YÛNUS’un gönlünde, “Gezdim Halep ilen Şam’ı/ Eyledim ilmi
talep/ Meğer ilim bir hiçmiş/ İllâ edep, illâ edep” dizeleriyle adeta ruh bulan
edebi ilimden üstün kılan nedir?
Kaygusuz’un dilinde, “Kaygusuz Abdal uyan/ Aşkı bil,
aşka boyan/ Şöyle demiştir diyen:/ ‘Var edeb öğren edeb’” dizeleriyle adeta
aşkla bütünleşen edep nedir?
Şair Urfalı Nabi’nin “Sakın terk-i edepten” diye
başlayan feryad u figanı neye işarettir?
Mevlâna Celâleddin-i Rumî’de, “Allah’tan edebe
muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur.
Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz, belki
bütün dünyayı ateşe vermiş olur” cümleleriyle anlam kazanan edep, aslında İslâm
entelijansiyası için
geniş bir dünyayı ifade etmektedir.
Bu
dünya, daha çok “adap” kavramı etrafında şekillenmiş ve Lokman Hekim’in oğluna
nasihatlerinde bambaşka ruh bulmuştur. Lokman Hekim’in meşhur sekiz öğüdünde,
aslında özelde Müslüman, genelde insan yaşamı için temel paradigmalar
çizilmiştir: “Namaza durduğunda kalbini tut” öğüdü, ibadet adabının özü, esası
değil midir? Keza, “Sofraya oturduğunda mideni tut” ifadesi, yemek adabının esası
değil midir? Aynı şekilde, “Mecliste iken dilini tut” nasihati, sohbet ve
iletişim adabının ana çizgisi değil midir? Ve “İnsanların evlerinde (özel
hayatlarında) iken gözlerini tut” ilkesi, sosyal hayatın olmazsa olmazı değil
midir?
Mevlâna
Hazretlerinin, “Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan/ Giy ol tacı, emin ol
her belâdan” öğüdü ile edep tacını kuşanmak, hayatın ve ahiretin esas ölçüsü
değil midir?
Öyleyse
nedir edep, nedir adap? Kelime olarak edep; incelik, nezaket, kibarlık, terbiye
ve güzel ahlâktır. Hayatın içinde edep, kişinin söz ve davranışlarında diğer
insanlarla ilişkilerinde ölçülü davranması, hesabî değil hasbî olması ve iyi
geçinmesi olarak özetlenebilir. Sözlükte edep, “me’debe” kelimesinden gelmektedir. Garip ama gerçek, o da “sofra” anlamına
gelmektedir. Hayat zaten bir sofra değil midir? Sofrayı bilen, sofrayı anlayan,
hayatı çözmüş olmaz mı? Post-modernizmin bir mottosu olan “Açken sen, sen
değilsin” sloganı sofra adabına en aykırı davranış tarzlarından biri değil mi?
Asıl insan olmak, “Açken sen, sensin” olmak değil midir? Belki de o nedenle
tasavvufta “Edep aklın dıştan görünümüdür” denilmiştir. Seriy es-Sakatî
Hazretlerinin diliyle, “Edep, aklın tercümanıdır”.
Adab,
“edep” kelimesinin çoğulu ve bütünleştiricisidir. Adab-ı muaşeret, yemek adabı,
oturma kalkma adabı gibi şekillerde kullanılır. Peygamberimizin (sav) edebi
peygamberliğin kırkta biri olarak tanımlamış olması, onun sosyal hayatın
bütününü ihata etmesindendir.
Hızırzâde Said Bey’in, “Sükûtu, bilmediğinden değil, edebindendir/ Gerçi
söylemez amma neler bilir âşık” şeklindeki mısraları, edebin aşkla ilişkisini
ve edep ile susmanın güzelliğini ifade etmektedir. Öyleyse sohbetin edep
hâlinde, “edep dâhilinde” kalmak, “edebini bilmek”, “edebiyle oturmak” ve “
edebini takınmak” gerekir. “Edebî kelâm” söylemenin esası da budur. Mevlâna, “Aklıma ‘İman nedir?’ diye sordum, aklım da kalbimin kulağına eğilip, ‘İman
edepten ibarettir’ diye fısıldadı” şeklinde yazmaktadır. Öyleyse edebin en
önemli boyutu kulluk ile ilgilidir. Kulluk ile ilgili edep, kulun hem Allah ile
olan ilişkisinin, hem de kullarla olan ilişkisinin yani dünya hayatının esasını
belirler. Gerçekten de edep hâddini, sınırlarını ve
sınırsızlığını bilmektir.
Edep, severken de sınırlarını kaybetmemektir. Mübârek
hocasıyla yola çıkan bir talebenin yol hikâyesi vardır: Yolculuğun bir yerinde
hocası susamıştır. Talebe, hocasını olduğu yerde bırakır ve beklemesini
isteyerek en yakın köyden bir koşu su alıp geleceğini söyler. Hocası “Tamam”
der, talebe köye gider. Köy çeşmesinde bir güzele gönlünü kaptırır, aslî
görevini unutur, o güzelin peşine düşer. Nikâh, düğün derken yıllar sonra ondan
su bekleyen hocası aklına gelir. Büyük bir mahcubiyetle ve umutsuz bir hâlde
hocasını bıraktığı yere koşarak gider. Bir bakar ki hocası hâlâ oradadır. Yerin
dibine girer ama Yavuz Bülent Bakiler’in bir şiirinde yazdığı gibi, hocasının,
“Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var”dır. Talebesinin geldiğini görünce,
tebessümle, “Nerede kaldın be oğlum, az daha gelmesen beni burada unuttuğunu
düşünecektim” der. İşte edebin sevgi hâli budur!
Edebin en güzel hâli, kullukta edeptir. Büyük velî
Bayezid-i Bistâmî’ye “Bulmuş olduğun şeyi ne ile buldun?” diye sorulduğunda,
“Yüce Allah’la halvette bulunarak, ıssız yerlerde bile edebe riayet ederek”
diye cevap vermesinde saklı olan, kullukta edeptir. Üstad’ın
Çile’sinde, “Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik/ Ve çevre çevre
nûr, çevre çevre nûr/ İç içe mimari, iç içe benlik/ Bildim seni ey Rab,
bilinmez meşhur” diye yazdığı “bilinmez meşhuru” bilmektir. Elbette bunun için
de önce ihsanı bilmek gerekir.
“İhsan nedir?” sorusunun cevabı, bu konuda yolumuza
ışık tutabilir. Edebi iman teknesinde ihsan hamuruyla yoğurmak ve ibadet
ateşinde pişirmek gerekir.
Kullukta edep, berre ve tevellayı kuşanarak, “beyne’l-havfi
ve’r-reca” çizgisinden ayrılmamaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar bollukta ve darlıkta
infak ederler, kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını
affederler. Allah iyilik yapanları sever” şeklinde beyan edilen hâle böyle
ulaşılır.
Kullukta edebin anahtarı takvadır. Takva, Cenab-ı
Hakk’a yakınlığın da esasıdır. Bir yanıyla “Allah korkusu”, ancak diğer yanıyla
“Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmek” olan takva, yaratılanı Yaradan’dan ötürü
severek O’nun hak ve hukukuna riayet etmektir. Bu sevgi sadece insan ile
sınırlı değildir. Yaratılan her şeyi kapsar. Yûnus’un Taptuk için çiçek
toplarken hiçbirine kıyamamasının nedeni de budur. Yani Yaradan’dan ötürü
yaratılanı sevmek, ona saygı duymaktır.
Özetle edep, sofrayı tevazu gemisinde yürütmektir. “Edep
güzel ahlâktır” diye yazmıştık yukarıdaki satırlarda. Güzel ahlâk ise Mevlâna’nın
şu yedi öğüdünü yaşam felsefesi yapmak ve yaşamaktır: “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş
gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü
gibi ol. Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülülükte deniz gibi
ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”