SOĞUK bir
kış gecesiydi. Sobadan sıyrılan ışık, tavana yansıyan alev dansını andırıyordu.
Dört bir yanı divanla çevrili odada kanaviçe başlıklı yastıklara sırtını vermiş
konuklar, yün minderler üzerine kurulmuş, sohbet ediyorlardı.
İçlerinden biri, kendisine uzatılan
sigara tablasını geç de olsa fark etti. Başını kaldırdığında arkadaşıyla göz göze
geldi. Adam, “Al, iç!” dedi demesine de, o almadı. Önce sağ elini kaldırıp göğsünün
üzerine bıraktı, sonra “Sağ olasın, artık içmiyorum, bıraktım!” dedi ve
gözlerini arkadaşından kaçırarak nasırlı ellerini sehpanın üzerinde duran ince
belli çay bardağına götürdü.
Bir önceki çaydan kalan, damağının
altında sakladığı kesme şekerin acımtırak bir hâl aldığını hissetti ama buna aldırış
etmeden kaynar çayı birkaç yudumda bitirdiğinde, bütün renkleri taşıyan
gözlerinden kopan billur bir tuz damlası yanağından aşağıya doğru süzüldü. Yanından
ayırmadığı mendiliyle silmeye dahi ihtiyaç duymadı. Gözyaşı, kirli sakalına
ulaşamadan kuruyuverdi. Tüm bu olup bitenleri meleklerin hâricinde izleyen biri
daha vardı: Karşı divanda oturan vefâlı eşi, çocuklarının annesi…
Onlarca suâl biriktirmişti
ama hiçbiri bu mecliste sorulacak cinsten değildi. Eve sakladı hepsini. Nitekim
öyle de oldu. Çaylardan sonra bakır sinilere dizilen mevsim meyvelerine, Finike
mandalinasına ve Amasya elmasına dokunmadan müsaade isteyip kalktılar.
Önce dış kapıyı, ardından soğuğu
kesmesi için asılan kalın battaniyeyi aralayarak tahta merdivenlerden inmeye
başladılar. Kocası öndeydi ve geniş omuzlarına attığı paltonun etekleri,
arkadan gelen hanımına yol açar gibi kar süpürüyordu. Eşiğin lambası sönünce ev
sahiplerinin içeri geçtiğini anladılar. Daha kestirme ve tenha bir yoldan evin
yolunu tuttuklarında gözleri de karanlığa alışmıştı. Sessizliği, eve kadar
bekleyecek sabrı olmadığını anlayan kadın bozdu: “Efe!”
Adam, duymamışçasına yoluna
devam etti. “Belki de dalmıştır” diyerek ikinci kez seslendi kadın: “Efe, sen
ne zaman sigarayı bıraktın?”
Belli ki adam bu soruyu beklemiyordu,
ama içini boşaltmak için iyi bir fırsat olduğunu düşündü. Çünkü alacakaranlıkta,
yüzünde gözyaşından açılan yolları görmesine imkân yoktu eşinin: “Hanım! Arkadaşım
sigarayı uzattı ama benim sigaram yoktu. Eğer alsaydım, bir müddet sonra da benim
uzatmam gerekirdi. O yüzden ‘Sigarayı terk ettim’ dedim…”
Kadın da bu cevabı
beklemiyordu. Vereceği hiçbir tepki kalmamıştı. Kocasının yüzünde başlayan yaşlar,
kadının ceylan gözlerinde yeni bir kaynakla buluşmuştu adeta. Lüksü, sol eline
alıp kocasının koluna girmekti ve diz boyu karda düşmeden, yan yana yürümeye
devam ettiler. İkisi de eve gidene kadar hiç konuşmadı ve gözlerini
birbirlerinden sakladılar.
***
Çocuklarına, dedelerinin en
çetin coğrafyadan, Şeyh Şamil’in diyârı Kafkasya’dan göç ederek Karadeniz’e, hırçın
dalgaların kıyısı Trabzon’a ulaştıklarını anlatırken, her defasında gözlerinde
güneş ışığı birikir, ince sesi de gürleşirdi.
93 Harbi’yle birlikte bu
sefer babası düşer yollara. Denizi andıran gölü, tadı dillere destan tek göz
pişiği¹, otlu peyniri, gartolu², kelemi³ ve kara üzümüyle meşhur “Doğu’nun
incisi” bir kente yerleşirler. Kendinden yaşça büyük kız ve küçük erkek
kardeşine son nefesine kadar siper olmuş bir ağabeydir.
Kazandığında onu cömertçe
harcayan, yardım taleplerine “koşulsuz” koşan, borç isteyene “Yok!” demesini
bilmeyen, olmadığında ise şükreden ve dış dünya ile irtibatını keserek içe
kapanan onurlu bir babadır o.
Üç kez dünya evine girmiş,
üçünü de “bir kez” olsun incitmemiştir. Gerek hayat arkadaşlarını, gerek
evlatlarını kaybettiğinde sarsılmamış, kadere rıza göstermiştir. Onun kadere
laf ettiğine kimse şahit olmamış, kulak kabartanlar ise diline yakışan şükür
bestesini duymuştur: “Hamdolsun, buna da şükür!”
Heybetli, bir o kadar da iki
büklüm gezerdi. Uzun boyunu saklamak için bir söğüt dalı gibi eğilirdi. Dost
meclislerinin vazgeçilmez ismiydi. Gelen davetlerin pek azına iştirâk ederdi.
Çalışkandı
Onu otururken görmek
neredeyse imkânsızdı. Eline aldığı küreği, namaz vakitleri hâricinde
bırakmazdı. Kur’ân, onun için bir rehber olduğu kadar, aynı zamanda en yakın
arkadaşıydı. Okurken sayfa kenarlarına zabit kalemiyle Osmanlıca notlar alırdı.
Vefat ettiğinde ondan geriye kalan hatıralar arasında yer alan bu Kur’ân’ı o
kadar çok okumuş, o kadar çok dokunmuştu ki sayfalar tel tel olmuştu.
Kimsenin aleyhinde konuşmaz,
dedikoduya asla müsamaha göstermezdi. Devam edecek olsalar meclisi terk ederek
tepkisini ortaya koyardı. Tertemiz giyinirdi. Beyaz gömleğinin düğmeleri,
“Değmesin göğsüme namahrem eli” dercesine baştan sona ilikliydi.
Müşfikti
O konuşurken, siz ağzından
tane tane dökülen incileri kaçırmamak için suspus olurdunuz. Verdiği her örnek
ya yaşadığıdır ya da yaşanan. Sevgisini belli etmez, içten ve derin bir
nazarla, çehresini güzelleştiren tebessümle, baş okşayarak, arada sırada
dudaklarını başında gezdirerek ve sonuna duâ ekleyerek gösterirdi.
Bağbandı
O koca bahçeyi erik, ceviz,
elma ve kavak ağacı ile doldurmuştu. Birkaç dönümden oluşan üzüm bağı da yine
onun eseriydi. Bunların bakımını, budama, çapalama, sulama ve ürün toplama
işlemlerini yaparken kendisine hayat arkadaşı eşlik ederdi.
Kanaatkârdı
Kimseye minnet, dünya
malınaysa tamah etmezdi. Ortadan böldüklerinin bir fazlasını ve çoğunu hep
karşı tarafa, azını da kendine ayırırdı. Sevdiği yemek/aş olunca iki tas içer,
değilse tabağındakini sünnetlerdi. Yatmadan evvel süte yahut ayrana ekmek
doğrayıp yerdi. Onun bu hâline şahit olan çocuklar aynısından ister, ama onun
gibi iştahlı tüketemezlerdi. Onlar için cebinde illa ki kuru meyve
bulundururdu.
Misafir yoksa yatsıdan sonra
yatağına geçer, uzun duâsını yapar, erkenden kalkarak sabah namazı için camiye,
oradan da taş fırına uğrar, kucağında sıcacık ekmeklerle dönerdi. Eve sağ
ayağıyla ve besmele çekerek girer, 44 numara lastiklerini içeri taşır, sekiz
köşeli şapkasını kapı arkasındaki çiviye asar, selâm verir ve çayını isterdi…
“Onu yaz!”
Kalem, kâğıda sitem ediyor:
“Bu yer bana az!” Evet, o aza kanaat ettiği içindir ki, biz de onu yazarken aza
iktifâ ediyor ve ebediyete irtihâl ettiği o son güne gidiyoruz…
Perşembe’den Perşembe’ye
Kışın sonu, günlerden Perşembe ve bir
ikindi vaktidir. İlk iki hanımından olan dört küçük kız, üçüncü hanımı
tarafından “öz” evlat gibi büyütülmüş, evlendirilmiş ve çoluk çocuğa kavuşmuşlardır.
Üçüncüden olan en büyük kız İzmir’e gelin verilmiş, kucağında tosuncuk bir
torunla dönmüştür. O gün evde tek başınadır onlara kapıyı açtığında; kızını,
damadını ve torununu görünce heyecandan dili tutulur, “Uzun yoldan geldiniz, sofranızı
kurun, anneniz de akşama doğru gelir” der ve vakti edâ etmek için abdest
alacağını söyler.
Kızı, soba üzerindeki kazandan
ibriğe sıcak su aktarır ve babasının eline tutuşturur. Yaşlı adam, balkonun
ucuna kadar gelir, kollarını katlar ve başlar abdest almaya; ellerine döktüğü
suyla birlikte içini ısıtan bir buhar bulutu kaplar, sırayla bütün uzuvlarını
yıkar, sıra sol ayağına gelmiştir…
İşte tam o an, “pat” diye bir
ses duyulur! Gürültüyle birlikte pencereye koşan kızı, babasının balkon dibinde
hareketsiz yattığını görür. Bir figan kopar ve yan yana kurulu evlerden önce
akrabalar, sonra komşular toplanır. Babasının başını kucağına alan kızı, “Efe,
sana ne oldu?” diye sorar. Babası bütün gücünü toplayarak, “Korkma kızım, bir
şeyim yok! Annene de haber verme, üzülür!” der.
Adamcağızı içeriye, yatağına
taşırlar. Çok geçmeden siyah çantalı doktor içeri girer. Göz kapaklarını açmaya
çalışır, elindeki küçük fener ile hayat belirtisi arar gözlerinde. Sonra o hiç
açmadığı gömleğini yukarı doğru sıyırarak elindeki stetoskopla göğsünü dinler.
Muayene, çantadan çıkarılan plastik, küçük bir çekiçle karın hizasına çekilen
dizlerinin yumuşak dokularına vurularak son bulur. Eyvana doluşan meraklı
gözler, doktorun ağzından dökülecek cümlelere kilitlenmiştir.
İşini bitiren doktor, kulağından
çıkardığı stetoskopu boynuna atar ve bir reçete yazarak ortaya doğru uzatır.
Çocuklarından biri reçeteyi kaparak son bir umutla eczanenin yolunu tutar.
Doktor ümitli konuşmaz: “Hastamız beyin kanaması geçirmiş, tahribat da ağır! Aynı
zamanda kısmî felç söz konusu… Allah’tan ümit kesilmez. İlaçlarını verecek,
kontrol altında tutacağız.”
Kelime-i şehadete ayrılan “son
nefes”
Yapılması gereken her şey
yapılmıştı. O doktor bir hafta boyunca mütemadiyen gidip geldi. Hanımı ve
çocukları başından bir an olsun ayırılmadılar. Çok sevdiği Kur’ân ona yoldaşlık
ediyordu. Bitkindi ve konuşmuyordu. Ancak son nefesini verdiği an, dilinden
dökülen kelime-i şehadeti herkes duymuştu. Ruhunu Rahmân’a teslim ettiğinde,
tarihler 18 Mart 1976’yı gösteriyordu.
Mezarı bir duvar dibindedir. Başında da bir ağaç gölgesi var. Gömleğini temsilen, her bahar göğsünde leylaklar açar…