“Edep Ya Hû!”

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya düşen bir fotoğrafta, babacığımın yaptığı tanımların neredeyse kelimesi kelimesine vücût bulmuş olduğunu gördüm. İstanbul adına üzüldüm. Aşağıdaki fotoğrafta, mâzisine hürmetsizliği, unvanına yenilmişliği, halkın tercihiyle getirildiği mâkâmı kendisinden zannedişi, emaneti sahiplenme gafletini, gücü ifşa etme gayretini gördüm ve İstanbullular adına ürktüm!

“KİŞİNİN ahlâkından, dilinden, giyiminden evvel ahvali haber verir.”

Böyle söylemişti babacığım…

Babam, Askeriyeden emekli olmuştu. Mesaili iş hayatı nedeni ile yapamadığı seyahatleri gerçekleştirme imkânı bulmuştu ve farklı şehirlerdeki güzel dostlarını ziyaret etmek için sık sık şehirlerarası yolculuk yapıyordu.  

Bu ziyaretlerin pek çoğunda kendisine eşlik etmem için beni de yanında götürürdü.

İstanbul’da yaşıyor, düzenli olarak belli aralıklarla güzel vatanımızın şehirlerini birlikte dolaşıyor, o şehirlerdeki kültürel zenginliklere şâhit olmakla birlikte babacığımın dostlarıyla tanışıyor, sohbetlerine şâhit oluyordum.

Babacığımla yaptığım bu seyahatlerden ilki, Ankara’da Büyük Millet Meclisi, Sayıştay Başkanlığında Mâliye Müfettişi görevinde bulunan Orhan Ağabeyi mâkâmında ziyaret etmek içindi.

Yıl, 1978 idi. Henüz 12 yaşındaydım. Hatırlıyorum da, ilk kez babamla seyahate çıkacak olmaktan tedirgindim ve itiraf etmeliyim ki, annem, kardeşlerim olmadan bu yolculuğa çıkmayı hiç istememiştim.

Bunu bilen annem, babamı vazgeçirmek istemişti. Fakat babam kararlıydı ve anneme, “Ufku açılır, farklı bir görgü edinir, resmî bir kurumda, bir mâkâmı ziyaret ile bürokratik tabuları yıkılır. Bizler mâkâmlara, unvanlara, koltuklara, kurumlara hep mesafeli olduk. Çocuklarım, gerektiğinde çekinmeden, korkmadan dertlerini anlatabilsinler, talepte bulunmak için resmî mâkâmlara ulaşabilsinler diye tecrübe etsinler istiyorum” dediğini duymuştum.

Yola böylesi bir tedirginlikle çıkmıştım…

Otobüsle Ankara-İstanbul arası yolculuk o zamanlar bugünkü kadar kısa ve çabuk değildi. Sekiz saat gibi bir zaman sonra, gündoğumu vakti Ankara’ya varmış, bir taksi ile kalacağımız orduevine ulaşmıştık. Kahvaltı sonrası Orhan Ağabeyi ziyaret edecektik ve bekletmek olmazdı.

Yine bir taksiyle Ulus’taki eski TBMM’nin arkasında yer alan Sayıştay Başkanlığı binasına gelmiş, ikinci kata çıkmış, Orhan Ağabeyin odasının önünde durmuştuk. Babam kapıyı hafif dokunuşlarla tıklatır tıklatmaz kapı açılıvermiş, Orhan Ağabey bizi gayet coşkulu karşılamıştı.

Babamla ilk seyahat tecrübesinin verdiği tedirginlikten olsa gerek, çekiniktim ve farkında olmadığım şekilde duvara yaslanmışım ki Orhan Ağabey gülümseyerek, “Hoş geldiniz küçük hanım. Duvara yaslanmayın, çürür; insana yaslanmayın, ölür” derken, eliyle içeriyi gösterir hâlde odasına girmem için kenara çekilmişti.

O gün öğrenmiştim Sayıştay Başkanlığının çok köklü bir kurum olduğunu; 1862 yılında İkinci Abdülaziz Han tarafından “Divan-ı Muhasebat” ismi ile kurulduğunu… Bundan evvelinin de mevcûdiyetini, bin 100 küsur yıl önce bu devlet kurumunun “Divan-ı İşraf” adıyla süregelen önemli bir devlet denetim kurumu olduğunu…

“Divan-ı Muhasebat” olan bu denetim kurumunun, 1961 yılında adının “Sayıştay Başkanlığı” olarak değiştirildiğini de o gün öğrenmiştim.

***

Ziyaretimiz sonlandıktan sonra, babacığım Gençlik Parkı’na götürmüştü beni. Bir banka oturmuş, havuzda yüzen beyaz kuğuları seyrederken, babam, “Sıkıldın mı?” diye sormuştu. “Biraz” dedim. “Fark ettim” dedi. “Nasıl?” diye sordum. “Elini koyacak yer bulamadın. Üstelik sıkılacağın, odaya girmeden önce duvara yaslanmandan belliydi” dedi. “Özür dilerim” dediğimde ise “Dileme” dedi, “Ama öğren! Çünkü artık büyüyorsun. Bak şimdi, seninle bir oyun oynayalım. Şu karşıdaki polis abileri görüyor musun? Onların nasıl durduğuna bakalım ve onlar hakkında tahminlerde bulunalım, olur mu?”.

Olmaz mı? Oyun varsa işin içinde tabiî ki olur.

Bir babam, bir ben tahmin ediyorduk:

“Onun yaşı büyük, şunun küçük…”

“O çok aç! Bak, kocaman ısırıyor sandviçini. Arkadaşları tok olmalı ki ona ilişmiyorlar…”

“Şu neşeli, öteki sakin…”

“O heyecanlı gibi, öbürü ağırkanlı…”

“Belki yorgundur babacığım…”

“Olabilir...”

“Bak, sağdakinin kötü alışkanlığı var. Diğeri sigaradan rahatsız oluyor…”

“Nasıl anladınız?”

“Dumanı eliyle öteliyor. Dokunuyor da olabilir. Biliyorsun, sigara kötü bir şeydir.”

Eğleniyordum…

Derken babam, “Onun rütbesi düşük, şunun rütbesi diğerlerinden büyük. Şu elleri arkasında dimdik yürüyen ise komiser” demişti. “A, çok uzaktalar nereden anladınız?” diye sorduğumda, verdiği cevap çok kısa ve netti: “Beden dilinden…”

Anlamamıştım. Nasıl soru soracağımı bile bilmiyordum. Tekrarladım: “Nasıl?”

“Beden dili, insanlık tarihinin en eski iletişim aracıdır güzel kızım. Gözlerimiz, kelimeleri duymaktan daha hızlı algılar ve daha hızlı karar vermemizi sağlar. Kelimeler zaman alabilir ama gözlerimizle gördüğümüz bir yerin kirli mi, temiz mi olduğunu bir saniyede anlayabiliriz. İfade etmek istediğimizde kelimeleri söylemek en az 5 saniye sürebilir. Bu nedenle, ellerimizin, kollarımızın, adımlarımızın, başımızın, bedenimizin tüm hareketlerimizin karşımızdakilere sesimizden daha hızlı ulaştığını biliyor musun?” diye sormuştu babam.

“Öyle mi?” diyerek şaşkınlığımı ve merakımı kendisine ilettiğimi bugün kadar net hatırlıyorum.

“Öyle ya... Öğrencilik yıllarımda takip ettiğim bir dergide okumuştum: ‘Beden dili’ adlı bir bilim var ve şimdi adını hatırlayamıyorum ama sonra birlikte öğreniriz, bir bilim adamı ve politikacı İngiliz filozof yüzyıllar önce, ‘Dil kulaklara seslenirken, beden dili göze hitap eder’ demiş ve onun bu tespiti bu bilimin çıkış noktasını oluşturmuş”* demiş ve çenemden tutup yüzümü yüzüne döndürmüştü.

Gözlerimin içine bakarak, “Kişinin ahlâkından, dilinden, giyiminden evvel ahvali haber verir. Bunu hiç unutma, olur mu güzel kızım?” demişti.

Çok önemli bir şey söyleyeceğinde yahut öğrenmem gereken bir bilgi vereceğinde böyle yapardı babacığım. Mutlaka yüz yüze gelmemizi sağlar ve sıcacık gülümseyen gözleriyle gözlerimin en içine bakardı.

Söylediklerinin önemli olduğunu anlamıştım ama hayattaki karşılığını hiç anlayamadığımı çok net hatırlıyorum.

O yaşta, sıkça yaptığım bir pratiğim vardı. Anlayamadığım cümlelerin içinden bir kelime seçer, onu soru hâline getirirdim. “Ellerini öyle arkasında bağladığı için o adam ahlâksız mı?” deyivermiştim.

“Ooo, küçük hanım, böyle bir yargı cümlesi kurmamıza dinimiz müsaade etmiyor. Biz sadece beden dilini okuma gayretindeyiz. Yargılamak için değil, öğrenmek için tahlil ediyoruz.

O bilim dalında belirtilen tespitlere göre bu adamın, ekibinde bulunan genç polislere örnek olmak yerine güç gösterisi yaptığını ellerinin duruşundan anlıyoruz. Kendini herkesten büyük ve yenilmez zannediyor.

Bak, bende yüzlerce genç askerle beraberdim ama şimdi emekliyim ve bana ‘Buyurun Komutanım’ diyen hiçbir askerim yanımda değil. Şimdi biricik, küçük kızım var sadece yanımda. Ama o adam bunun farkında değil ki, komiser olma hâlini güç olarak kullanıp ekibine beden dili ile baskı yapıyor, kendi unvanını hatırlatıyor.

Aslında rütbesi, tecrübesi unutulur diye korkuyor. Bir kişi mâkâmını hatırlatma ihtiyacı duyuyorsa, o mâkâm ona fazla gelmiş demektir. 

Akıllı adam böyle bir hatâya düşmez. Az önce sözünü ettiğim dergide okuduklarımdan hatırladığım kadarıyla bir adam ellerini böyle arkada, bu şekilde kavuşturuyorsa, ‘Buraların hâkimi benim. Benim gücüm herkesten üstün. Ben karar veririm, herkes uyar. Üstelik arkam sağlam; yerim ve mâkâmım sağlam! Herkese bir şey olur, bana bir şey olmaz!’ anlamına geliyormuş” demiş ve gülümseyerek devam etmişti: 

“Orhan Ağabeyinin sana söylediği, ‘Duvara yaslanma çürür, insana yaslanma ölür’ sözünü bence bu komisere de söylemek lâzım. Bu duruşa kaymakam duruşu da denir.

Hani az önce ziyaretimizde, sen duvara yaslanınca Orhan Ağabeyin senin tedirginliğini, ben ise sıkıldığını sen söylemeden nasıl anladıysak, insanların hâllerinden de nasıl bir ahlâka, nasıl bir edebe sahip olduğunu da anlayabiliriz.

Ahlâk; örnek davranışları taşımak, kimseyi ezmemek ve üzmemek, küçümsememek gibi özellikleri de taşımayı gerektirir. Bu durumda, ‘Etrafa kasılarak güç gösterisi yapmak olgun ve akıllı adamlara yakışmaz diyebiliriz. Çünkü kişinin kendi zannettiği güç, güç değil bir aldanmadır.

Güç gösterilince küstahlık, hissettirilince maharet olur.

Güç, kibirlenmek değildir.

Gösteriş yapıyorsan, güce yenik düşmüşsün demektir.

Çünkü sahip olunan gücün sorumluluğu, hesabı vardır. Yetkileri tevazu ile taşımak lâzımdır!”

Daha sonra ses tonu değişmiş ve neşeli bir şekilde sordu: “Bu kadar hayat dersi yeter küçük hanım! Çok sıkıldın bu vakte kadar. Öğlen oldu, acıkmışsındır. Haydi şimdi güzel bir yemekle midemizi sevindirelim, sonra gidip dinlenelim, olur mu?”

***

O gün bilgi anlamında öğrendiğim fakat idrak olarak hakkını veremediğim babacığımın bu öğretisinin zaman zaman hayatın içinde yaklaşık çerçevede karşılık bulduğu oldu.

Ancak geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya düşen bir fotoğrafta, babacığımın yaptığı tanımların neredeyse kelimesi kelimesine vücût bulmuş olduğunu gördüm. İstanbul adına üzüldüm.

Aşağıdaki fotoğrafta, mâzisine hürmetsizliği, unvanına yenilmişliği, halkın tercihiyle getirildiği mâkâmı kendisinden zannedişi, emaneti sahiplenme gafletini, gücü ifşa etme gayretini gördüm ve İstanbullular adına ürktüm!

Esefle, “Edep Ya Hû!” dedim.

 

Yer: Fatih Sultan Mehmet Han Türbesi

Ziyaretçi: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı

 

* “Beden Dili” ile ilgili ilk çalışma, 1605 yılında yayımlanmıştır. Bu çalışma İngiliz filozof, bilim adamı ve politikacı olan Francis Bacon tarafından hazırlanmıştır. Francis Bacon, jestlerin ve mimiklerin insanların iç dünyalarını dışa yansıttığını belirtmiştir.