine bayılırdı. Hangimiz rastlarsak diğerine haber verir, “Şu kanalı aç, seyreyle” derdik: “Seyreyle güzel, kudret-i Mevlâ neler eyler/ Allah’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler…” Sığındı ve şehit düştü canından çok sevdiği vatanın toprağına.
“Padişahın işi ne?”
Onu
aramızdan ayıran kurşunları sıkan kimdi, şimdi nerede, ne durumda, çok merak
ediyorum. Ve yarın nerede olacak, onu da… Rabbim, ona cenaze namazı nasip
etmesin!
O
tetiği çeken ve Mustafa’yı iki kurşunla göğsünden vuran kim, bilmiyorum; ama
vurduran kimdir, çok iyi biliyorum! İnşallah onun da ardından nasip olmaz
cenaze namazı!
Aziz
kardeşimi şehit düştükten üç hafta sonra rüyamda gördüm. Muhteşemdi!
Bir
cami içindeyiz. Arkadaşlar hep bir arada. Mustafa, yerinde duramayan haşarı
çocuklar gibi oradan oraya koşturuyor. Bir ara kucaklaştık.
Tuttum
ve şöyle söyledim: “Yahu Mustafa, ne diye oraya buraya koşturup duruyorsun? Gel
de şurada doğru dürüst hep beraber namazımızı kılalım.”
Bir
gülüyor ki… “Abim!” diyor. O sözü hiç kimse onun kadar güzel söyleyemez. O
içtenliği başkasında bulamazsınız. “Abim! Şimdi ben şehit oldum ya, siz bana
yakın olmak istiyorsunuz, biliyorum bunu. Siz sanıyor musunuz ki ben sizden
uzak olmak istiyorum?”
İçime
öyle bir mutluluk doluyor ki o sözüyle, anlatamam. “Bak bir de şu var” diyor.
Kısa izahla yetinmez çünkü. Hiçbir zaman yetinmedi. Hep etraflıca anlattı
farklı yönlerini de hesaba katarak: “Bak bir de şu var: Şimdi ben sabit bir
yerde kılarsam namazı, siz hep gelip aynı yerde kılmak istersiniz. Bilhassa
Alpaslan… Bilerek böyle yapıyorum. Bu caminin her köşesinde kılayım ki, daha
sonra siz nerede kılarsanız kılın, benim daha önce secde ettiğim yerde namaz kılmış
olursunuz.”
Tam
olarak böyle işte! Benim için harika bir hediye idi o gördüklerim. Onun son
akşam namazını kıldığı yer, Çengelköy’deki cami idi. Çınaraltı'ndaki...
Gördüğüm de ona benzeyen, ufak camilerden biriydi. Ve ben ona bazen “Mustafa
Camibaz” derdim.
O
çok güzel yere gitti ama bizi kardeşsiz bıraktı. İçimizdeki acı gittikçe
büyüyor.
Her
zaman toplandığımız yerde, arkadaşlarla buluşup kabri başına gidiyoruz.
Yasinler, Fatihalar okuyup Mustafa’sız dönüyoruz. Yetim kalmış boynu bükük,
gözü yaşlı çocuklar gibi…
Alacağın
olsun Mustafa! Zaten alacaklıydın hepimizden…