Efsane ile gerçeğin buluşma noktası: Mustafa Cambaz

Şehit olmak istiyordu. “Yahu Mustafa” diyordum, “İkide bir söylüyorsun bunu. Askerlik yapmadın. Bir işgal falan olmalı ki…”. Bir bildiği varmış meğer. Çok yürekten söylüyormuş. Daha bir gün önce Çınaraltı’nda arkadaşla otururken tekrar söylemiş. Hem de elini masaya vurup, ardından ayağa kalkarak, heyecanla… Henüz ortada hiçbir işaret yokken…

DARBE teşebbüsünü ekrandan öğrendik. Geç vakitte yapılsaydı, uykuda yakalanacaktık. Şükür ki, erkene almak zorunda kalmışlar. Bütün plânların üstünde bir plân olduğunu bir kere daha gördük.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cep telefonuyla yayına bağlanıp hepimize görev düştüğünü söylerken, biz ayakkabılarımızı hazırlamıştık.

Vatan Caddesi’ne doğru yürümeye başladık. Yollar kalabalıktı. Oğuzhan Caddesi köşesinde az önce bir polisin vurulduğunu öğrendik. Olay mahalli etrafına şerit çekmişlerdi. Emniyet’e doğru ilerledik ve müthiş bir kalabalığın arasına karıştık. Bayraklar sallanırken, marşlar söylenirken, sloganlar atılırken, tekbirler getirilirken, bu darbe teşebbüsünün çok acemice olduğunu düşünmekteydim. İki saatte alt edildiler gibi göründü.

Etrafı sarılan bir tankın içinden asker kıyafeti giymiş eski bir Emniyet mensubu çıkarıldı.

Geniş Vatan Caddesi’nin üzeri damperli kamyonlar, iş makineleri, halk otobüsleri, minibüsler, otomobiller ile her yönden kesilmişti. Emniyet’e gelmek isteyen tankların ilerlemesi mümkün değildi.

Aklıma hemen Mustafa Cambaz geldi. Bu hengâmede evde duracak biri olmadığı için merak ettim. 01:15’te mesajla sordum: “Neredesin?”

Bir dakika sonra aradı: “Çengel’deyim abi, karakolun karşısında. Burası müthiş kalabalık!”

“Biz de Vatan’dayız. Emniyet’in önünde…”

“Kalabalığa ateş ediyorlar…”

“Aman dikkatli ol!”

“Duyamıyorum, sesin gelmiyor abi! Burada gürültü çok fazla, kapatıyorum. Allah’a emanet! Görüşürüz, ararım ben seni…”

O sırada temiz yüzlü bir genç yanıma yaklaşıp, “Valide Camii nerede?” diye sordu. Tarif ettim. İki üç adım attıktan sonra geri döndü. “Abi!” dedi, “Benim babam subay, Ankara’da… Az önce görüştük. Buranın tehlikeli olduğunu söyledi. Helikopterden tarayabilirlermiş, bomba da atabilirlermiş. Ben gidiyorum. Bence siz de burada durmayın, çok tehlikeli burası!”.

“Sağ ol!” dedim…

Bir saat daha kaldık orada. O sırada bir polis panzerinden, “Teşekkür ederiz arkadaşlar! Bize çok büyük destek oldunuz. Sağ olun, var olun! Allah hepinizden razı olsun” diye anons yapıldı.

Kalabalık hareketlendi. Biz de dönmeye niyetlendik…

Bir patırtı başladı, biraz heyecan yaşadık, başarısız oldular, aptalca bir teşebbüs bastırıldı, dersleri verildi sanıyorduk…

Eve gelince hemen televizyonu açtım. Hasan Öztürk, “Yeni Şafak’tan arkadaşımız Mustafa Cambaz vurulmuş” der demez koltuğa düştüm. Gözümün önünde ayağından vurulmuş biri canlandı. “İnşallah o kadardır” dedim, “Allah’ım, ne olur hafif bir sıyrık olsun!”.

Telefonla oğlunu aradım. Acısı varken Mustafa’yı aramak doğru gelmedi. Alpaslan açmadı. Hemen Hikmet Gök’ü aradım. Hastanede olduğunu söyledi. “Yoğun bakım” deyince, çok büyük bir acı hissettim.


Az sonra Hikmet, ağlayarak, zorla sözünü tamamladı: “Çıkardılar Mustafa’yı, aşağı indiriyorlar…”

Kalbim duracak sandım. Bir kılıç mı batmıştı göğsüme, bir kurşun mu girmişti, öyle bir his…

Hemen yola çıktım “Mustafa ayağından vurulmuş, hastanedeymiş” diye çok güzel bir yalan söyleyerek.

Yol boyunca Hikmet’in yanlış görmüş olabileceğini düşündüm. Benzetmiş olabilirdi. Belki başka biriydi aşağı indirilen. “Mustafa!” diye kaç defa bağırdım kim bilir… Gözlerim kan çanağına döndü.

Radyoda, köprüdeki teröristlerin teslim olduğu söyleniyordu, ama köprüyü geçmek zordu. Köprünün üstü sıkıntılıydı. Kapalıydı. Karmakarışıktı. Kanlıydı. Öfke doluydu. Adım adım ilerledik.

Yolda, hastaneden çıktıklarını, eve geldiklerini öğrendim Hikmet’ten. Köprüyü ilk geçen araçlar arasındaydım. Fakat Çengelköy’e ulaşan dönüş yolları kesilmişti. İzin verilmiyordu. Düz gitmek zorundaydık. Daha sonra anayol da tıkandı.

17 kilometrelik yolu beş saatte zor gittim. Yol elli beş saat sürseydi razıydım, yeter ki Mustafa hayatta olsun!..

Olmadı. Mustafa hayatta kalmadı. Şehit oldu!

Nasıl lezzetli bir şerbetti kim bilir o içtiği…

“Mustafa! Kardeşim!” diye bağırarak ilerledim. İçimdeki öfkeyi bastırmak, gözyaşımı bitirmek ve eve ulaştığımda ağlamamak istiyordum.

Henüz bir iki ay önce taşındıkları eve girerken, taşınma plânı yaptığımız günler geldi gözümün önüne. Daha dün gibiydi. O güzel manzaranın keyfini çıkaramadı canım kardeşim… 

İçerisi kalabalıktı. Alpaslan’a sarıldığım anda bütün makaralar gevşedi. Kendimi tutamadım. O beni teskin ediyordu. Şehit oğlu olmak böyle bir şey demek…

Uzak köşeye geçtim. Yüzümü köprüye döndüm.

Şehit olmak istiyordu.

“Yahu Mustafa” diyordum, “İkide bir söylüyorsun bunu. Askerlik yapmadın. Bir işgal falan olmalı ki…”.

Bir bildiği varmış meğer. Çok yürekten söylüyormuş. Daha bir gün önce Çınaraltı’nda arkadaşla otururken tekrar söylemiş. Hem de elini masaya vurup, ardından ayağa kalkarak, heyecanla… Henüz ortada hiçbir işaret yokken…

Gümülcine’liydi Mustafa. Köyünün adı Menetler… Düşmanı köye yaklaşmaktan “men ettikleri” için o ismi vermişler. Misak-ı Millî sınırları içinde olduğu hâlde sonradan masada kaybettiğimiz yerlerden… Ayrıntılı bilgi edinmek isteyen, mustafacambaz.com adresine bakabilir.

İlkokulu köyünde bitirmiş, Gümülcine’de medreseye gitmiş. İmam-Hatip okumak için İstanbul’a gelmiş. Lisede tanıştığı Semra Hanım ile evlenmiş, bir çocukları olmuş. Basın-Yayın’ı bitirmiş.


Ben, Yeni Şafak’a başladığında tanıştım. İlk günden son gününe kadar kardeşten öte bildik birbirimizi.

Askerlik vakti geldiğinde, “Ben Yunan askeri olmam!” diyerek pasaportunu yırtan biriydi.  Türk vatandaşlığını almakta sıkıntılar yaşadı ve bir türlü o hakkı alamadı.

Elinde bir ikâmet tezkeresi vardı sadece. Pasaportu olmadığı için yurtdışına çıkamıyordu. Bazen yurtiçinde de problemler yaşıyordu. Uçağa binerken, otele kayıt yaptırırken… Yine de bütün ülkeyi gezdi. Gitmediği yer kalmadı. Âşık olduğu bu vatan, onu ancak şehit olduktan sonra vatandaşlığa kabul etti.

“Olsun” diyordu, “Kâğıtlar önemli değil. İşte ben buradayım, işte bu ayağımı bastığım toprak benim vatanım!”.

Annesi babası yaşlı olduğu için, yarın biri göçse, yanına gidemeyecek diye endişe ediyorduk. “Bir an önce hâllet şu işi!” diye çok ısrar ettik. Otuz sene öyle kimliksiz, pasaportsuz, ehliyetsiz yaşadı. Mustafa Karaalioğlu az uğraşmadı. Alpaslan az kavga etmedi. Fakat kendi bizim kadar endişeli değildi. “Bu sene tamam olacak, merak etmeyin!” diyordu.

Pasaportunu alır almaz, ilk iş köyüne gider diye düşünüyorduk. Onun plânı başkaydı. En son, tam olarak bir hafta önce tekrarladı: “İlk iş Kâbe… Oradan Medîne… Sonra Kudüs… İstanbul aktarmalı Bosna ve nihayet Gümülcine… Köyüme Hacı olarak döneceğim… Ya da en azından Mekke’yi görmüş olarak…”

Dışarıya hiç çıkamadı ama ülkenin her köşesini adım adım gezdi. Keçi gibi dağlara tepelere tırmandı. Fotoğraf çekerken kendinden geçer, yemek yemeyi bile unuturdu.

Çok emek verdiği “Türkiye Ulu Camileri” kitabı çıktığında mutluluktan uçuyordu. O kadar uçtu ki, kimse tutamadı. Hâlbuki daha birçok projesi vardı. Bir kısmı bitmek üzere olan, bir kısmı yarım hâlde…

İstanbul’u sokak sokak bilirdi. Nerede hangi cami var, nerede hangi çeşme var… Trafik kalabalık olunca gideceğimiz yeri tarif eder, kestirme yolları onun yönlendirmesiyle bulurduk.

Hafızasının zayıf olduğunu söylerdi ama herhangi bir tarihî eserin tek kare fotoğrafını görse, hemen tanır ve tarihçesini yarım saat anlatabilirdi.

Yaptığımız yolculukların, yaktığımız dağ başı ateşlerinin, demlediğimiz çayların, bilhassa her fırsatta yol kenarında bile yaptığı kahvelerin her birinin ayrı birer hikâyesi vardır. Bir de onun biriktirdiği insan hikâyeleri vardı. Gezilerden notlar almıştı, bir kitap hâline getirecekti.

Bir yandan da “Padişahın işi ne?” hikâyesini çok severdi. Tıpkı oradaki gibi, cenazesine Cumhurbaşkanı Erdoğan geldi. “Başkomutan’ın emriyle çıkıyorum” diye yazmıştı son mesajında evden ayrılırken. Yeri gelmişken belirteyim, Alvarlı Efe’nin “Seyreyle güzel”ine bayılırdı. Hangimiz rastlarsak diğerine haber verir, “Şu kanalı aç, seyreyle” derdik: “Seyreyle güzel, kudret-i Mevlâ neler eyler/ Allah’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler…” Sığındı ve şehit düştü canından çok sevdiği vatanın toprağına.


“Padişahın işi ne?” 

Onu aramızdan ayıran kurşunları sıkan kimdi, şimdi nerede, ne durumda, çok merak ediyorum. Ve yarın nerede olacak, onu da… Rabbim, ona cenaze namazı nasip etmesin!

O tetiği çeken ve Mustafa’yı iki kurşunla göğsünden vuran kim, bilmiyorum; ama vurduran kimdir, çok iyi biliyorum! İnşallah onun da ardından nasip olmaz cenaze namazı!

Aziz kardeşimi şehit düştükten üç hafta sonra rüyamda gördüm. Muhteşemdi!

Bir cami içindeyiz. Arkadaşlar hep bir arada. Mustafa, yerinde duramayan haşarı çocuklar gibi oradan oraya koşturuyor. Bir ara kucaklaştık.

Tuttum ve şöyle söyledim: “Yahu Mustafa, ne diye oraya buraya koşturup duruyorsun? Gel de şurada doğru dürüst hep beraber namazımızı kılalım.”

Bir gülüyor ki… “Abim!” diyor. O sözü hiç kimse onun kadar güzel söyleyemez. O içtenliği başkasında bulamazsınız. “Abim! Şimdi ben şehit oldum ya, siz bana yakın olmak istiyorsunuz, biliyorum bunu. Siz sanıyor musunuz ki ben sizden uzak olmak istiyorum?”

İçime öyle bir mutluluk doluyor ki o sözüyle, anlatamam. “Bak bir de şu var” diyor. Kısa izahla yetinmez çünkü. Hiçbir zaman yetinmedi. Hep etraflıca anlattı farklı yönlerini de hesaba katarak: “Bak bir de şu var: Şimdi ben sabit bir yerde kılarsam namazı, siz hep gelip aynı yerde kılmak istersiniz. Bilhassa Alpaslan… Bilerek böyle yapıyorum. Bu caminin her köşesinde kılayım ki, daha sonra siz nerede kılarsanız kılın, benim daha önce secde ettiğim yerde namaz kılmış olursunuz.”

Tam olarak böyle işte! Benim için harika bir hediye idi o gördüklerim. Onun son akşam namazını kıldığı yer, Çengelköy’deki cami idi. Çınaraltı'ndaki... Gördüğüm de ona benzeyen, ufak camilerden biriydi. Ve ben ona bazen “Mustafa Camibaz” derdim.

O çok güzel yere gitti ama bizi kardeşsiz bıraktı. İçimizdeki acı gittikçe büyüyor.

Her zaman toplandığımız yerde, arkadaşlarla buluşup kabri başına gidiyoruz. Yasinler, Fatihalar okuyup Mustafa’sız dönüyoruz. Yetim kalmış boynu bükük, gözü yaşlı çocuklar gibi…

Alacağın olsun Mustafa! Zaten alacaklıydın hepimizden…