Efem veya sonsuz duâ

Efeciğim! Hayatın bana neleri nasıl yaşatacağını bilmiyorum ama senin duâ kalkanında olduğumu bilmek ayrı bir güven veriyor. Ve duâların karşılıksız da kalmayacak asla. Ama benim duâlarım senin bize, memlekete ve de Tayyip Bey’e ettiğin duâlara eşdeğer olabilir mi, bilemiyorum…

SUSMAKLA bitmeyecek, yürümekle ulaşılamayacak bir yol, Efem...

Efe, doğuda Ege’den farklı anlamda kullanılır. Özelikle Erzurum’da Kur’ân ilmiyle uğraşısı olanlara, hocalık vasfı olanlara ve o yolda müdavim olanlara halk tarafından verilen isimdir. Avlarlı Muhammed Lütfi Efe, en bilinen timsâldir. Ben de babama hiç baba demedim, kardeşlerim de demedi. Ve babamı yakînen tanıyan herkes ona “efe” derdi.

Babama “efe” dememin ayrı bir hikâyesi var. O da anneme ait bir hikâyedir ki annem de babama “efe” derdi. Efemin yokluğu yorgunluk dolu bulutlardan inen sağanak gibi... Sanki yürüdükçe yoruluyor, sustukça kuyuların dibine iniyorum. Son zamanlarda gezdiğim coğrafyalar da fayda sağlamıyor. Dinlendikçe nasıl susulur ya da sustukça nasıl dinlenilir, onu öğreniyorum galiba. Sanki sırtımda “Devre” dağı (Erzurum Narman yaylası), kollarımda Kaçkar dağları, gözlerim Palovit şelâlesi… Yanağımda annemin, alnımda babamın bûsesi… Avuçlarım, parmaklarım, burkulan dudaklarım ise babamın sabah duâsı... Bir de gönül coğrafyamda sessiz ve derinden akan ırmağın sürükleyiciliği ve Kevser tadındaki lezzeti…

Sanki yıllardır öylesine zaman doldurmuş gibiyim. Hani senin bir mezrada imamlık yaptığın o günden sonra… Ve o günden sonra bulutların saçlarını taradım, kuşların farklı ötüşlerine şarkılar uydurdum, dağların zirvesinde bulutlara dokunabilmeyi hayâl ettim ama sonradan onların yoğunluğunda yok olacağımı hiç düşünemedim.

Henüz ilkokula başladığım yıl gurbete çıkmıştın ve ben çocukluğumu, daralan içimi senin gelişlerinle genişletmeyi öğrenerek geçirdim. Bazen öyle şeyler yaşardım ki, ne yaparsam yapayım, ruhumun senin peşinden sürüklenmesine manî olamazdım. Sonrasında yani yıllar sonra farkına vardım ki yüreğimin mahzenlerinde sessizce yaşamışım. Yine o zamanlardan kalma şimdiki hâlim ve de uzakları gören gönlümü koltuğumun altına alıp yaşamalarım...  

Gönlüme iyi gelen yegâne ezgi, sadece senin mektuplarındı. Her mektubunda bulunduğun yerleri de anlatmaların yok mu, ben de farklı bir yurt sevgisi oluşumuna neden olmuştu. O sevgi çığlığını ruhumda hiç susturmadım; kulaklarımda çınlayıp durdu. Sonra yıllar geçti, keşmekeş bir dünyanın kollarına atıldık farkında olmadan. Onun bizi sarmalarını şefkat sandık ve bilinçsiz bir teslimiyet gösterdik hayatın birçok sunumuna. Zaman akıp gitti parmak uçlarımızdan ve bir baktım ki sen yanımda yoksun artık. Kendimi böyle bir yazıyı yazarken buldum ve şimdi kendimle yaşamayı kendime hatırlatmaya başladım yeniden. Yeniden alıştıklarımızın acısını ırmaklara boşaltma vaktine ulaştım gibi ama hangi ırmak taşır ki senin yokluğunun sancısını?

Kendi tükenişim sırlanmaya başladı gözlerimde âdeta. Çünkü gözlerim, gözlerinin ışığından nasiplenemeyecek bir daha. Sanki siliniyor geçmişim ve hiçbir şey olmadığımın ispatına doğru koşar adımlardayım. Şimdi yine sana dair bir doyumsuzluk noktasındayım. Çünkü sen, birçok güzelliği ve duâlarını bırakarak gittin. İşte ben de öylesine o güzellikler içinde yürüyorum, öylesine konuşuyorum, öylesine yazıyorum saçlarıma düşen akların ve şakaklarıma düşen izlerin varlığından haberdar olarak. Ama seninle geçen ömrümü öylesine hiç ettiğimi düşünmüyorum asla. Seninle geçen ömrümün diğer adı, “sonsuz bir duâ”…

Ne yapsam atamıyorum içimdeki muhasebe defterinin kasasını. Silkelenemiyorum çocukluğumdan ve gençliğimden. Bir babanın aşka dönüşmüş sevdâsından, baba hasretinden… Bizi ayrı bırakan yıllardaymışım gibi yaşıyorum çoğu zaman. Zihnimde bir çeşit vicdan terazisi... Öyle ki, hep bir doğrultuda sabitliyor ayaklarımı, kollarımı, dilimi ve gözlerimi; ne bir eksik, ne bir fazla… Gönlümde dilberlenmiş tüm anılar târumar artık. Aklımın gücü yetmiyor yaşanmışlıkların sırasını yapmaya. Zira yüreğim ve zihnim eşkıya otağı gibi. Bir de onlara bir başka sevdânın hasreti eklenince, akıl terazim affını istedi senin son duândan sonra.

Senin gidişinin verdiği duygu bir başka gezegenin çöküşü gibi; ne tam içine girebiliyorum, ne de içinden çıkabiliyorum, arafta bir durum işte. Sanki çıplak bir dağın zirvesinde karayelin etkisiyle kavruluyorum. Rüzgârın akışına göre ayarlı dudaklarım, sahrada koşan bir bedevinin dudaklarına yol vermekte. Aylar önce aramızdan ayrıldıktan sonra senin için sağlıklı neler yaptım, onu da tam bilemiyorum. Sadece yürüyorum, her adımım sensizliğin verdiği duâsızlık ve milim milim işleyen yorgunluk... Bir de birçok düşüncenin kapanına sıkılıyorum; “Senin ve sevdiklerim için neler yapsam daha çok mutlu olabilirim?” diye dertleniyorum. Senden uzak olmanın verdiği ruh hâliyle zaman zaman her şeyden çok uzakmışım gibi bir hissiyata kapılıyorum.

Baba sevilir, evlât sevilir, bir de hiç akla gelmeyen bir sevdâ sevilir

Kendim için neler yapamadığımı hiç bilmiyorsun artık. Geçen sabah namazından sonra seni dinleyerek yaptığım ilk ezberim olan Haşr Sûresi’nin son âyetlerini defalarca okuyup duâ ettim uzun uzun. Duâmın son cümleleri yüksek sesliydi; duyup da daha çok mutlu olasın diye. Bunu gelenek hâline mi getirsem, bilmiyorum.

Hep “Efem” dediğime bakmayın siz, annem çok mutlu artık; zira onu on altı yıl sonra yanına almanın sevincinde. Ah be annem, bunları efeme yazıyorum diye alınganlık gösterme, olur mu? Zira biliyorum ki, sen de dedemi daha çok severdin ve bu sevgini hiç de saklamazdın. Ben de senin oğlunum işte! Benim için babamı çok sevmenin gururu boynumda elmastan kolye, başımda altından taç, omuzlarında rütbe, gözlerinde ferdi; unutma ki, efemi beraber hep çok severdik anne!

Onun her gurbete çıkışında hasret türküleriyle kucak kucağa ağlaştık saatlerce. Ah be canım annem, bunlardan farklı bir anlam da çıkarma! Sana yazdığım şiirleri de sakın unutma! İnsanız ya anne, baba sevilir, evlât sevilir, bir de hiç akla gelmeyen bir sevdâ sevilir. Dedim ya, insanız ya, her şey bizim için; bazen kurallı, bazen de kuralsız anne…

Ama itiraf etmeliyim ki, sanki baba sevmenin gururu bir başka. Belki de gurbetin verdiği kazanımlardan biridir beni efemin kollarında eriten.

İnsan, sevgisiyle kendini mutlu edebilmesini bilmeli. Gönlünün aktığı vadide tepe taklak bile olsa üzüntü duymamalı asla. Geriye bıraktığı mutlulukları için referans olabilmeli. Ya da insan, yaşamında kendi için de her türden duâ edebilmeli. İşte bu noktada babam bana ve tanıyanlara göre oldukça başarılı biriydi! Efemin yanından geçip de kendi ölçeğinde yardım etmediği bir câmi ve yoksul yoktur. Câmiler efemin kutsallarıydı ve asıl yardımı oralarla beraber yoksullar hak ediyordu sadece. Çünkü câmiler Allah’ın evleriydi ve de yoksulluk nedir, efem onu çok çok iyi biliyordu. Bu hassasiyeti, bize bıraktığı iki özel vasiyetidir. Ben de efemin o şefkat ve merhamet dolu “çakır” gözleriyle bakmak istiyorum hayatın geri kalanına. Zira onun gözlerinde tebessümün adı ve rengi bir başkaydı.

En güzel huzurumuz, babamızın duâ dolu gönlüydü ve biz de onun yegâne huzuruyduk. Biliyorum ve inanıyorum ki, sen de bizi bizim seni özlediğimiz gibi özlüyorsun. Aramakla bulamayacağımızı biliyoruz ama bir gün ruhlarımız ansızın karşılaşacak, inanıyoruz. Ve biliyoruz ki, o hastalığın esnasında ne çok duâlar etmişsindir bize.

Artık senin yokluğunla yaşamaya başladığımız bir hayat var. Sevdiklerimiz de tek tek ayrılıyorlar... Önceki hafta Enver’i de gönderdik yanınıza. Tüm bunlara nasıl dayanılıyor, onu da iyi biliyorsun zannımca. Herkesten daha iyi bilirsin Enver’le bir başka olduğumuzu, ama takdir, başkalıklara hiç bakmıyor asla. Evlâtlarının umutları ve hayâlleri olan babalara ne mutlu! Sen bizim bundan öte değerimizdin daima. Evlâtlarına senin gibi baba olabilen babalara ne mutlu!

Dedim ya, “Durmadan yürüyorum, çokça susuyorum”, ama bir yandan da geçmişi yâd ediyorum. Örneğin izne geldiğin zamanlarda, isterdim ki, hiç yorulmayasın ve hep oturasın. Çünkü o çocuk hâlimle hem senin varlığında, hem de yokluğunda koşturmak ayrı bir güzellikti ve ben senin yanında kendimi hep en güzel hissetmişimdir. İsterdim ki, hep beraber olalım; arkadaşlarına gittiğinde içten içe ne çok üzülürdüm. Benim sana olan tutkum bir başkaydı ve bu, ömrümce hiç değişmedi. Senin çalıştığın şantiyelere gelirdim her yaz. Benim için ne kadar önemliydi o şantiyelerde olmak ve köyün dışında başka yerleri görüp arkadaşlarıma anlatmak... O zamanlar sana dair ne çok hayâl kurardım. En son hayâlimiz de torunlarınla olmuştu. Sen hastaneden çıkacaktın, Edirne ve Çanakkale’ye gidecektik. Sonra da Kaz dağlarında birkaç günlük tatil yapılacaktı. Ama… Belki de bir gün senin hayâlini alıp yollara düşeceğiz.

Çocukluğumda senden öğrendiğim ne çok şey oldu. Ve sonrasında da... Anne ve babaya olan saygının ibâdet, aile dostlarına nezâketin sünnet olduğunu da... Köy şartlarında edepli olmanın ne olup olmadığını da çok güzel öğretmiştin. Birçok evde söylenen argo kelimeler bizim evin eşiğini hiç aşamamıştı. Zira ben çok güzel uğraşılar içindeydim; senin mektupların gibi… Mektuplarını okumak ve özellikle sana mektup yazmak benim özel bir mutluluğumdu. Ve bunun herkes tarafından bilinip takdir edilmesi de benim için ayrı bir onurdu. Ta o zamandan bana bir hatıradır hayâl kurmak ve onları yazmak ve de o hayâlin gerçekliği için çaba sarf etmek. Zira insanın sevdiğini hayâl etmesinden daha güzel bir içsel hazzın olduğuna inanmıyorum asla.


Gidişi sessizlik mührü

Sana ne çok şey borçluyum, ne çok şey! Şimdi tüm duâların merkezinde sen varsın; gönüllerin merkezinde olduğun gibi… Bir babanın evlât için dünyadaki yegâne sahip olduğu gerçeğini senin yaşamından hissettiğimde henüz ilkokulda bile değildim. Ne kadar erken büyümüşüm efe!

Kaç evlât, babalarının yüzüne bakarak “Seni seviyorum” diyebilmiştir bilmiyorum, ama ben bunu söylediğimde gözlerinin nasıl buğulandığına hep şâhit olmuş, sonra da şefkat dolu ellerinin başımda gezinişiyle mutluluk duymuşumdur. İnsan sevdiğine giderken yorulmamalı asla. Ona koşmaktan tat almalı, onun için bir şeyler yapmanın mutluluğunda olabilmelidir. Nasıl ki duâlar arasında koşmaktan huzur bulunuyorsa, sevdiğini her anışta da benzer huzuru hissedilmelidir. Hiçbir seven, beklemekten yorulmamalı, sessiz çığlıklardan korkmamalı, karşısına çıkanın takdir edilmiş bir gerçeklik olduğunu kabul ederek “Niçin ve neden?” diye de sorgulamamalıdır. Bu akılsızlık değil, aklın sevgiyle bakmayı kabullenişidir. Ve insan, gerektiğinde sevdikleri için susmasını da bilmelidir. Hele bu baba ve anne ise, daha ölçülü olabilmelidir. Zira anne ve babanın gidişi, dudaklara vurulan sessizlik mührüdür. Ki bu mühür silinemez asla! Zira baba ve anne, sürekli ışık saçan iki ayrı güneş ve ılık akan ırmaklardır.

Evet, sevgili babacığım, istersen biraz daha özele inelim…

Hiç düşündün mü acaba, biz yani baba-oğul, hasreti kaç beden büyük giydik? Ya da vuslatı ve gurbeti? Biz öyle bir yutulmuşuz ki bizi yutan gerçek neydi, onu da anlayamadık sanki. Biliyor musun, henüz Kur’ân okuduğum ilk zamanlar, sana ait o kadar büyük bir dünyam vardı ki… Senin bana ait büyük hayâllerin gibi… Sen benim büyük dünyam oldun da ben senin hayâllerin olabildim mi, bilmiyorum. Ve bir de ben, seni o dünyamın merkezine koyarak sevmeyi öğrendim. Bu yüzden sevgim keskin ve yürektendir. Ama yüreğim ezildiğinde ondan eser kalmamaktadır.

Bir de sana ait ilginç hayâllerim vardı. Meselâ bahar gecelerinin dolunayında köyün dışında seni düşünmek gibi… Sanki sen de bana eşlik ederdin ve gerçek gibi yaşardım o geceleri. Yıllar geçse de o tadı hiç unutmadım asla!

Bir de mektuplarını farklı heyecanlarla beklemelerimiz... Benim için bir kitap değerindeydi her bir mektubun. Sen de bunu fark ettiğin için olacak ki iki sayfadan az yazmazdın çok defa. Çok yıllar sonra bir hayâlim olmuştu ama iş işten geçmişti; “Efemden Mektuplar ve Efeme Mektuplar” adında bir kitap… Mümkün olsa da bu hayâli gerçek yapabilsek...

Ben senin varlığının hayâliyle, seni severek ve senin tarafından sevilmenin de huzurundaydım daima. Ağrı Şeker Fabrikasında geçici görevle bulunduğum zaman, ânî özleminle genzimin nasıl acıdığını hâlâ unutamam. O gün yağışlı bir gün olmasına rağmen, gece Ağrı’dan Erzurum’a yani sana gelmiştim ve seni hasta yatar bulmuştum. Sen göğümün yegâne mutluluk yıldızıydın. Hiç yorulmadan onların arasında koşar, her birinde senin farklı bir güzelliğine ulaşırdım. Senden oluşturduğum samanyolunun ışıltısına dalarak gözlerimi kapardım. Senin o yeşile çalan gözlerin, gecelerimin feneri olurdu. Ve ben onların yegâne izleyicisiydim. O yıllarda bu duygularla yaşadığım lezzet, eşine çok az rastlanacak türdendi.

Ah be efeciğim, şimdi gürültülerden uzak, seni rahatsız etmeyecek tenha bir yerde, köyde veya yaylada olmak ne güzel olurdu! Nerede olursak olalım, kocaman ellerini tutmak benim için daima huzurdu. Ama son anlarında o duâ kapısı avuçlarını öpemediğim için çok üzgünüm.

Babacığım, bazen insan sevdiklerinde boğulur! Ne büyük bir mutluluktur sevildiklerimizden ve sevdiklerimizden dolayı boğulmamak ve de onların her sabah içimize verdiği büyük ferahlıklarda olabilmek.

“Hayat kurumuş bir dere olsa da bir gün su akar ve tüm kalıntıları götürür” derdi nenem. Zamanın akışına karşı koyan kimse yok ki babacığım! Bak, sen aramızdan ayrılalı henüz dört ayı geçti. Konuşuyoruz, geziyoruz, düğünlerimiz ve cenazelerimiz de oluyor. Bizi teselli eden tek şey, senin bıraktığın duâ havuzunda olduğumuzu hissetmemiz… Yaşadıkça sizleri zamanın hızlı akışlarıyla yarışırcasına anacağız. Sosyal hayatımız ister istemez olduğu gibi devam edecek. Konuşacağız, yazacağız, seyahat edeceğiz, seveceğiz…

Efeciğim! Hayatın bana neleri nasıl yaşatacağını bilmiyorum ama senin duâ kalkanında olduğumu bilmek ayrı bir güven veriyor. Ve duâların karşılıksız da kalmayacak asla. Ama benim duâlarım senin bize, memlekete ve de Tayyip Bey’e ettiğin duâlara eşdeğer olabilir mi, bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki, biz evlâtların ve torunların, senin varlığını hep özleyecek ve seni hep en güzel şekilde anacağız. Ve ben, “çakır” gözlerin üzerimdeki hayâliyle, yokluğunun verdiği sancıyla günlerimi tamamlayacağım. Her sabah üzerime bir güneş doğacak ve gecelerimi de bir ay aydınlatacak; bu da benim nefesim olacak…

Bu içtenlikle, başta anne ve babalarımız olmak üzere, âhirete intikal eden tüm yakınlarımıza, tanıdıklarımıza ve tanımadıklarımıza rahmet olsun!