“KİŞİNİN ahlâkından, dilinden, giyiminden evvel
ahvali haber verir.”
Böyle
söylemişti babacığım…
Babam,
Askeriyeden emekli olmuştu. Mesaili iş hayatı nedeni ile yapamadığı seyahatleri
gerçekleştirme imkânı bulmuştu ve farklı şehirlerdeki güzel dostlarını ziyaret
etmek için sık sık şehirlerarası yolculuk yapıyordu.
Bu
ziyaretlerin pek çoğunda kendisine eşlik etmem için beni de yanında götürürdü.
İstanbul’da
yaşıyor, düzenli olarak belli aralıklarla güzel vatanımızın şehirlerini
birlikte dolaşıyor, o şehirlerdeki kültürel zenginliklere şâhit olmakla
birlikte babacığımın dostlarıyla tanışıyor, sohbetlerine şâhit oluyordum.
Babacığımla
yaptığım bu seyahatlerden ilki, Ankara’da Büyük Millet Meclisi, Sayıştay
Başkanlığında Mâliye Müfettişi görevinde bulunan Orhan Ağabeyi mâkâmında
ziyaret etmek içindi.
Yıl,
1978 idi. Henüz 12 yaşındaydım. Hatırlıyorum da, ilk kez babamla seyahate
çıkacak olmaktan tedirgindim ve itiraf etmeliyim ki, annem, kardeşlerim olmadan
bu yolculuğa çıkmayı hiç istememiştim.
Bunu
bilen annem, babamı vazgeçirmek istemişti. Fakat babam kararlıydı ve anneme, “Ufku açılır, farklı bir görgü edinir, resmî
bir kurumda, bir mâkâmı ziyaret ile bürokratik tabuları yıkılır. Bizler mâkâmlara,
unvanlara, koltuklara, kurumlara hep mesafeli olduk. Çocuklarım, gerektiğinde çekinmeden,
korkmadan dertlerini anlatabilsinler, talepte bulunmak için resmî mâkâmlara
ulaşabilsinler diye tecrübe etsinler istiyorum” dediğini duymuştum.
Yola
böylesi bir tedirginlikle çıkmıştım…
Otobüsle
Ankara-İstanbul arası yolculuk o zamanlar bugünkü kadar kısa ve çabuk değildi. Sekiz
saat gibi bir zaman sonra, gündoğumu vakti Ankara’ya varmış, bir taksi ile
kalacağımız orduevine ulaşmıştık. Kahvaltı sonrası Orhan Ağabeyi ziyaret
edecektik ve bekletmek olmazdı.
Yine
bir taksiyle Ulus’taki eski TBMM’nin arkasında yer alan Sayıştay Başkanlığı binasına
gelmiş, ikinci kata çıkmış, Orhan Ağabeyin odasının önünde durmuştuk. Babam
kapıyı hafif dokunuşlarla tıklatır tıklatmaz kapı açılıvermiş, Orhan Ağabey
bizi gayet coşkulu karşılamıştı.
Babamla
ilk seyahat tecrübesinin verdiği tedirginlikten olsa gerek, çekiniktim ve farkında
olmadığım şekilde duvara yaslanmışım ki Orhan Ağabey gülümseyerek, “Hoş geldiniz küçük hanım. Duvara
yaslanmayın, çürür; insana yaslanmayın, ölür” derken, eliyle içeriyi
gösterir hâlde odasına girmem için kenara çekilmişti.
O
gün öğrenmiştim Sayıştay Başkanlığının çok köklü bir kurum olduğunu; 1862 yılında
İkinci Abdülaziz Han tarafından “Divan-ı Muhasebat” ismi ile kurulduğunu…
Bundan evvelinin de mevcûdiyetini, bin 100 küsur yıl önce bu devlet kurumunun
“Divan-ı İşraf” adıyla süregelen önemli bir devlet denetim kurumu olduğunu…
“Divan-ı
Muhasebat” olan bu denetim kurumunun, 1961 yılında adının “Sayıştay Başkanlığı”
olarak değiştirildiğini de o gün öğrenmiştim.
***
Ziyaretimiz
sonlandıktan sonra, babacığım Gençlik Parkı’na götürmüştü beni. Bir banka
oturmuş, havuzda yüzen beyaz kuğuları seyrederken, babam, “Sıkıldın mı?” diye
sormuştu. “Biraz” dedim. “Fark ettim” dedi. “Nasıl?” diye sordum. “Elini koyacak
yer bulamadın. Üstelik sıkılacağın, odaya girmeden önce duvara yaslanmandan
belliydi” dedi. “Özür dilerim” dediğimde ise “Dileme” dedi, “Ama öğren! Çünkü
artık büyüyorsun. Bak şimdi, seninle bir oyun oynayalım. Şu karşıdaki polis
abileri görüyor musun? Onların nasıl durduğuna bakalım ve onlar hakkında
tahminlerde bulunalım, olur mu?”.
Olmaz
mı? Oyun varsa işin içinde tabiî ki olur.
Bir
babam, bir ben tahmin ediyorduk:
“Onun yaşı büyük,
şunun küçük…”
“O çok aç! Bak,
kocaman ısırıyor sandviçini. Arkadaşları tok olmalı ki ona ilişmiyorlar…”
“Şu neşeli, öteki
sakin…”
“O heyecanlı gibi,
öbürü ağırkanlı…”
“Belki
yorgundur babacığım…”
“Olabilir...”
“Bak, sağdakinin
kötü alışkanlığı var. Diğeri sigaradan rahatsız oluyor…”
“Nasıl
anladınız?”
“Dumanı eliyle
öteliyor. Dokunuyor da olabilir. Biliyorsun, sigara kötü bir şeydir.”
Eğleniyordum…
Derken
babam, “Onun rütbesi düşük, şunun rütbesi
diğerlerinden büyük. Şu elleri arkasında dimdik yürüyen ise komiser” demişti.
“A, çok uzaktalar nereden anladınız?” diye sorduğumda, verdiği cevap çok kısa
ve netti: “Beden dilinden…”
Anlamamıştım.
Nasıl soru soracağımı bile bilmiyordum. Tekrarladım: “Nasıl?”
“Beden dili,
insanlık tarihinin en eski iletişim aracıdır güzel kızım. Gözlerimiz,
kelimeleri duymaktan daha hızlı algılar ve daha hızlı karar vermemizi sağlar.
Kelimeler zaman alabilir ama gözlerimizle gördüğümüz bir yerin kirli mi, temiz
mi olduğunu bir saniyede anlayabiliriz. İfade etmek istediğimizde kelimeleri
söylemek en az 5 saniye sürebilir. Bu nedenle, ellerimizin, kollarımızın, adımlarımızın,
başımızın, bedenimizin tüm hareketlerimizin karşımızdakilere sesimizden daha
hızlı ulaştığını biliyor musun?” diye sormuştu babam.
“Öyle
mi?” diyerek şaşkınlığımı ve merakımı kendisine ilettiğimi bugün kadar net hatırlıyorum.
“Öyle
ya... Öğrencilik yıllarımda takip ettiğim bir dergide okumuştum: ‘Beden dili’
adlı bir bilim var ve şimdi adını hatırlayamıyorum ama sonra birlikte öğreniriz,
bir bilim adamı ve politikacı İngiliz filozof yüzyıllar önce, ‘Dil kulaklara
seslenirken, beden dili göze hitap eder’ demiş ve onun bu tespiti bu
bilimin çıkış noktasını oluşturmuş”* demiş ve çenemden tutup yüzümü yüzüne
döndürmüştü.
Gözlerimin
içine bakarak, “Kişinin ahlâkından,
dilinden, giyiminden evvel ahvali haber verir. Bunu hiç unutma, olur mu güzel
kızım?” demişti.
Çok
önemli bir şey söyleyeceğinde yahut öğrenmem gereken bir bilgi vereceğinde böyle
yapardı babacığım. Mutlaka yüz yüze gelmemizi sağlar ve sıcacık gülümseyen
gözleriyle gözlerimin en içine bakardı.
Söylediklerinin
önemli olduğunu anlamıştım ama hayattaki karşılığını hiç anlayamadığımı çok net
hatırlıyorum.
O
yaşta, sıkça yaptığım bir pratiğim vardı. Anlayamadığım cümlelerin içinden bir
kelime seçer, onu soru hâline getirirdim. “Ellerini öyle arkasında bağladığı
için o adam ahlâksız mı?” deyivermiştim.
“Ooo, küçük hanım,
böyle bir yargı cümlesi kurmamıza dinimiz müsaade etmiyor. Biz sadece beden
dilini okuma gayretindeyiz. Yargılamak için değil, öğrenmek için tahlil
ediyoruz.
O bilim dalında
belirtilen tespitlere göre bu adamın, ekibinde bulunan genç polislere örnek
olmak yerine güç gösterisi yaptığını ellerinin duruşundan anlıyoruz. Kendini
herkesten büyük ve yenilmez zannediyor.
Bak, bende
yüzlerce genç askerle beraberdim ama şimdi emekliyim ve bana ‘Buyurun Komutanım’
diyen hiçbir askerim yanımda değil. Şimdi biricik, küçük kızım var sadece
yanımda. Ama o adam bunun farkında değil ki, komiser olma hâlini güç olarak
kullanıp ekibine beden dili ile baskı yapıyor, kendi unvanını hatırlatıyor.
Aslında rütbesi,
tecrübesi unutulur diye korkuyor. Bir kişi mâkâmını hatırlatma ihtiyacı
duyuyorsa, o mâkâm ona fazla gelmiş demektir.
Akıllı adam böyle
bir hatâya düşmez. Az önce sözünü ettiğim dergide okuduklarımdan hatırladığım kadarıyla
bir adam ellerini böyle arkada, bu şekilde kavuşturuyorsa, ‘Buraların hâkimi
benim. Benim gücüm herkesten üstün. Ben karar veririm, herkes uyar. Üstelik
arkam sağlam; yerim ve mâkâmım sağlam! Herkese bir şey olur, bana bir şey
olmaz!’ anlamına geliyormuş” demiş ve gülümseyerek devam etmişti:
“Orhan Ağabeyinin
sana söylediği, ‘Duvara yaslanma çürür, insana yaslanma ölür’ sözünü bence bu
komisere de söylemek lâzım. Bu duruşa kaymakam duruşu da denir.
Hani az önce
ziyaretimizde, sen duvara yaslanınca Orhan Ağabeyin senin tedirginliğini, ben ise
sıkıldığını sen söylemeden nasıl anladıysak, insanların hâllerinden de nasıl
bir ahlâka, nasıl bir edebe sahip olduğunu da anlayabiliriz.
Ahlâk; örnek
davranışları taşımak, kimseyi ezmemek ve üzmemek, küçümsememek gibi özellikleri
de taşımayı gerektirir. Bu durumda, ‘Etrafa kasılarak güç gösterisi yapmak olgun ve akıllı
adamlara yakışmaz’ diyebiliriz. Çünkü kişinin kendi zannettiği
güç, güç değil bir aldanmadır.
Güç gösterilince
küstahlık, hissettirilince maharet olur.
Güç, kibirlenmek
değildir.
Gösteriş
yapıyorsan, güce yenik düşmüşsün demektir.
Çünkü sahip olunan
gücün sorumluluğu, hesabı vardır. Yetkileri tevazu ile taşımak lâzımdır!”
Daha
sonra ses tonu değişmiş ve neşeli bir şekilde sordu: “Bu kadar hayat dersi yeter küçük hanım! Çok sıkıldın bu vakte kadar.
Öğlen oldu, acıkmışsındır. Haydi şimdi güzel bir yemekle midemizi sevindirelim,
sonra gidip dinlenelim, olur mu?”
***
O
gün bilgi anlamında öğrendiğim fakat idrak olarak hakkını veremediğim babacığımın
bu öğretisinin zaman zaman hayatın içinde yaklaşık çerçevede karşılık bulduğu oldu.
Ancak
geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya düşen bir fotoğrafta, babacığımın yaptığı
tanımların neredeyse kelimesi kelimesine vücût bulmuş olduğunu gördüm. İstanbul
adına üzüldüm.
Aşağıdaki
fotoğrafta, mâzisine hürmetsizliği, unvanına yenilmişliği, halkın tercihiyle
getirildiği mâkâmı kendisinden zannedişi, emaneti sahiplenme gafletini, gücü
ifşa etme gayretini gördüm ve İstanbullular adına ürktüm!
Esefle,
“Edep Ya Hû!” dedim.
Yer:
Fatih Sultan Mehmet Han Türbesi
Ziyaretçi:
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
* “Beden
Dili” ile ilgili ilk çalışma, 1605 yılında
yayımlanmıştır. Bu çalışma İngiliz filozof, bilim adamı ve politikacı olan
Francis Bacon tarafından hazırlanmıştır. Francis Bacon, jestlerin ve mimiklerin
insanların iç dünyalarını dışa yansıttığını belirtmiştir.