“BİLİR onu er kişi, edeptir işin başı;/ Hakk’a ermek istersen onu başında taşı.”
Edep,
“toplum töresine uygun davranma, iyi ahlâk, incelik ve terbiye” olarak
tanımlanır. Yaşamın her yönünü kapsayan görgü ve ahlâk kurallarıdır. Daha genel
bir çerçeveden bakacak olursak, “güzel işlere uymak, çirkin işlerden sakınmak”
olarak açıklayabiliriz edep kavramını. “Güzelin, güzelliğin peşinden gidip
çirkinliği terk etmek” de diyebiliriz. Bir tarikata hizmet için giren canların
uyması gereken yükümlülüklerin hepsine birden “edep” adı verilir. Bu yola baş
koyan kişi, yolun kurallarını özel bir edep eğitiminden geçerek öğrenir ve
davranışlarıyla tatbik eder. Kişinin bu yolda edebi terk etmesi, onu itibardan
düşürür. Sadece onu itibardan düşürmekle de kalmaz, mensubu bulunduğu topluluğa
da büyük zararlar verir. Bu yüzdendir ki, Mevlâna’nın bu yola çıkan canlara ilk
tembihi, edebe sıkı sıkıya bağlanmak ve onu yol arkadaşı edinmektir. Zira er
kişi, her işin başının edep olduğunu bilir; Hakk’a ermek için onu başına taç,
gönlüne ilâç eder.
“Attığın her
adımda edep olsun yoldaşın;/ Edepsizden uzak dur, olmasın o sırdaşın.”
“Edebiyat”
kelimesi de edepten türeyen ve güzel sanatların şahı olan bir alandır. Bu
alanda ter döken, emek harcayan kişiye de “edip” ismi verilir. Edip, edep
dairesi içerisinde güzelin, güzelliklerin peşinde olan kişidir. Diğer bir
anlamı da “insanı hayrette bırakacak ilginç, tuhaf şey” demektir. Güzel olan,
hayrete sebeptir. Zira hayret de “hayran”dan gelen bir kelimedir ki hayranlık
güzele duyulur.
Sözlükleri
karıştırmaya devam ettiğimizde, “edep” kavramının farklı farklı anlamları
karşılar bizi. Bu anlamlarından bir tanesi de “dua”dır. Dua, Hakk’tan
isteyeceklerimizi edep dâhilinde istemektir. Biliriz ki, usulünce istenilen her
şey isteyene ihsan edilir. Edep, bütün erdemleri içinde taşıyan yüce bir
âlemdir. Vazifesini lâyıkıyla yerine getiren bir çalışanı gördüğünüzde, sözüne
sadık bir gönlü güzele denk geldiğinizde, vefayı iliklerinize kadar hissettiren
bir dosta rastladığınızda, bilin ki bu canlar edep bilincinden beslenmektedirler.
Bu bilinçten yoksun olanlarsa “edepsiz” olarak nitelendirilir. Edepsiz ki,
hangi dalı tutarsa elinde kalır. Ne dünyalıktan tat alır, ne ihyalıktan. Varlık
âleminde gönül darlığından kurtulamaz.
“O edepsiz kullar
ki doğru yolu şaşırır;/ Hakkı olmayanları ‘Hakkım’ deyip aşırır.”
Edebi
her işinde, her sözünde, özünde düstur edinenler Hakk’ın nuruyla nurlanırlar.
Edepsizler ise nefislerinin kölesi olmuş zavallılardır ve bunlar hem maddî, hem
manevî zulümden kurtulamazlar. Onlar için her şey karanlıktır. Onların nasibi
nasipsizliktir. Yazık ki onlara, bunu fark bile edemezler.
“Kârdayız sanıyorlar
fakat zarar büyüktür./ Onun tuttuğu dallar elde kalır, çürüktür.”
Elde
ettikleri üç beş dünyalığı kâr sayarlar. Bilmezler ki edep dairesi dışında
sahip oldukları her şey onlar için kâr değil, aksine zararın en büyüğüdür.
Hepsi birer yol kesici, nasip engelleyici, zulmedicidir.
“Rahmân, Rahîm
olan Hakk herkese verir ihsan./ Edepsiz ki karanlık, edepli nurlu insan.”
Cenab-ı
Hakk, ihsanını her kuluna verir elbette. Onun katında sen ben farkı yoktur.
Çünkü O, Rahmân’dır. Yalnız burada verilen ihsanın inceliğine ve mânâsına
dikkat etmek gerekir. O’nun öyle hususi ihsanları vardır ki bunları yalnızca
edep sahiplerine bahşeder. Bu ince çizgi de O’nun Rahîm sıfatının bir
tecellisidir. Öyle ki, bu tecelliye mazhar olabilenler tüm karanlıklardan
sıyrılıp O’nun Nuruyla nurlanırlar.
“Hakk yolluyor
ihsanı; O’nun yeri göklerdir./ Biz nankör kullarını Rabbim, Sen şükre erdir.”
Biz gafil kulların başına her gün sağanak şeklinde ihsan yağmurları da yağsa gözümüzü hep yere dikeriz. Bütün derdimiz, çabamız, isteğimiz bu yoklar âlemine yöneliktir. Oysa yağan o ulvî feyiz yağmurlarının hikmetini bir anlayabilsek, onlarla temas edebilsek, işte o zaman asıl mayamız, özümüz, kimliğimiz ortaya çıkar. Edepliler topluluğuna mensup canlar isek, ihsan edilen bu feyiz yağmurları bize kanat takar, lâkin edepsizler takımında isek bu değerli inciler gönlümüze ağır gelir. Çünkü güzellik, görebilen ve görmeyi bilen gözlere lâyıktır.
Doymamışlık
edepten değildir
“Gönderdiğin
nimete nimetsizlik ediyor;/ Verdiğine doymamış, dahasına gidiyor.”
Gönderilen
İlâhî nimetler, edepsizler için bir anlam ifade etmez. Çünkü onların gayesi
dünyalık şeylere ulaşmaktır. Ulaştıkları her dünyalığın bir sonrasını, dahasını
isterler. Bunu yaparken hem kendilerine, hem mensup oldukları topluluklara
zulmederler. Fakat yaptıkları bu zulmün farkında bile olmazlar. Burada edep sahiplerine
büyük iş düşmektedir: O zalimleri, gafilleri uyarmak ve dizginlemek...
“Tuttuğu yol, yol
değil; sonu ateşe çıkar./ Yalnız kendini değil, koca âlemi yakar.”
Müslüman,
Müslüman kardeşinden sorumludur. “Ben üzerime düşeni yaptım, başkası beni
ilgilendirmez” diyemez. Yoldan çıkan, yanlış yola sapanları kolundan tutup
doğru yola iletmek, onun görevidir. Zira bu yolunu kaybedenlerin ateşine
zamanında doğru müdahalede bulunulmazsa koca bir âleme sebep olabilirler.
“Yaptıkları bu
hata, başlarına iş açtı;/ Kurulan o sofranın inan ki tadı kaçtı.”
Bu
konuda Hazreti Musa kavmine telmihte bulunmadan geçmek doğru olmaz diye
düşünüyorum. Hazreti Musa’nın Firavun’un elinden kurtardığı kavmine gökten
Hakk’ın bir lütfu olarak kudret helvası ve bıldırcın gönderilmişti. Burada
gönderilen ihsanları İlâhî feyiz olarak düşünmek yanlış olmaz. Lâkin gönderilen
bu nimetlerin kıymetini bilmeyen zavallılar, Hakk’tan sarımsak ve mercimek
talebinde bulundular. Yaptıkları bu edepsizlik neticesinde gökten gelen sofra
gelmez, o nimetler verilmez oldu. Bu gafiller, çalışıp kazanmak ve ekip biçmek
zorunda kaldılar. Demek ki ihsan edilen yüce mânâlara her kalp lâyık olamıyor.
Onunla irtibat kurmuş olsalar bile nasipsizliklerinden aç kalıyorlar.
“Kesildi gelmez
oldu, gökten bir tutam ihsan;/ Bu işin sebebidir gönüldeki kötü zan.”
Değinmemiz
gereken bir başka kavim ise Hazreti İsa’nın kavmi. Peygamberin şefaatiyle nimetlere
ulaşanlar -İlâhî nimetler-, tıpkı diğerlerinin yaptığı gibi edepsizliğe
kalkışıyorlar. Hakk, biz neyi talep edersek bize onu verir. Onlara da
yaptıkları bu edepsizliğin karşılığını çok hazin bir şekilde veriyor elbette.
Çalıp çırparak biriktirmeye çalıştıklarından da oluyorlar.
İçine
düştüğümüz şükürsüzlük, doymazlık ve kanaatsizlik de birer edepsizlik
örneğidir. Birer körlüktür, nankörlüktür. Çünkü Hakk’ın sofrasındaki nimetler,
görmeyi bilen gözler ve edep sahibi gönüller için birer ummandır. O sofradaki
sınırsız nimetlerden lâyıkıyla yararlanmak da, o kapıların kapanmasına sebep
olmak da bizim elimizde.
Bir
diğer edepsizlik alameti ise sürekli gamda olmaktır. Gam, bizi ümitsizliğe
sürükler. Ümitsizlik ise beraberinde depresyonu getirir. Malûm, günümüzün moda
hastalığı… “Her şey bitti, çare yok, dünya başıma yıkıldı” gibi düşüncelerle
kuyuya düştükçe düşeriz. Fakat Cenab-ı Hakk, hiç kimseyi o kuyularda çaresiz
çırpınsın diye yaratmamıştır. “Allah’tan ümit kesilmez” gerçeğini asla
unutmamak, üzerimizdeki gam yorganını yırtıp atmak düşer bize.
“El açtık,
kapındayız; geldik Hakk huzuruna./ Şefaat göster bize nur yüzlüler uğruna.”
Gam
yorganını yırtıp edepsizlik çukurundan kurtulmanın tek kapısı, Hakk huzurudur.
O kapıya gidip gereğince isteyen kimse yüzgeri gönderilmez. Mutlaka o cana
şefaat ihsan edilir. Bu yüzdendir ki, hiçbir zaman yeise kapılmamak, daim ümitvar
olmak gerekir.
“Sende bitmez
tükenmez nimetler ki ummandır;/ Doyumsuz nefisleriz, bizi nimete kandır.”
Ne
yazık ki doyumsuz nefislere sahibiz. Kazandıkça, sahip oldukça hep daha
fazlasını talep ediyoruz. Doymayan bu nefislerimiz de bizi edepsizliğin
tuzağına düşürüyor. Sanki Hakk’ın nimetleri sınırlıymış gibi bir biriktirme ve
depolama çabasındayız. Oysa o sofra da, sofradaki nimetler de sınırsız ve
sonsuz. Nefsimizi dizginlemeyi, ona “Dur!” demeyi bir becersek, bütün nimetlere
kanacağız. Aksi durumda edepsizliğin ateşinde yandıkça yanacağız.
İhsan
için edep
“Ne duyar, ne
dinleriz; sen belle ki biz sağır./ Yanlışa koşuyoruz, ne olur Hakk’a çağır.”
Birçoğumuz
kör duyularımızla hareket ediyoruz. Onların bizi gerçeğe, doğruya götüreceğine
o kadar eminiz ki aksini hiç aklımıza getirmiyoruz. Oysa onların bizi
ulaştıracağı hakikatler sınırlı. O sınırı aşmak ve asıl gerçeğe -Hakk’a-
ulaşmak gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde edebin gereğini de yerine
getirmemiş oluruz. Bu da bizi duyan sağırlara, gören körlere dönüştürür ne
yazık ki. Edepliler tayfasında yer alıyorsak bu beş kör duyunun ötesine geçme
ve yanlışı doğrudan seçme ihsanına erişebiliriz.
“Kibriya sofrasını
kuruyor bizler için,/ Yolsuzluğu bırakıp gayrı edebi seçin.”
Cenab-ı
Kibriya’nın sofrasında her cana yer vardır. Her can için de sınırsız nimetler
sunulur. Fakat nasibini nasipsizlikten alanlar bu İlâhî nimetlerin önemini
anlayamaz. Onlara güllerle bezenmiş yollar açılır. Ne yazık ki derdi diken
olanın bu güllerden istifade etmesi mümkün değildir. O, yolunu yolsuzluk olarak
seçmiştir çoktan. Belki de bir uyarıcıya ihtiyaç duyarlar edep dairesine geçmek
için.
“Hırsta ısrar
edersek sonumuz olacak gam;/ ‘Çare yok’ diyen kullar, görün bakın ne de ham.”
“Hamdım,
piştim, yandım” mertebelerinin ilk basamağında kalan ham gönüller, edepten bîhaberdirler.
Bu sarhoşluk, onları önce hırs batağına sürükler. Hırsta ısrarın sonu da gam
ateşinde yanmak, gül iken har olmaktır. Onlar ki, çaresizler çaresini unutup
çırpındıkça batarlar. “Çare bizim için yok” deyip suçu kime atarlar?
“Gelen her nimeti
sizin sanıp kanmayın,/ Doyumsuzluk oduna düşüp de siz yanmayın.”
Küstahlık
ve arsızlık gömleğini giyenler, gelen nimetlerin asıl Sahibini unutur, “Hep
bana, hep bana!” düsturuyla hareket ederler. Oysa o İlâhî feyizlerin, sonsuz
nimetlerin asıl Sahibi vardır ki O’nu aradan çıkarma küstahlığına kalkışmak, Cehennem
odlarına odun olmak demektir.
“Edep elden
giderse sonudur kasvetle gam,/ Arsızlık ve küstahlık buna derler, vesselâm.”
O
ateşe odun olmak, yandıkça yanmak istemiyorsak çare belli: Edebe sahip çıkmak,
her nefeste o daire içinde hareket etmek. O, elden giderse sonumuz kasvetle gam,
vesselâm…
“Gönlü edeple
doldur varmadan o menzile;/ Temiz ve masum gider bil ki o nurlu ile.”
Bu
dünya hayatı geçici. Üç beş gün oyalanıp asıl yurda, o meclise döneceğiz.
Buraya gelmek, günleri doldurmak, kirlenip pislenmek işin en kolay yanı. Lâkin
şunu unutmamak gerekir: O nurlu ile, o huzura yalnızca temiz ve masum olanlar,
gönlünü edeple dolduranlar gidebilecek. Diğerlerinin varacağı son durak
külistandır, aşikâr.
“Edebi terk
edersen in ü cin zelil olur,/ Âlemi aydınlatan o şems dahi tutulur.”
Hepimizin
malûmudur ki, güneş, bu âlemi aydınlatıp ışıtan ve canlılara hayat kaynağı olan
bir yıldızdır. Gafil insanlar, onun bu durumuna bakıp ışık ve ısının asıl
kaynağı olarak güneşi saymıştır. Bu zanda o kadar ileri gitmişlerdir ki ona
tanrılık izafe edip tapınmışlardır. Yaptıkları bu küstahlık neticesinde de
Cenab-ı Hakk, güneşi tutulma olayıyla cezalandırmış ve onun gerçek mabut
olmadığını, olamayacağını göstermiştir. Bu hâdise bize gösteriyor ki, edebi
terk edersek zelil olan sadece biz olmayız. Onu terk ettiğimiz takdirde bütün
mahlûkat ziyan çukuruna düşer ve itibarını kaybeder. O vakit “Edep Ya Hu!” diyelim,
o nurlu bahçeye girelim. Kargalığa ve külistana sırt dönüp bülbüle ve gülistana
gönlümüzü verelim.