“Edep Ya Hu!”

Güneş, bu âlemi aydınlatıp ışıtan ve canlılara hayat kaynağı olan bir yıldızdır. Gafil insanlar, onun bu durumuna bakıp ışık ve ısının asıl kaynağı olarak güneşi saymıştır. Bu zanda o kadar ileri gitmişlerdir ki ona tanrılık izafe edip tapınmışlardır. Yaptıkları bu küstahlık neticesinde de Cenab-ı Hakk, güneşi tutulma olayıyla cezalandırmış ve onun gerçek mabut olmadığını, olamayacağını göstermiştir.

“BİLİR onu er kişi, edeptir işin başı;/  Hakk’a ermek istersen onu başında taşı.”

Edep, “toplum töresine uygun davranma, iyi ahlâk, incelik ve terbiye” olarak tanımlanır. Yaşamın her yönünü kapsayan görgü ve ahlâk kurallarıdır. Daha genel bir çerçeveden bakacak olursak, “güzel işlere uymak, çirkin işlerden sakınmak” olarak açıklayabiliriz edep kavramını. “Güzelin, güzelliğin peşinden gidip çirkinliği terk etmek” de diyebiliriz. Bir tarikata hizmet için giren canların uyması gereken yükümlülüklerin hepsine birden “edep” adı verilir. Bu yola baş koyan kişi, yolun kurallarını özel bir edep eğitiminden geçerek öğrenir ve davranışlarıyla tatbik eder. Kişinin bu yolda edebi terk etmesi, onu itibardan düşürür. Sadece onu itibardan düşürmekle de kalmaz, mensubu bulunduğu topluluğa da büyük zararlar verir. Bu yüzdendir ki, Mevlâna’nın bu yola çıkan canlara ilk tembihi, edebe sıkı sıkıya bağlanmak ve onu yol arkadaşı edinmektir. Zira er kişi, her işin başının edep olduğunu bilir; Hakk’a ermek için onu başına taç, gönlüne ilâç eder.

“Attığın her adımda edep olsun yoldaşın;/ Edepsizden uzak dur, olmasın o sırdaşın.”

“Edebiyat” kelimesi de edepten türeyen ve güzel sanatların şahı olan bir alandır. Bu alanda ter döken, emek harcayan kişiye de “edip” ismi verilir. Edip, edep dairesi içerisinde güzelin, güzelliklerin peşinde olan kişidir. Diğer bir anlamı da “insanı hayrette bırakacak ilginç, tuhaf şey” demektir. Güzel olan, hayrete sebeptir. Zira hayret de “hayran”dan gelen bir kelimedir ki hayranlık güzele duyulur.

Sözlükleri karıştırmaya devam ettiğimizde, “edep” kavramının farklı farklı anlamları karşılar bizi. Bu anlamlarından bir tanesi de “dua”dır. Dua, Hakk’tan isteyeceklerimizi edep dâhilinde istemektir. Biliriz ki, usulünce istenilen her şey isteyene ihsan edilir. Edep, bütün erdemleri içinde taşıyan yüce bir âlemdir. Vazifesini lâyıkıyla yerine getiren bir çalışanı gördüğünüzde, sözüne sadık bir gönlü güzele denk geldiğinizde, vefayı iliklerinize kadar hissettiren bir dosta rastladığınızda, bilin ki bu canlar edep bilincinden beslenmektedirler. Bu bilinçten yoksun olanlarsa “edepsiz” olarak nitelendirilir. Edepsiz ki, hangi dalı tutarsa elinde kalır. Ne dünyalıktan tat alır, ne ihyalıktan. Varlık âleminde gönül darlığından kurtulamaz.

“O edepsiz kullar ki doğru yolu şaşırır;/ Hakkı olmayanları ‘Hakkım’ deyip aşırır.”

Edebi her işinde, her sözünde, özünde düstur edinenler Hakk’ın nuruyla nurlanırlar. Edepsizler ise nefislerinin kölesi olmuş zavallılardır ve bunlar hem maddî, hem manevî zulümden kurtulamazlar. Onlar için her şey karanlıktır. Onların nasibi nasipsizliktir. Yazık ki onlara, bunu fark bile edemezler.

“Kârdayız sanıyorlar fakat zarar büyüktür./ Onun tuttuğu dallar elde kalır, çürüktür.”

Elde ettikleri üç beş dünyalığı kâr sayarlar. Bilmezler ki edep dairesi dışında sahip oldukları her şey onlar için kâr değil, aksine zararın en büyüğüdür. Hepsi birer yol kesici, nasip engelleyici, zulmedicidir.

“Rahmân, Rahîm olan Hakk herkese verir ihsan./ Edepsiz ki karanlık, edepli nurlu insan.”

Cenab-ı Hakk, ihsanını her kuluna verir elbette. Onun katında sen ben farkı yoktur. Çünkü O, Rahmân’dır. Yalnız burada verilen ihsanın inceliğine ve mânâsına dikkat etmek gerekir. O’nun öyle hususi ihsanları vardır ki bunları yalnızca edep sahiplerine bahşeder. Bu ince çizgi de O’nun Rahîm sıfatının bir tecellisidir. Öyle ki, bu tecelliye mazhar olabilenler tüm karanlıklardan sıyrılıp O’nun Nuruyla nurlanırlar.

“Hakk yolluyor ihsanı; O’nun yeri göklerdir./ Biz nankör kullarını Rabbim, Sen şükre erdir.”

Biz gafil kulların başına her gün sağanak şeklinde ihsan yağmurları da yağsa gözümüzü hep yere dikeriz. Bütün derdimiz, çabamız, isteğimiz bu yoklar âlemine yöneliktir. Oysa yağan o ulvî feyiz yağmurlarının hikmetini bir anlayabilsek, onlarla temas edebilsek, işte o zaman asıl mayamız, özümüz, kimliğimiz ortaya çıkar. Edepliler topluluğuna mensup canlar isek, ihsan edilen bu feyiz yağmurları bize kanat takar, lâkin edepsizler takımında isek bu değerli inciler gönlümüze ağır gelir. Çünkü güzellik, görebilen ve görmeyi bilen gözlere lâyıktır.


Doymamışlık edepten değildir

“Gönderdiğin nimete nimetsizlik ediyor;/ Verdiğine doymamış, dahasına gidiyor.”

Gönderilen İlâhî nimetler, edepsizler için bir anlam ifade etmez. Çünkü onların gayesi dünyalık şeylere ulaşmaktır. Ulaştıkları her dünyalığın bir sonrasını, dahasını isterler. Bunu yaparken hem kendilerine, hem mensup oldukları topluluklara zulmederler. Fakat yaptıkları bu zulmün farkında bile olmazlar. Burada edep sahiplerine büyük iş düşmektedir: O zalimleri, gafilleri uyarmak ve dizginlemek...

“Tuttuğu yol, yol değil; sonu ateşe çıkar./ Yalnız kendini değil, koca âlemi yakar.”

Müslüman, Müslüman kardeşinden sorumludur. “Ben üzerime düşeni yaptım, başkası beni ilgilendirmez” diyemez. Yoldan çıkan, yanlış yola sapanları kolundan tutup doğru yola iletmek, onun görevidir. Zira bu yolunu kaybedenlerin ateşine zamanında doğru müdahalede bulunulmazsa koca bir âleme sebep olabilirler.

“Yaptıkları bu hata, başlarına iş açtı;/ Kurulan o sofranın inan ki tadı kaçtı.”

Bu konuda Hazreti Musa kavmine telmihte bulunmadan geçmek doğru olmaz diye düşünüyorum. Hazreti Musa’nın Firavun’un elinden kurtardığı kavmine gökten Hakk’ın bir lütfu olarak kudret helvası ve bıldırcın gönderilmişti. Burada gönderilen ihsanları İlâhî feyiz olarak düşünmek yanlış olmaz. Lâkin gönderilen bu nimetlerin kıymetini bilmeyen zavallılar, Hakk’tan sarımsak ve mercimek talebinde bulundular. Yaptıkları bu edepsizlik neticesinde gökten gelen sofra gelmez, o nimetler verilmez oldu. Bu gafiller, çalışıp kazanmak ve ekip biçmek zorunda kaldılar. Demek ki ihsan edilen yüce mânâlara her kalp lâyık olamıyor. Onunla irtibat kurmuş olsalar bile nasipsizliklerinden aç kalıyorlar.

“Kesildi gelmez oldu, gökten bir tutam ihsan;/ Bu işin sebebidir gönüldeki kötü zan.”

Değinmemiz gereken bir başka kavim ise Hazreti İsa’nın kavmi. Peygamberin şefaatiyle nimetlere ulaşanlar -İlâhî nimetler-, tıpkı diğerlerinin yaptığı gibi edepsizliğe kalkışıyorlar. Hakk, biz neyi talep edersek bize onu verir. Onlara da yaptıkları bu edepsizliğin karşılığını çok hazin bir şekilde veriyor elbette. Çalıp çırparak biriktirmeye çalıştıklarından da oluyorlar.

İçine düştüğümüz şükürsüzlük, doymazlık ve kanaatsizlik de birer edepsizlik örneğidir. Birer körlüktür, nankörlüktür. Çünkü Hakk’ın sofrasındaki nimetler, görmeyi bilen gözler ve edep sahibi gönüller için birer ummandır. O sofradaki sınırsız nimetlerden lâyıkıyla yararlanmak da, o kapıların kapanmasına sebep olmak da bizim elimizde.

Bir diğer edepsizlik alameti ise sürekli gamda olmaktır. Gam, bizi ümitsizliğe sürükler. Ümitsizlik ise beraberinde depresyonu getirir. Malûm, günümüzün moda hastalığı… “Her şey bitti, çare yok, dünya başıma yıkıldı” gibi düşüncelerle kuyuya düştükçe düşeriz. Fakat Cenab-ı Hakk, hiç kimseyi o kuyularda çaresiz çırpınsın diye yaratmamıştır. “Allah’tan ümit kesilmez” gerçeğini asla unutmamak, üzerimizdeki gam yorganını yırtıp atmak düşer bize.

“El açtık, kapındayız; geldik Hakk huzuruna./ Şefaat göster bize nur yüzlüler uğruna.”

Gam yorganını yırtıp edepsizlik çukurundan kurtulmanın tek kapısı, Hakk huzurudur. O kapıya gidip gereğince isteyen kimse yüzgeri gönderilmez. Mutlaka o cana şefaat ihsan edilir. Bu yüzdendir ki, hiçbir zaman yeise kapılmamak, daim ümitvar olmak gerekir.

“Sende bitmez tükenmez nimetler ki ummandır;/ Doyumsuz nefisleriz, bizi nimete kandır.”

Ne yazık ki doyumsuz nefislere sahibiz. Kazandıkça, sahip oldukça hep daha fazlasını talep ediyoruz. Doymayan bu nefislerimiz de bizi edepsizliğin tuzağına düşürüyor. Sanki Hakk’ın nimetleri sınırlıymış gibi bir biriktirme ve depolama çabasındayız. Oysa o sofra da, sofradaki nimetler de sınırsız ve sonsuz. Nefsimizi dizginlemeyi, ona “Dur!” demeyi bir becersek, bütün nimetlere kanacağız. Aksi durumda edepsizliğin ateşinde yandıkça yanacağız.

İhsan için edep

“Ne duyar, ne dinleriz; sen belle ki biz sağır./ Yanlışa koşuyoruz, ne olur Hakk’a çağır.”

Birçoğumuz kör duyularımızla hareket ediyoruz. Onların bizi gerçeğe, doğruya götüreceğine o kadar eminiz ki aksini hiç aklımıza getirmiyoruz. Oysa onların bizi ulaştıracağı hakikatler sınırlı. O sınırı aşmak ve asıl gerçeğe -Hakk’a- ulaşmak gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde edebin gereğini de yerine getirmemiş oluruz. Bu da bizi duyan sağırlara, gören körlere dönüştürür ne yazık ki. Edepliler tayfasında yer alıyorsak bu beş kör duyunun ötesine geçme ve yanlışı doğrudan seçme ihsanına erişebiliriz.

“Kibriya sofrasını kuruyor bizler için,/ Yolsuzluğu bırakıp gayrı edebi seçin.”

Cenab-ı Kibriya’nın sofrasında her cana yer vardır. Her can için de sınırsız nimetler sunulur. Fakat nasibini nasipsizlikten alanlar bu İlâhî nimetlerin önemini anlayamaz. Onlara güllerle bezenmiş yollar açılır. Ne yazık ki derdi diken olanın bu güllerden istifade etmesi mümkün değildir. O, yolunu yolsuzluk olarak seçmiştir çoktan. Belki de bir uyarıcıya ihtiyaç duyarlar edep dairesine geçmek için.

“Hırsta ısrar edersek sonumuz olacak gam;/ ‘Çare yok’ diyen kullar, görün bakın ne de ham.”

“Hamdım, piştim, yandım” mertebelerinin ilk basamağında kalan ham gönüller, edepten bîhaberdirler. Bu sarhoşluk, onları önce hırs batağına sürükler. Hırsta ısrarın sonu da gam ateşinde yanmak, gül iken har olmaktır. Onlar ki, çaresizler çaresini unutup çırpındıkça batarlar. “Çare bizim için yok” deyip suçu kime atarlar?

“Gelen her nimeti sizin sanıp kanmayın,/ Doyumsuzluk oduna düşüp de siz yanmayın.”

Küstahlık ve arsızlık gömleğini giyenler, gelen nimetlerin asıl Sahibini unutur, “Hep bana, hep bana!” düsturuyla hareket ederler. Oysa o İlâhî feyizlerin, sonsuz nimetlerin asıl Sahibi vardır ki O’nu aradan çıkarma küstahlığına kalkışmak, Cehennem odlarına odun olmak demektir.

“Edep elden giderse sonudur kasvetle gam,/ Arsızlık ve küstahlık buna derler, vesselâm.”

O ateşe odun olmak, yandıkça yanmak istemiyorsak çare belli: Edebe sahip çıkmak, her nefeste o daire içinde hareket etmek. O, elden giderse sonumuz kasvetle gam, vesselâm…

“Gönlü edeple doldur varmadan o menzile;/ Temiz ve masum gider bil ki o nurlu ile.”

Bu dünya hayatı geçici. Üç beş gün oyalanıp asıl yurda, o meclise döneceğiz. Buraya gelmek, günleri doldurmak, kirlenip pislenmek işin en kolay yanı. Lâkin şunu unutmamak gerekir: O nurlu ile, o huzura yalnızca temiz ve masum olanlar, gönlünü edeple dolduranlar gidebilecek. Diğerlerinin varacağı son durak külistandır, aşikâr.

“Edebi terk edersen in ü cin zelil olur,/ Âlemi aydınlatan o şems dahi tutulur.”

Hepimizin malûmudur ki, güneş, bu âlemi aydınlatıp ışıtan ve canlılara hayat kaynağı olan bir yıldızdır. Gafil insanlar, onun bu durumuna bakıp ışık ve ısının asıl kaynağı olarak güneşi saymıştır. Bu zanda o kadar ileri gitmişlerdir ki ona tanrılık izafe edip tapınmışlardır. Yaptıkları bu küstahlık neticesinde de Cenab-ı Hakk, güneşi tutulma olayıyla cezalandırmış ve onun gerçek mabut olmadığını, olamayacağını göstermiştir. Bu hâdise bize gösteriyor ki, edebi terk edersek zelil olan sadece biz olmayız. Onu terk ettiğimiz takdirde bütün mahlûkat ziyan çukuruna düşer ve itibarını kaybeder. O vakit “Edep Ya Hu!” diyelim, o nurlu bahçeye girelim. Kargalığa ve külistana sırt dönüp bülbüle ve gülistana gönlümüzü verelim.