“BU sefer oldu galiba. Havalanmayı hak edecek kadar güzel bir uçurtma… Öyle alaca bulacalı değil, endamı bulutlara denk…”
Hayran hayran bakıyordu karşısında duran eserine. Küçük kardeşi Ayşe için yapmıştı; nicedir istiyordu kızcağız, kesin o da çok beğenecekti.
Yanına gelen gri bıyıklı, iri omuzlu, bakışları kararlı adam bölüverdi beyazımsı düşlerini: “Uçurtmayı ne kadara satarsın delikanlı?”
Önce öylece donakaldı beklemediği bu soru karşısında. Sonra durdu, baktı, kendine gelerek cevapladı: “Bu uçurtma satılık değil bey amca, bir fiyatı yok.”
Karşısındaki adam belli belirsiz tebessüm etti. “Demek öyle, sen bilirsin evlat… Ama unutma ki, her şeyin bir fiyatı vardır” dedi ve gitti. Cevap vermek için hazırlandı hazırlanmasına ama vazgeçti. Vazgeçmek zorundaydı, zira muhatabının yerinde az önce kurduğu cümlenin heybetinden başka bir şey görünmüyordu.
“Evet, doğru” dedi şahsını muhatap alarak. Her şeyin bir fiyatı vardı bu organik dünyada. İnorganik kuralların biçmiş olduğu yapay fiyatlar… Ne gerek vardı ki bu sahteliğe? Kuralları belirleyen kimlerdi? Peki, kimse “İllâ benim dediğim olmalı” şeklindeki doğruyu savunmaktan kukla gibi yaşatıldığını nasıl görmüyordu? Hem herkes ne çok şey biliyordu! Hâlbuki herkes ama herkes kendi bildiğinin sorumlusu, bilmediğinin cahili değil miydi? “Bilmiyorum” demek edepten, bilmeyene yol göstermek imandan değil miydi?
Ne zaman derin sorular çalsa zihninin kapısını, imdada yetişen, seksenlere merdiven dayamış, sakalı yüzünden, tesbihi elinden, gülümsemesi kalbinden eksik olmayan dedesi olurdu. Taş handa, kimsenin görmediği o zamanlarda gider bir lahza nefes bulurdu yanında. Bir gün yine aklının kıyısında gezinirken sormuştu dedesine: “İnsanlar neden bu kadar farklı birbirlerinden? Hepsinin kaynağı aynı iken onları bu denli ayrı yapan ne? Neden Âdemoğlu huzursuz?”
“Müminler” dedi dedesi sırtını yaslayarak beton duvarla arasında duran o yumuşak şilteye, “Nazil olan hükümlere herhangi bir sosyal, felsefi veya siyâsî dolayımı devreye sokmaksızın itaat eden ‘gerçek’ insanlardır. Münafıklar ise Allah’ın koyduğu düzene ancak ve sadece sosyal hayatın gerekleri, siyâsî durumların ruhsatı veya felsefi yaklaşımların sağladığı alan içinde uyum gösteren ‘sahte’ insanlardır”.
Tam bir ay düşünmüştü bu cümleyi. Oturdu, kalktı, koştu, yoruldu. Aldı karşısına yine kendini sormanın ayak izlerini takip ederek: “İtaat ve gerçeklik arasında bir bağ mı vardı? Kişi, gerçeğini kendi mi seçiyordu? Sahte insan ve gerçek insan olmak… Sahi, sahteyi gerçekten, gerçeği sahteden ayıran neydi? İnsan hakikî olana ne kadar yakindi? Hakikatten uzaklaşan insanın gerçeği sahtelikse, hakikate yaklaşanın gerçeği miydi mümin olmak?”
Elinde bir hareketlilik hissetti. Sahtelikti, gerçeklikti derken az kalsın ipin ucu kaçıyordu. Fark etmesi ile beraber uçurtmanın boşalan ipini hızla geri sardı. Koşar adımlarla eve vardığında, “Pamuğum” diye sevdiği babaannesi karşıladı onu. O tonton gülümsemesi çehresine ne de yakışıyordu. Hastalık bile değiştiremezdi bu hâli. “Hoş geldin torun can” dedi mütebessim simasıyla. “Hoş gördüm pamuğum, Ayşe nerede, biliyor musun? Ona bir hediyem var” dedi. “Bahçede oynuyordu” cevabına ekledi sorusunu pamuk ninesi: “Bugün günlerden neydi oğul can? Bende günler geçmişle beraber gidiyor ya, hatırlayamadım bir türlü.”
“Günlerden Pazar ninem sultan… Hayırdır, ne geldi aklına, niye sordun?” dedi. “Pazar he?” dedi tekrarla ninesi ve ardından derin derin nefes aldı: “Bugün Pazar, gâvurlar azar. Mümin yazar, münafık kazar… Hem asma suratını, düşünme bu kadar, her şey olacağına varır…”
Gün geçirmiş, nice ömürlere şahitlik etmiş bir hatundu nenesi. Bir bakışla ne hâlleri görür, bir sözle nice yaralara merhem olurdu. Yine öyle olmuştu. Günlük bir konuşma hâlinden bile anlamıştı toruncağızının iç yangınını. Nasıl anlamasındı ki? Yirmi ilâ otuzlu yaşların şaşaalı zirvesinden geçerken “Ev mi, iş mi, eş mi?” diye diye hayatın rotasını oluşturmaya çalışan canparesinin bir de kendine kendiyle gelmek için yaptığı sorgulamaları ve yaşamı anlamlandırma mücadelesi ile cenk hâlinde idi. Besbelli çetin bir savaştı. Asırlar boyu herkesin başındaydı bu savaş. Kimini kül edip yaktı geçti, kimini gül etti, zafere götürdü.
“Ne güzel bir uçurtma olmuş, emeğine sağlık toruncan! Haydi, git de emaneti sahibine teslim et! Et ki zayi olmasın elinde” deyince nenesi, gayr-i ihtiyari, elindeki uçurtmaya baktı. Bahçe kapısına doğru yönelmişti ki çalan zil sesi yönünü kapıya çevirdi. Usulca açtığı kapıda, gelen pazarlamacının tiz sesi ile karşı karşıyaydı şimdi: “İyi günler efendim. Ben Huzur Pazarlama Şirketi’nden geliyorum. Sizlere mükemmel bir ürün getirdim. Huzur arıyorsanız ya da var olan huzurunuz kaçtı, gitti, bittiyse, işte şimdi tam karşınızdayız! Tamamen organik olan bir kutu huz-hapları sayesinde artık huzursuz uyku, huzursuz gün olmayacak. Hatta huzursuz bacak sendromu bile kaçacak delik arayacak…”
Üstüne boca edilmiş bir “huzur” satışında son cümle satıcıyı da tiksindirmiş olmalıydı. Zoraki tebessümü hapları çantadan çıkarma bahanesine sığınıp kaybolmuştu. Kurulu bir robot gibiydi sanki. Ya da ezberlediği metne sadık kalma gayretini kendine görev edinmiş iyi bir oyuncu…
“Kendine ne kadar da uzak biri… Gerçekten bu söylediklerine inanıyor mu acaba?” diye düşünmeden edemedi. Satıcı ise konuşmasını tamamlamak için canhıraş bir mücadeleye girişmişti adeta: “Efendim, gördüğüm kadarıyla, yüzünüzden de anlaşılıyor ki, tam da ihtiyacınız olan bir zamanda geldik. Üstelik kampanyamız da var. İki kutu alana üçüncüsü bedava!”
İnsanı yine kendisine satan kapital karakterli kişilerden uzak durmuştu yıllarca. Ama ne var ki hep karşısındaydılar: “İnsanı anlamayan bu sahte kimliklerin asıl derdi neydi? Huzur istemenin de mi bir bedeli vardı? Hem insanın huzursuzluğu neden sorun olsundu? Huzursuzluk ne zaman sorun olurdu ki? İnsanı huzurlu yapan neydi, kimdi? Huzur insanın parçası ise insan neyin parçası idi? Dahası, henüz tamamlanmayan Âdemoğlu, huzurun ve dahi gülümsemenin dahi sahtesine neden ihtiyaç duyardı? İnsanın asıl ihtiyacı dertsizlik miydi ki?”
Zihninin konuklarına hızla selâm verip, nazik kalmaya şartlanarak satıcıya teşekkür etti. Ne haplara, ne yapay bir şeye ihtiyacı olmadığını söyleyerek, zorla da olsa satıcıyla vedalaşıp o kapıyı kapattı. Bazen kapatmak gerekti. Belki de asıl huzur, bir şeyler kapanmadan açılmayacaktı. “Neydi bu şimdi; bir rüya mı?” diye sordu kendine. Bu adam, pazarlamaya çalıştığı suni haplarla mı verecekti huzuru? Huzurun fiyatı olur muydu? Kendini kandırarak ne kadar yol alınabilirdi ki? İnsan kendinden uzaklaşarak mı kanardı kendine? Gerçeği ararken dile gelmek hep bu kadar mı (t)uzak olurdu akla?
Gitmek ve gelmek, kalmak ve yol almak arasında gidip gelen kalbi harekete geçti. Sabahın nurunda, yanında fark ettiği, kitap gibi duran, gri bıyıklı, iri omuzlu, kararlı hâlde bakan amcanın geride kalan sözleri mırıldandı zihninde: “Her şeyin bir fiyatı vardır. ‘Size huzur verdim’ diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. Onların sahte huzurlarıyla avunmadığımızı, çanak yalamaktan hoşnut olmayacağımızı ve ‘Surat asmak hakkımız’ dediğimizi bilsinler.”
“Surat asmak hakkımız”… Sevmişti bu cümleyi. Defalarca tekrar etti içinden: “Surat asmak hakkımız! Surat asmak hakkımız!”
Ayakları yerde sabit dururken, tam da kardeşinden gelen anî bir çığlık ile dünyasına geri dönmüştü. Görünen o ki, ipin ucu bu sefer tamamen kaçmıştı.