SENE 1990 idi. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gelmiştim. Geliş, o geliş. Yaşımız ortaya çıktı ama neyse.
İki sene Kadırga Öğrenci Yurdunda kaldıktan sonra, Maslak’taki okuluma gidip gelmekte yaşadığım zorluklar nedeniyle birkaç arkadaş birleşerek Sarıyer’de eve çıktık. Yani özellikle İstanbul’da belediyecilik hizmetlerinde yaşanan kırılmanın, dönüşümün ve devrimin bizatihi canlı şahidiyim.
O günleri yaşamış olanlar hatırlayacaktır, Haliç’ten burnunuzu kapamadan geçmek mümkün değildi. Hatta Haliç’in içinde balçıktan adalar oluşmuştu. Biraz daha sabretmiş olsaydık, Haliç’in iki yakası birleşecek, yürüyerek karşıya geçmek mümkün hâle gelecekti.
Sanırım 1993 idi bir çöplüğün patlayabileceğini öğrendiğimizde. Ümraniye’de (evet, şimdilerde İstanbul’un en büyük ilçelerinden birisi olan Ümraniye’de) çöplük patlamıştı. Patlamada 39 insanımız hayatını kaybetmiş, kaybolan 12 vatandaşımız maalesef bulunamamıştı bile.
Gazeteler kuponla maske dağıtıyorlardı. Hayır, pandemi filan yoktu. İstanbul’un havası o kadar kirli idi ki astım ve kronik akciğer hastaları için sokağa çıkmayı tavsiye etmiyordu hekimler. Dağıtılan maskeler hava kirliliğine karşı idi. Her sokakta çöp dağlarına rastlamak da sıradandı. Belediyeler çöpleri toplamaktan bile acizlerdi. Yollar çamurdan, çukurdan geçilmiyordu. Ben “İzmir” diyeyim siz anlayın işte.
Ulaşım başlı başına bir dertti. Belediye otobüslerinde insanlar kucak kucağa seyahat ederlerdi. Otobüse binebilen şanslı insanlardan bahsediyorum elbette. İstanbul’da bir yerden başka bir yere gitmek çok büyük dertti.
Sular genelde akmaz, aksa bile yukarı mahallere su çıkmaz, çıksa bile çamur kıvamında akardı. Biz de Sarıyer’in yukarı mahallelerinden birinde oturuyorduk. Geceleri suyun gelmesini okey ya da King oynayarak bekler, su geldiğinde plastik şişelere sularımızı doldururduk. “Keşke ders çalışarak bekleseydiniz” diyeceğinizi duyar gibiyim ama o zaman uykuya yenilirdik çoğu kez.
Öğrencilik işte, içme suyu alacak paramız yok, bu suları bekletip içerdik. Bir süre bekleyen suyun dibinde dört beş parmak seviyesinde yosun ve çamur birikirdi. Biz de “güvenli” seviyeye kadar bu suyu içerdik.
Banyo yaparken suyun kesilmesi ve sabun içerisinde kalmanız vaka-i adidendi. Levent Kırca’nın İSKİ skeçleri hâlâ hafızamda. Küvette sabunlu kalan Kırca İSKİ’yi arıyor, yetkiliye verip veriştiriyordu. İSKİ yetkilisinin de çok umurundaydı hani.
O dönem belediyenin başında SHP’li Nurettin Sözen ve İSKİ’nin başında da Ergun Göknel vardı. Ergun Göknel’in vatandaşın çektiği susuzluk çilesinden daha önemli meşguliyetleri vardı. Kurmuş olduğu paravan şirkete İSKİ’nin ihalelerini vermek ve parayı hamutu ile götürmekle meşguldü kendisi. İSKİ’deki bu büyük yolsuzluk, bir yasak aşk hesaplaşması sonucu ortaya faş olmuştu. Hey gidi günler hey!
Erdoğan sayesinde belediyecilikle tanışan İstanbul
Belediye denen mekanizmanın yolları yapan, su ve kanalizasyon altyapısını kuran, çöpleri toplayan, bonus olarak da okul ve cami bahçelerine vatandaşların soluklanması için banklar koyan bir yapı olduğunu düşündüğümüz yıllardı. Hatta İstanbul da başta olmak üzere birçok belediye bu temel hizmetleri bile yeterince yerine getiremiyordu. Belediye hizmetlerinden faydalanamamak haber değeri bile taşımıyordu memlekette.
İşte böyle bir vasatta girdik 1994’teki genel-yerel seçimlere.
Refah Partisi’nin İstanbul adayı Recep Tayyip Erdoğan idi. Anavatan Partisi, İlhan Kesici ile girmişti seçime. SHP’nin adayı ise (nedendir bilmem ama) Zülfü Livaneli olmuştu. Bir şarkıcı ve yazarın belediye başkanlığı için neden aday olduğunu o günlerde de anlayamamıştım. Belediyecilik, öyle şarkı söylemeye, kitap yazmaya benzemez zira. Belediye konserlerini bedavaya getirmek ve tasarruf sağlamak mı düşünülmüştü, bilemem artık.
Sandıklardan “Recep Tayyip Erdoğan” çıktı ve o gün İstanbul’un makus talihi değişti. İstanbul’un her köşesinde topyekûn ve hummalı bir çalışma başladı. Bedrettin Dalan’ın “Gözlerim gibi masmavi olacak” dediği ve günün sonunda Nurettin Sözen’in gözleri gibi kahverengiye dönen Haliç’e hemen el atıldı. Haliç’teki balçıklar dev kepçelerle temizlenmeye başlandı. Haliç’in dibinden çıkarılan bu balçıkların taşındığı alanda şimdi devasa büyüklükte bir eğlence merkezi kurulmuş durumda.
Yetmedi, Haliç’e dev pompalarla Karadeniz’den taze su basıldı. Haliç kıyısındaki deri ve tersane işletmeleri -büyük kavgalar neticesinde- buradan taşındı. Dev fıskiyelerle su sürekli havalandırıldı. Nihayet Haliç’teki ağır kokunun yerini balıklar almaya başladı.
Ümraniye çöplüğü ortadan kaldırıldı; kötü hatıraları ile birlikte. Patlayan çöplük, büyük bir spor tesisi hâline getirildi. Futbol, tenis, voleybol, basketbol ve her türlü sporun yapılabildiği modern tesisler inşâ edilen bu alan yemyeşil spor kompleksi, kafe ve restoranlarla donatıldı.
1 buçuk milyon metrekare alana sahip Halkalı çöplüğü de Erdoğan’ın başkan seçilmesi ile 1994’te kapatıldı. Çöp dağlarının üzeri tonlarca toprakla örtülüp ağaçlandırıldı. 2003’te TOKİ start verdi. 10 milyon metrekarelik alanda kentsel dönüşüm yapılıp konutlar inşâ edildi. Düşük taksitle dar gelirli vatandaşlara verildi. Düzenlenen yeşil alanların yanı sıra okullar ve spor tesisleri de yapıldı. Küçükçekmece’deki bir başka çöp alanında ise toplam 53 proje ile 47 bin 600 konut inşâ edildi.
“Peki, çöplükler ne oldu?” derseniz, İstanbul’un iki yakasında kurulan modern katı atık dönüşüm tesislerine götürülen çöplerden İstanbul’a yıllık 50 megawatt elektrik enerjisi üretilmeye başlandı. Deniz suyuna direkt olarak deşarj edilen kanalizasyon suları için hızlıca su arıtma tesisleri kurulmaya başlandı. İSKİ’nin sitesinde su arıtma tesislerinin sayfasına (https://iski.istanbul/kurumsal/iski-tesisleri/atik-su-aritma-tesisleri/) girerseniz, hangi dönemde kaç tane tesis kurulduğunu görebilirsiniz.
Hâlen hizmet veren 90 arıtma tesisinden sadece üçü 1994 Seçimi öncesi yapılmış tesisler idi. Peki, son beş yılda Ekrem İmamoğlu kaç tesis yapmıştır sizce? Sadece 4 (yazıyla dört)! Temel atmama töreni yapılmamış, yapraklar İmamoğlu’nu alkışlamamış ve Ekrem Başkan yeterince hızlı çalışmış olsaydı, bu sayı 5 olabilirdi. Yani çalışmakta olan 90 arıtma tesisinin 83’ü Erdoğan ve AK Parti belediyeciliğinin eseridir. Sayfanın linki yukarıda, inanmayan kendisi sayabilir.
Erdoğan’ın belediye başkanı olması ile birlikte İstanbul’a sekiz yeni baraj kazandırılmıştır. Ayrıca Yeşilçay ve Melen Regülatörleri ile birlikte İstanbul’un su kapasitesine 700 milyon metreküp su eklenmiştir. Bugün bunca kurak geçen sezona rağmen İstanbul’da su problemi yaşanmamışsa ve duşlardan köpükle çıkmıyorsak, bu, Erdoğan’ın ve AK Parti belediyeciliğinin sayesindedir. Son beş yılda bu mevcut kapasiteye eklenmiş bir metreküp su yoktur. Bu tarihleri ve rakamları da İSKİ’nin sitesinden kontrol edebilirsiniz.
AK Parti ile ulaşılabilen İstanbul
İstanbul’da ulaşım başlı başına bir dertti. Bunu, iki yıl boyunca Maslak’taki okulumdan çıkıp üç vasıta değiştirerek öğrenci yurduna ulaşan, ulaşımdaki bütün sıkıntıları dibine kadar yaşamış kardeşiniz olarak söylüyorum.
Koca İstanbul’un ulaşımı otobüs ve dolmuşların sırtına yüklenmişti. Aklınızdan vapurlar geçebilir, ancak Şehir Hatları çok küçük bir dilim dışında evinden işine gidip işinden evine gelenler için sadece ilâve vasıta olmaktan ibaretti. Hâlen de öyledir gerçi.
O dönemde hattının yarısından fazlası yer üstünden giden tek metro güzergâhımız mevcuttu. Yer üstünden giden trene neden “metro” dendiğini de anlamazdım. Bu tek hat, Aksaray ile Esenler arasında çalışan, aslında şehir trafiğine çok da katkısı olamayan bir hattı. Erdoğan ile birlikte peş peşe metro inşaatlarının başlatıldığına şahit olduk. Şehir trafiği etap etap yer altına inmeye ve ulaşım süreleri kısalmaya, trafik yoğunluğu azalmaya başladı.
Devamında İstanbul’un ana arterini uçtan uca kat eden ve hatta Boğaz Köprüsü’ne kadar ayrılmış yolu olduğu için Boğaz trafiğinden etkilenmeyen metrobüsler hayatımıza girdi. İstanbullu için Boğaz trafiğinin çilesini çekmeden karşıya gidip gelmek olağanüstü ve keyifli bir deneyim oldu. Bunlara ek olarak kavga dövüş ve yoğun muhalefete rağmen tamamlanan Avrasya Tüneli ve Marmaray geçişleri İstanbul trafiğine soluk aldırdı. İstanbul yavaş yavaş yeniden yaşanabilir bir şehir hâline geldi.
Bugün Marmaray ile Avrasya Tüneli’ni bir hafta kapatmaya kalksak İstanbul felç olur. Buna muhalefetin ölümüne karşı çıktığı, engellemek için her yolu denediği Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nü de eklersek İstanbul resmen biter.
Türkiye belediyecilik öğrendi
Yeni belediyeden ve henüz tanımadığımız Recep Tayyip Erdoğan’dan fazlaca bir beklentimiz yoktu aslında. İstanbul’un problemleri kronikti ne de olsa. Erdoğan’ın elinde sihirli değnek yoktu ya! Trafik, ulaşım, hava kirliliği, deniz kirliliği, su kesintileri ve çöp gibi şehrin kronik problemlerinin bir kısmının çözülmesi hepimize yeter de artardı bile. Erdoğan, neredeyse bu problemlerin hepsini çözmüştü birkaç sene içerisinde.
Bizim için fazlasıyla yeterliydi bu hizmetler ama Erdoğan için yetmedi. 1996’da İstanbul Belediyesi, İSMEK’leri kurdu. Vatandaşlar hüsn-i hattan takı tasarımına, yabancı dilden müzik eğitimine, ahşap boyamadan pastacılığa kadar onlarca meslek edindirme kursuna ücretsiz olarak katıldı. Meslek sahibi, iş sahibi oldular. Şehrin her tarafına spor kompleksleri, devasa parklar, yeşil alanlar ve kültür merkezleri açılmaya başladığını gördü bu gözler. Milyonlarca ağaç dikildi şehrin her yerinde. Özellikle ana arterlerin etrafında boş yer bırakılmadı.
Yetmedi, belediye cenaze hizmetleri vermeye, vatandaşın cenazesini memleketine kadar ücretsiz taşımaya da başladı. Ya da ne bileyim, belediye hizmetleri ile ilgili olarak vatandaşın şikâyet ve taleplerine cevap vermek üzere Alo 153 Beyaz Masa hattı kuruldu. Caddemizde, sokağımızda, mahallemizde bir problemimiz olduğunda ve Alo 153’ü aradığımızda en geç yarım saat içinde ilgililerin o noktaya geldiklerine de şahit olduk. Daha neler neler, saymakla bitiremem.
Belediye sadece yolu, kanalizasyonu, su hatlarını yapan, çöpleri toplayan, çoğu zaman bunları bile başaramayan bir organizasyon olmaktan çıkmış, vatandaşın sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarına da cevap verebilir hâle gelmişti. Belediyecilik anlayışı çağ atlamıştı. Demek ki çalışınca oluyormuş, isteyince vatandaşa dokunulabiliyormuş.
Bu dönüşümden sadece İstanbul değil, o günün Refah Partisi’ne (bugünün AK Parti’sine) ait bütün belediyeler nasibini almıştı. Ve yirmi küsur yıl boyunca bu belediye başkanlarından herhangi birisinden, “Ben filanca şehrin başkanıyım, bilmem kaç milyon insan beni seçti, bir elimde ayı diğerinde güneşi tutarım, haddinizi bilin” gibi kocaman kocaman laflar da işitmedik. Tek duyduğumuz, “Biz efendi olmaya değil, hizmetkâr olmaya geldik” sözüydü.
Nereden nereye?
Al birini, vur ötekine!
Otuz dört yıldır İstanbul’da yaşıyorum. İşim gereği ise ayda birkaç sefer Ankara’ya gidiyorum. Son beş yılda her iki mega kentimizin de geriye gitmekte olduğunu yaşayarak görüyorum. Her iki kentimiz de sürekli büyüyor. Nüfusla birlikte araç sayısı, tüketilen ve atık su miktarı da sürekli artıyor. Bu artışa paralel olarak yeni yatırımlar yapılmazsa -ki yapılmadı- mevcut sistem de çalışmaz olur.
Son beş yılda İstanbul’daki duraklarda bekleme süresi ve trafikte geçirilen zaman neredeyse iki katına çıkmış durumda. Sadece duraklar değil, duraklara ulaşımı sağlayan alt ve üst geçitlerde bile ciddî insan kalabalıkları oluşmuş durumda. Yanan, kaza yapan, freni patlayan, denize uçan, birbirine çarpan otobüslerin, tramvayların, metrobüslerin haddi hesabı yok. Hastaneyi ana artere bağlayan iki yüz metrelik yolu yapmaktan aciz, neredeyse bitmiş olan tünelin inşaatını durduran, açılmış metro şaftlarını hafriyatla dolduran, otobüs bakımlarını ihalesiz şekilde liyakatsiz yandaş firmaya veren bir yönetim anlayışından beş yılın sonunda daha farklı bir çıktı alınması da mümkün değildi zaten.
Navigasyon şirketlerinin yaptığı araştırmaya göre İstanbul, dünyanın en sıkışık trafiğine sahip olan şehri olarak ilân edildi sonunda. Daha üç beş sene öncesine kadar bir uçtan diğer ucuna battı çıktılar ile ve hiç durmadan yirmi dakikada geçebildiğim Ankara’da şimdi bezdiren bir trafik söz konusu. Yeni yollar açılarak trafik probleminin çözülmeyeceğini, bilakis daha da artacağını söyleyen bir yönetim var Ankara’nın başında da. Ve sonuç ortada!
Artan nüfusa paralel olarak belediyeler yeni su kaynakları üretmek, aynı zamanda arıtma tesisleri inşâ etmek ya da kapasitelerini artırmak zorundadırlar. Büyükşehirlerimizde bunlardan hangilerinin yapıldığını söyleyebiliriz? Aksine, projesi ve ihalesi tamamlanmış arıtma tesisinde bile “temel atmama töreni” yapıldığını gördü tüm Türkiye. Yapraklar alkışladı bu durumu ama olan balıklara oldu. Haliç yeniden kokmaya başladı ve Marmara Denizi yeniden alarm veriyor.
“Reklâm bütçesi” kentsel dönüşüm bütçesinin iki katı olan ve depreme ayrılan bütçe oranını sürekli daraltan bir belediye yönetiminden daha etkileyici bir performans beklemek hayâlcilik olurdu zaten.
Felâketlere karşı gerçek belediyeciliğe dikkat çekilmeli
Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri de muhakkak ki depremdir. Özellikle büyükşehirlerimizde yapı stokumuz eski ve büyük tehlike arz ediyor. AK Parti belediyeciliği döneminde yaklaşık yirmi yılda, hem de bütün engellemelere ve durdurma girişimlerine rağmen 700 bine yakın konut yenilendi. Ancak hâlen bir bu kadar daha yenilenmesi gereken konut var.
İstanbul’un beş yılı, deprem açısından maalesef boşa harcanmış durumdadır. Beş yılda verilen 100 bin konut sözünün yüzde 5’i dahi tamamlanabilmiş değildir. “Reklâm bütçesi” kentsel dönüşüm bütçesinin iki katı olan ve depreme ayrılan bütçe oranını sürekli daraltan bir belediye yönetiminden daha etkileyici bir performans beklemek de hayâlcilik olurdu zaten.
Hatay’da mahalle mahalle, köy köy gezip kentsel dönüşümü engelleyen, buralarda oturan vatandaşları saçma sapan iddialarla örgütleyip zehirleyen, bunu da matah bir şeymiş gibi Erdoğan’a karşı siyâsî bir zafer olarak övüne övüne anlatan siyasiler binlerce insanımızın katilidirler aynı zamanda.
İstanbul büyük bir deprem tehdidi altındadır ve İstanbul’un beş yıl daha kaybedecek vakti yoktur. Muhtemel bir Marmara depreminde İstanbulluları koruyacak olan reklâm afişleri değil, yenilenmiş yapı stoku olacaktır. Bu durum bütün şehirlerimiz için de geçerlidir.
İzmir için de söylenecek çok şey var ama buna ne kadar gerek olduğu konusunda emin değilim. Ne söylersek söyleyelim, sonucun değişmeyeceğini düşünüyorum. İzmir insanının beklentileri belediyecilik hizmetlerinin çok dışında. Körfez’in kokusundan, altyapı eksiklerinden, akmayan sulardan, toplanmayan çöplerden, çamurdan, çukurdan rahatsız değil İzmirli. Allah gönüllerine göre versin.
Son söz
Önümüzde yine bir seçim var. Türkiye, belediye başkanlarını seçecek ve şehirlerimiz bu başkanlarla beş yıllarını geçirecek.
Özellikle büyükşehirlerimizde geriye gidiş ayan beyan ortada. Özellikle Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın şanslarını iyi değerlendiremediklerini düşünüyorum. Zira sokaktaki vatandaşı geçtim, kendileri bile başlatıp bitirdikleri birkaç projelerini sayamıyorlar. Bitirdikleri projeler de önceki yönetim tarafından başlatılmış, belli bir noktaya getirilmiş ve kendileri tarafından ite kaka, zoraki bitirilebilmiş projeler.
Test sürüşü yıllar önce yapılmış bir metro hattına ikinci kez açılış töreni düzenlemek ile şehrin problemlerinin çözülemeyeceği ortadadır. Halkımızın ferasetine güveniyorum. En doğrusuna karar vereceğini de biliyorum. Vatandaşımız sandığa giderken sadece şehrine kimin daha iyi hizmet edeceğini, kimin efendilik ve kimin hizmetkârlık yapacağını bilerek değil, aynı zamanda kimin kimlerle düşüp kalktığını, kimlerle ne pazarlıklar yapıldığını da bilerek gidecektir.
Sandıklar açıldığında da bize düşen, sonuca saygı duymak olacaktır. Sonuçta her topluluk, lâyık olduğu şekilde yönetilmeye mahkûmdur. Allah hem şehirlerimiz, hem de vatandaşlarımız için en hayırlısı neyse onu nasip etsin.
Kalınız sağlıcakla efendim.