Edep: Berre ve tevellayı kuşanmak

Kullukta edep, berre ve tevellayı kuşanarak, “beyne’l-havfi ve’r-reca” çizgisinden ayrılmamaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler, kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever” şeklinde beyan edilen hâle böyle ulaşılır.

YÛNUS’un gönlünde, “Gezdim Halep ilen Şam’ı/ Eyledim ilmi talep/ Meğer ilim bir hiçmiş/ İllâ edep, illâ edep” dizeleriyle adeta ruh bulan edebi ilimden üstün kılan nedir?  

Kaygusuz’un dilinde, “Kaygusuz Abdal uyan/ Aşkı bil, aşka boyan/ Şöyle demiştir diyen:/ ‘Var edeb öğren edeb’” dizeleriyle adeta aşkla bütünleşen edep nedir?

Şair Urfalı Nabi’nin “Sakın terk-i edepten” diye başlayan feryad u figanı neye işarettir?  

Mevlâna Celâleddin-i Rumî’de, “Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur.

Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz, belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur” cümleleriyle anlam kazanan edep, aslında İslâm entelijansiyası için geniş bir dünyayı ifade etmektedir.

Bu dünya, daha çok “adap” kavramı etrafında şekillenmiş ve Lokman Hekim’in oğluna nasihatlerinde bambaşka ruh bulmuştur. Lokman Hekim’in meşhur sekiz öğüdünde, aslında özelde Müslüman, genelde insan yaşamı için temel paradigmalar çizilmiştir: “Namaza durduğunda kalbini tut” öğüdü, ibadet adabının özü, esası değil midir? Keza, “Sofraya oturduğunda mideni tut” ifadesi, yemek adabının esası değil midir? Aynı şekilde, “Mecliste iken dilini tut” nasihati, sohbet ve iletişim adabının ana çizgisi değil midir? Ve “İnsanların evlerinde (özel hayatlarında) iken gözlerini tut” ilkesi, sosyal hayatın olmazsa olmazı değil midir? 

Mevlâna Hazretlerinin, “Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan/ Giy ol tacı, emin ol her belâdan” öğüdü ile edep tacını kuşanmak, hayatın ve ahiretin esas ölçüsü değil midir?

Öyleyse nedir edep, nedir adap? Kelime olarak edep; incelik, nezaket, kibarlık, terbiye ve güzel ahlâktır. Hayatın içinde edep, kişinin söz ve davranışlarında diğer insanlarla ilişkilerinde ölçülü davranması, hesabî değil hasbî olması ve iyi geçinmesi olarak özetlenebilir. Sözlükte edep,me’debe” kelimesinden gelmektedir. Garip ama gerçek, o da “sofra” anlamına gelmektedir. Hayat zaten bir sofra değil midir? Sofrayı bilen, sofrayı anlayan, hayatı çözmüş olmaz mı? Post-modernizmin bir mottosu olan “Açken sen, sen değilsin” sloganı sofra adabına en aykırı davranış tarzlarından biri değil mi? Asıl insan olmak, “Açken sen, sensin” olmak değil midir? Belki de o nedenle tasavvufta “Edep aklın dıştan görünümüdür” denilmiştir. Seriy es-Sakatî Hazretlerinin diliyle, “Edep, aklın tercümanıdır”.

Adab, “edep” kelimesinin çoğulu ve bütünleştiricisidir. Adab-ı muaşeret, yemek adabı, oturma kalkma adabı gibi şekillerde kullanılır. Peygamberimizin (sav) edebi peygamberliğin kırkta biri olarak tanımlamış olması, onun sosyal hayatın bütününü ihata etmesindendir.

Hızırzâde Said Bey’in, “Sükûtu, bilmediğinden değil, edebindendir/ Gerçi söylemez amma neler bilir âşık” şeklindeki mısraları, edebin aşkla ilişkisini ve edep ile susmanın güzelliğini ifade etmektedir. Öyleyse sohbetin edep hâlinde, “edep dâhilinde” kalmak, “edebini bilmek”, “edebiyle oturmak” ve “ edebini takınmak” gerekir. “Edebî kelâm” söylemenin esası da budur. Mevlâna, “Aklıma ‘İman nedir?’ diye sordum, aklım da kalbimin kulağına eğilip, ‘İman edepten ibarettir’ diye fısıldadı” şeklinde yazmaktadır. Öyleyse edebin en önemli boyutu kulluk ile ilgilidir. Kulluk ile ilgili edep, kulun hem Allah ile olan ilişkisinin, hem de kullarla olan ilişkisinin yani dünya hayatının esasını belirler. Gerçekten de edep hâddini, sınırlarını ve sınırsızlığını bilmektir. 

Edep, severken de sınırlarını kaybetmemektir. Mübârek hocasıyla yola çıkan bir talebenin yol hikâyesi vardır: Yolculuğun bir yerinde hocası susamıştır. Talebe, hocasını olduğu yerde bırakır ve beklemesini isteyerek en yakın köyden bir koşu su alıp geleceğini söyler. Hocası “Tamam” der, talebe köye gider. Köy çeşmesinde bir güzele gönlünü kaptırır, aslî görevini unutur, o güzelin peşine düşer. Nikâh, düğün derken yıllar sonra ondan su bekleyen hocası aklına gelir. Büyük bir mahcubiyetle ve umutsuz bir hâlde hocasını bıraktığı yere koşarak gider. Bir bakar ki hocası hâlâ oradadır. Yerin dibine girer ama Yavuz Bülent Bakiler’in bir şiirinde yazdığı gibi, hocasının, “Ne yüzünde bir gölge, ne dilinde sitem var”dır. Talebesinin geldiğini görünce, tebessümle, “Nerede kaldın be oğlum, az daha gelmesen beni burada unuttuğunu düşünecektim” der. İşte edebin sevgi hâli budur!

Edebin en güzel hâli, kullukta edeptir. Büyük velî Bayezid-i Bistâmî’ye “Bulmuş olduğun şeyi ne ile buldun?” diye sorulduğunda, “Yüce Allah’la halvette bulunarak, ıssız yerlerde bile edebe riayet ederek” diye cevap vermesinde saklı olan, kullukta edeptir. Üstad’ın Çile’sinde, “Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik/ Ve çevre çevre nûr, çevre çevre nûr/ İç içe mimari, iç içe benlik/ Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” diye yazdığı “bilinmez meşhuru” bilmektir. Elbette bunun için de önce ihsanı bilmek gerekir.

“İhsan nedir?” sorusunun cevabı, bu konuda yolumuza ışık tutabilir. Edebi iman teknesinde ihsan hamuruyla yoğurmak ve ibadet ateşinde pişirmek gerekir.

Kullukta edep, berre ve tevellayı kuşanarak, “beyne’l-havfi ve’r-reca” çizgisinden ayrılmamaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler, kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever” şeklinde beyan edilen hâle böyle ulaşılır.

Kullukta edebin anahtarı takvadır. Takva, Cenab-ı Hakk’a yakınlığın da esasıdır. Bir yanıyla “Allah korkusu”, ancak diğer yanıyla “Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmek” olan takva, yaratılanı Yaradan’dan ötürü severek O’nun hak ve hukukuna riayet etmektir. Bu sevgi sadece insan ile sınırlı değildir. Yaratılan her şeyi kapsar. Yûnus’un Taptuk için çiçek toplarken hiçbirine kıyamamasının nedeni de budur. Yani Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmek, ona saygı duymaktır.

Özetle edep, sofrayı tevazu gemisinde yürütmektir. “Edep güzel ahlâktır” diye yazmıştık yukarıdaki satırlarda. Güzel ahlâk ise Mevlâna’nın şu yedi öğüdünü yaşam felsefesi yapmak ve yaşamaktır: “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülülükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”