ALLAH, insanı yarattı
ve ona akıl verdi. Bunun yanında ona irade hürriyeti de verdi. Aklın karşısına
konan irade hürriyeti, onun insan hareketleri üzerine etkisini azalttı ve bazen
onu yanılttı. Bu durum insanı akılsızca hareketlere itti. Akılsızca yapılan
işler er veya geç insana zarar verdi.
İnsana
verilen bu akıl ona yetmedi. Aklı destekleyen ve onun hür iradesinin tesirinden
uzak olarak ona kendi başına hüküm vermesine yardım eden bir de vahiy gönderdi.
Zira insan, hemcinsleriyle birlikte yaşamak durumundadır.
Onlarla
birlikte hayatını devam ettirirken, her şeyin Yaratıcısı tarafından gönderilmiş
olmak gibi meziyeti haiz birinin açıkladığı, hakkında görüş birliğine varılmış
bir kanuna ihtiyaç duyar. Çünkü Allah’ın müdahalesi olmazsa insanın yaptığı
işler kusurlu, eksik ve gâyesiz olur.
Akıllı
kimse, bu muhkem nizâmın Alîm ve Hakîm olan Yaratıcı tarafından olduğunu
anlayınca, kullarına hidâyet etmek için yarattıklarından birini elçi olarak göndermesini
de rahatlıkla anlar. İnsanlık tarihi boyunca birçok peygamber gelip geçmiştir.
Her bir peygamber, aynı zamanda Allah’ın bir delilidir.
İnsanlar,
onlara olan bağlılığa ve ilgiye göre ehemmiyet kazanır veya kaybederler. Onlara
düşmanlık edenler, Allah’a düşmanlık etmiş; dostluk gösterenler de Allah ile
dost olmuş olurlar. İlâhî hikmetin gereği olarak insanların iyilik ve saâdeti
için gönderilen Resûller, vazîfelerini ifa ederlerken çeşitli belâ, sıkıntı ve
ıstıraba maruz kalmış, muhaliflerinin her türlü fiilî ve sözlü saldırılarına
uğramışlardır.
Bütün
bunlara rağmen, hiçbir zaman fütur göstermemiş, vazîfelerini yerine getirmeye
son derece kararlı bir şekilde devam etmişlerdir. Müminlerin dünya hayatında
örnekleri, genel anlamda bütün peygamberler, Hazreti İbrâhim (as) ve
beraberinde bulunanlar; özelde ise Hazreti Muhammed’dir (sav).
Bu
bağlamda O’nun Tevhîd mücadelesi hiç kuşkusuz peygamberler içinde en çetin
mücadele özelliği taşımaktadır. Çünkü O’nu diğer peygamberlerden üstün kılan
vasıflar ve Kendisine yüklenmiş olan sorumluluğu da dikkate almak sûretiyle
yapılan bir değerlendirme daha objektif olacaktır.
Niyetimiz
ve asrımıza göre murâdımız, insanlığın tarih boyunca peygamberlere ve onların
çağrılarına niçin kulak vermediklerini Hazreti Muhammed (sav) örneği ile
genelleştirmektir. O’nun bir Peygamber olarak varlığının hikmeti, temelde Allah’a
teslimiyet prensibine dayalı bir inancın tebliğ edilip yayılmasıyla eş
anlamlıdır. O, içinde yaşamış olduğu toplumun her türlü karşı koymasına rağmen,
bu görevini kararlı bir şekilde sürdürmüştür. Ancak bu karşı çıkışın temelinde
bazı siyâsî, sosyal, ekonomik, kültürel ve dinî sebeplerin varlığı
gözlenmektedir.
İnsanı
insanlıktan çıkaran sistem
Yazımıza
başlık seçerken, “efendi-köle düzeni”nin hâlâ devam ettiğine ithafen, günümüze
ait köleliğin mekân ve kullandığı silahların değişikliği ile beraber bu zaman dilimindeki
“vahşi kapitalizmin” isimli ve demokrasi, liberalizm veya nasyonal sosyalizm
soslu faşizm veya türevi olarak krallık rejimlerini düşündük.
Tarihte
bütün peygamberlerin Hazreti Muhammed’in (sav) Güzîde Şahıslarında meczolmuş
Risâlet mâkâmına karşı çıkanların ortak itiraz noktaları, aşağı yukarı aynı
istikamettedir. Lâdini savunucusu tağutların
düzeninde, dünyanın efendisi olduklarını söyleyen zalimlerin özetle dedikleri
şu: “Atalarımızın dinine karışma, zenginliklerimizin
kaynağını sorma/sorgulama, kendi ellerimizle diktiğimiz putlarımıza ilişme! Kurduğumuz
bir düzen var; bizim olduğumuz yerde neden siz lider olasınız? Bize hizmet eden
kölelerin hâllerinden sorgu etmeyin!”
Günümüz
açısından da Risâlet ile gelen emirlere karşı hâlâ güncelliğini koruyan menfi
düşüncelerin ve sonuçta toplumların bekâsını ihlâl eden olguların bilinmesi,
insanlık açısından bir önem ifade etmektedir. Zira Kur’ân, İlâhî çağrıların
tebliğcisi olan peygamberlere karşı çıkışı, inançsızlık ve ahlâksızlığı, millet,
devlet ve medeniyetlerin başlıca çöküş sebebi olarak değerlendirmektedir.
Ümmet-i
İslâm’ın bugün mücadele etmesi gereken nokta da burasıdır! Bugün zalimlerin
efendi-köle düzenine devam etmelerinin hiçbir din ve inançta yeri yoktur. Yaşanan
kargaşanın kaynağı, Kabil ve Habil’den beri gelen hak ile bâtılın mücadelesidir.
Beşeriyetin,
Allah’ın koyduğu şeriata (yola) aykırı hareketinden sonra yol göstericiler
olarak peygamberler göndermesi, Yaratan’ın şânındandır ve ulûhiyetin sırrı bunu
emreder.
Yüce Allah’ın peygamberleri vâsıtasıyla
gönderdiği tek ve ortak bir din vardır. Bu dinin adı, İslâm’dır.
Bütün peygamberler adı İslâm olan bu dini tebliğ
edip yaşamış ve anlatmışlardır. Hazreti Âdem’in anlattığı dinin adı İslâm
olduğu gibi, Hazreti Mûsâ ve Hazreti Îsâ’nın anlattığı din de İslâm’dan başka
bir din değildir. Nihâyet Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) bu dinin Son Peygamberi
olmuştur.
Buna göre, yeri gelmişken, “Semâvî dinler ifadesi yanlıştır” kanaati doğrudur. Çünkü bir tane
din vardır, o da İslâm’dır.
Şu âyetler bu hakikati apaçık göstermektedir: “Allah
nezdinde hak din, İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten
sonradır ki aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın
âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (Âl-i
İmrân, 19)
Allah’tan gayrı ilâh edinenlerin insanlığı içine attığı zulüm
girdabına karşı, “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinden
(böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden
olacaktır” (Âl-i İmrân, 85) hükmü sabittir.
Günümüzde yaşadığımız sıkışmışlık sürecinde bize kefen biçenler,
oyunlarına karşı Türkiye’nin inşâ ettiği post-Osmanlı düzenine isyan
ediyorlar.
Figüranlar değişik, senaryo aynı
Osmanlı sonrası dönemde Kuzey Afrika ve Mezopotamya’da yeni bir
köle-efendi düzeni kurulduğunu hatırlayalım. Her fitnenin kaynağı olan
Skyes-Picot Anlaşması, Fransız ve İngiliz efendilerin kurduğu bir köle
düzenidir. Buna Rusların destek vermesinin günümüzdeki karşılığı ortadadır.
Askerî cunta ve darbelerle bu düzenler devam etti. Rejimler değişti, kadrolar
değişti, ideolojiler değişti. Ama efendi-köle düzeni adına bir şey değişmedi.
Batılı köle-efendi düzeni hep devam etti.
Fransızlar ve İngilizler, daha sonra da Amerikalılar efendi
oldu. Siyasal elitler ve azınlıkçı düzenin bekçileri de bunların kölesi...
Saddam’ın ayaklanması, bir köle ayaklanmasıydı. Yıllarca efendilerine hizmet
ettikten sonra özgürleşmeye yönelen bir adım attığında efendiler tarafından
kellesi alındı.
Mısır’da Muhammed Mursi (rahmetli) de en büyük ayaklanmalardan
birinin liderliğini yapmıştı. Bir de bunu demokrasi ile yapıyordu. Tâbiri caizse,
efendilerin oyunuyla efendileri alt etmek gibi bir kıyam hareketi oldu bu. Affedilecek
bir suç değildi; netîcesi binlerce masumun katli oldu ve ülkenin geleceği yıllar
sürecek bir bilinmeze bırakıldı.
Sonra Orta Doğu’da yılların intikamını almak için Kürtlerin yeni
yükselen PKK ve PYD siyasetlerini gözümüzün içine sokarak bu düzene katmak
istedi efendiler. Bütün siyasal seçkinler Batılı efendilerine imrendiler. Her
yıl onların başkentlerine “kutsal ziyaretlerde” bulunarak büyülendiler. Oraları
âdeta kıblegâh bellediler, Onlar gibi kalkınmak, onlar gibi eğlenmek, onlar
gibi rüya görmek istediler. Ama bu hiçbir zaman olmayacak bir şeydi! Çünkü
köleler olmazsa, Batı düzeninin efendi-köle diyalektiği süremezdi.
Batı küresel düzeninin efendiliği, bu kölelerin varlığına bağlı.
Bundan dolayı her zaman isyanlar, darbeler ve ayaklanmalarla yaşadı Orta Doğu.
Büyük hapishaneler çalıştı. Mısır’da, Libya’da, Suriye’de, Irak’ta işkenceyi
rutin bir biçimde yapan çarklar döndü. Kölelerden isyana tevessül edenler,
özgürleşme cesaretinde bulunanlar ezildiler, yok edildiler, çöllerin umutsuz
yalnızlığına gömüldüler.
Birilerinin yanlış anlamasına gerek kalmadan söyleyelim,
Türkiye, Kemalizm ile İngilizlerin kurduğu efendi-köle diyalektiğini aşma
cesaretini devlet düzeyinde gösteren tek siyaseti izliyor. Hakkını ketmetmeden
söyleyelim, AK Parti iktidarlarıyla bu netleşti! Riski göze alan, özgürlüğü hak
eder. Efendi-köle diyalektiğini aşar. Türkiye de yüz yıldır kurulu bu düzeni
aşacak risk alma cesaretini gösteren üst bir siyaset ortaya koydu. Risk alarak
efendi olan efendiler, risk almayarak köle kalan köleler dünyası…
Türkiye, risk alarak efendiliğe yürüyen ve özgürleşen bir
siyaset izlemektedir bugün ve Batı bölge düzenini aşmaktadır. Kuzey Afrika’da
ve Mezopotamya’da bunu yapmaktadır. Bundan dolayı Libya’da işi var, Suriye’de
işi var, Irak’ta işi var! Bundan dolayı operasyonlar yapıyor, diplomasi
geliştiriyor!
Orta Doğu bölgesinde devlet düzeyinde ilk isyandır Batı düzenine
karşı bu kıyam hareketi. Türkiye, Batı düzeninin köle-efendi diyalektiğine
dayalı düzenden kurtulmanın “bölgesel isyanı”dır.
Bu hareket bir isyan ahlâkıdır. Bu nedenle, Skyes-Picot Anlaşması’nın
Fransız lejyonu Mösyö Macron ürküyor.
Dünyanın beş efendisinden biri olan Fransa, en üst perdeden
tepki gösteriyor. Libya ve Suriye’nin gerçek sahibi kızıyor. Çünkü Mağrip
ülkelerinde hâlâ Fransızca ve üst seviyelerde görev yapan Fransız hayranları
hâkim. Diğer beş efendi adına sözcülük yapıyor Macron ve bu küresel efendiler
düzeninin sözcülüğünü üstleniyor. Utanmaz bir yüzle hâlâ İslam coğrafyasının
köle düzeniyle devamını istiyor. Türkiye’nin isyanını ve yeni düzen arayışını
tehdit görüyor.
Elbette tehdit görecek. Çünkü sömürge düzeni yok olacak! Dıştaki
lejyonerlerin, içteki Fransızların, “Suriye’de,
Irak’ta, Akdeniz’de, Libya çöllerinde ne işimiz var?” diyenlerin, PKK’yı, FETÖ’yü
kutsayanların efendiliği sona erecek!
Türkiye’nin artan ve genişleyen nüfûzuyla beraber toplumlar ve
siyasetler de ecdâdın Nizam-ı Âlem Ülküsü olan medeniyet tasavvuru ile galip
gelecektir. Vesselâm…