
“HAYAT nedir?” diye bir
soru sorulsa, basit bir tarifle, “Bir insanın doğumu ile ölümü arasında
yaşadığı süredir” deriz. Ölümü hayattan ayrı tutamayız; zira ölüm, hayatın bir
gerçeği ve onun mihenk taşıdır.
Her
gün gazetelerde, televizyon haberlerinde bir ölüm haberi okur ya da duyarız.
Minarelerden bir salâ okunduğunda hemen toparlanır, “Kimmiş?” diye merak
ederiz. Namaza gittiğimizde, gözümüz ister istemez vefat edenlerin yazıldığı
ilân tahtasına ilişir. “Falan şehirden veya köyden gelme, falan ve falanın
anası, babası, mahdumu, kerimesi falanca vefat etmiştir. Namazı öğle/ikindi
namazını müteakip kılınıp falan mezarlıkta defnedilecektir. Allah rahmet
eylesin.”
Ölümün
kapısını çalmadığı hiçbir hane yoktur. Hatta darb-ı mesel olmuştur “Gelin
gelmedik ev olur da ölüm gelmedik ev olmaz” diye. Hayatı yaratan Yüce Rabbimiz,
ölümü de yaratmış, onun gerçekleşmesini de birtakım sebeplere bağlamıştır.
Aslında bu sebeplerin hepsi birer bahanedir, asıl olan, ölüm gerçeğidir. Onun
için, “Ölüm geldi cihâne, baş ağrısı bahane” denilmiştir.[i]
Kitabımız
Kur’ân-ı Kerim’de, “Her nefis ölümü tadacaktır”[ii]
ayeti üç kere tekrarlanmış. Başka bir ayet-i kerimede ise, “Biz şüphesiz (her
şeyimizle) Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz”[iii]
buyurulur. Müslüman için ölüm bir son değil, aksine ebedî bir hayatın
başlangıcıdır. Müslüman, ölümden korkmak yerine ölüme hazırlıklı olmaya gayret
eder. Bilir ki, dünya hayatı gelip geçicidir ve bu imtihan dünyasında ahiret
hazırlığı olanlar ölümden sonraki ebedî hayatta rahat edeceklerdir. İmam Gazalî, ”İnsan lâzım gelen hazırlığı yapmadığı veya günahkâr olduğu için ölümden
korkar, İlâhî aşk artınca ölüm korkusu yok olur” demiştir. Tam da
burada Yunus Emre devreye girer ve “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez” diyerek
bedenin öleceğini, ruhun ölmeyeceğini, hatta İlâhî aşka düşen âşıkların asla bu
hâl değişimini ölüm olarak görmediklerini deklare eder.
Ölümü
“şeb-i arûs” olarak gören Hazreti Mevlâna da insanın tüm hayatını ölüm
hazırlığı içinde tanzim etmesi gerektiğini vurgular: “Ölüm yalnız eski bir evin yıkılıp yeni bir sarayın yapılması gibidir.
Ölüm, perde arkasında mesut bir vuslattır. Fakat böyle saadetli bir vuslata, ferah
bir saraya varabilmek için bütün hayatını bir ölüm hazırlığı diye tanzim
etmelidir.”
Yahya
Kemal de mutasavvıfların ölüme nasıl baktıklarını, “Ölüm, âsûde bahar ülkesidir bir rinde” mısraıyla en güzel şekilde
anlatır.
Ölümden
sonraki hayata hazırlanmanın ne kadar gerekli olduğunu Abdürrahim Karakoç, “İncitme”
şiirinde şu mısralarla ne kadar güzel bir biçimde anlatmış: “Temizlen de gir mezara/ Toprak senden
incinmesin/…/ Tabutuna sararlarsa/ Bayrak senden incinmesin.”
Ölüm
hayatın bu kadar önemli bir gerçeği olunca, edebiyatçılarımız da onu es
geçmemiş, ölüm hakkında şiirler, denemeler, romanlar yazmışlardır. Biz bu
yazımızda ölüm hakkında yazılan şiirlere kısa bir yolculuk yapacağız.
Türk
edebiyatında ölüm duygusu ve düşüncesinin ele alındığı edebî türlere
İslâmlıktan önceki Türk edebiyatında “sagu”, halk edebiyatında “ağıt”, Dîvan
edebiyatında ise “mersiye” denilir. Mersiye ve ağıt türlerinde genellikle ölen
kimse için duyulan üzüntü, ölenin yiğitlik, cömertlik ve iyilik gibi
meziyetleri dile getirilir.
Dîvan
şairlerinin ölüm konusuna bakışları, İslâm kültürü ve tasavvufî düşüncenin
etkisindedir. Dîvan şairleri açısından ölüm, kabul edilmesi gereken bir
gerçektir. Bu sebeple beyitlerde bu konuyla ilgili ifade edilen düşünceler,
ölümü sorgulamaktan çok, şairlerin içinde bulundukları kültür çerçevesinde bu
konuyla ilgili şahsî fikirleridir. Ölüm kavramı şairlerce tasavvufî açıdan
yorumlandığında ise bir kavuşma, büyük bir bayram (şeb-i arûs) olarak
değerlendirilir.[iv]
Şemseddin-i
Sivasî, bir beytinde, ölmeden evvel ölme sırrına mazhar olanların daha Sûr’a
üfürülmeden haşr-u neşri göreceklerini belirterek şöyle der: “Mûtû kable en temûtû sırrına mazhar olan/ Gördü
onlar haşr u neşri nefha-i sûr olmadan.”
Fakat
ölmeden evvel ölme sırrına mazhar olmak o kadar kolay değildir. Büyük şair
Yahya Kemal, bu gerçeği ne güzel ifade etmiş: “Ölmek değildir ömrümün en feci işi/ Müşkül budur ki, ölmeden evvel
ölür kişi.”[v]
Yunus
Emre de dünyayı bir misafirhane görür: “Bu
dünyaya gelen kişi âhir yine gitmek gerek/ Misafirdir vatanına bir gün sefer
etmek gerek.”
Ölüme
bir mutasavvıf gibi yaklaşan bir şair de geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Üstad
Sezai Karakoç’tur. Karakoç, ölümü bir diriliş ve bir bildiriş olarak görür: “Anlatacaktım ölümlerini bir sonbahar
eşliğinde/ Bir kış güneşliğinde/ Fakat baktım, bu ölüm değil, diriliştir/ Tabiatı
aşan bir bildiriştir.”
Şairlere
göre, insanoğlu bu dünyaya üryan gelip üryan gider; ölümün yüzü soğuktur ve kimseyi
koymaz[vi]:
“Kimi önümce ağlar, kimi vây der/ Ölüm
koymaz kamu yahşı yamanı.” (Nesimi) (“Kimi önünde ağlar, kimi vay eder; iyi
kötü demeden herkesin başına gelecektir.”) Ölüm karşısında insanlar çâresizdir.
O, iyi kötü, zengin fakir ayırmaksızın herkesin başına gelecektir.[vii]
Yunus
Emre, dünya hayatını bir pazara benzetir ki, çıplak olarak dünyaya gelen insan,
dünya pazarından kefen alıp tekrar mezara döner: “Ana rahminden geldik pazara/ Bir kefen aldık, döndük mezara.”
“Ölü yüzü sovuktur
kimse bakmaz/ Âkıbet unuturlarmış öleni.” (Nesimi) (“Ölü yüzü
soğuktur kimse bakmaz; olan biten sonunda unutulur.”) İnsanlar en yakınlarına
bile ölümlerinden sonra bir başka gözle bakarlar. Ölen kişi önünde sonunda
unutulacaktır. [viii]
“Encüm-i
seyyâre-veş gözi açuklar bana/ Ölmege Yahyâ gibi bir güzel uyhu didi.” (Şeyhülislam
Yahya) (“Yıldızlar
gibi gözü açıklar, bana, ‘Yahyâ gibi ölmek, bir güzel uyku’ dedi.”) Kalp gözü
açık insanlar ölümü “bir güzel uyku” diye tanımlamışlardır.[ix]
“Ölmek âsân âşıka
bir dem firâk-ı yâr güc/ Böyle müşkil derd esîri hasteye tîmâr güc.” (Nef’î) (“Âşık için ölmek
kolay fakat sevgiliden bir an olsun ayrılık güçtür. Böyle zor bir derde düşmüş
hastanın iyileşmesi güçtür.”) Âşık için ölmek değil, sevgiliden ayrı kalmak
güçtür. Ayrılık derdine düşmüş hastanın iyileşmesi zordur. [x]
“Bir
daha ölmemek için ölünür”
Cumhuriyet
dönemi edebiyatımızda da ölüm teması şiirlerde işlenmiştir. Nazım Hikmet, “Yine
Ölüme Dair” şiirinde ölümü düşündüğünü şu mısralarla anlatmış: “Yani efendim, hayat…/ Ve bütün bu ihtimâlât/
1900 kaç senesinin/ Kaçıncı ayı/ Kaçıncı günü/ Kaçıncı saatinde/ Zevcem, ruhu
revanım/ Hatice Pîrâyende, ölümü düşünüyorum.”
Sonbahar şiirinde Yahya Kemal Beyatlı, ölümü
sonbahara benzetmiş: “Fanî ömür biter,
bir uzun sonbahar olur./ Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur./ Yaprak
nasıl düşerse akıp kaybolan suya,/ Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,/ Duymaz
bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı./ Fark etmez anne toprak ölüm mâceramızı.”
“Bir
Gün İcadiye’de” şiirinde Ahmet Hamdi Tanpınar, ölümün geçen zamandan başka bir
şey olmadığını belirterek ölüme farklı bir pencereden bakmıştır: “Harap mezarlıklarda ölülerin duası/ Gelir
ve tekrar doğar ölmüş sandığın aşka/ Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan başka.”
Cahit Sıtkı da “Ömrümde Sükût” şiirinde hayatının
bir buz parçası gibi eriyeceğini, bir gün öldüğünde ise kimsenin bunu
bilmeyeceğini terennüm eder: “Ömrüm böyle
esrarlı geçecek ses vermeden/ Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika/ Bir buz
parçası gibi kendinden eriyecek./ Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,/
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek!”
Ölümle ilgili bir şiir de Ahmet Muhip Dıranas’tan. “Her
Şey Uzaktadır” şiirinde ölümün insana en yakın şey olduğunu söyler: “Uzaktadır her şey, hep… Yalnız ölüm,/ Her yerde, her
an yakınımız, ölüm.”
Ölümü ladese tutuşmuş gibi hiç aklından çıkarmayan
Behçet Necatigil de esprili bir şekilde yaklaşır bu konuya Lades şiirinde: “Uzayacağa benzer/ Tutuştuğumuz lades./ İşi
gücü bırakıp/ Mezarlığa nazır/ Bir eve taşındım./ Ölüm;/ Sen beni aldatamazsın./
Aklımda…”
Orhan Veli de ölüme şerh düşen şairlerden. Garip
şairimiz de ölümü bir temizlik olarak görmüş ve “Ölüme Yakın” şiirinde şunları
söylemiş: “Ölünce kirlerimizden temizlenir/ Ölünce
biz de iyi adam oluruz;/ Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,/ Hepsini
unuturuz.”
“Diyalektik Gazel” şiirinde Atilla İlhan, ölümü
şaşalı bulur: “Büyük bir
şaşaadır ölüm/ Ebruli nurlarla gelir/ Öyle bir yanardağdır ki öfkesi/ Mutantan
desturlarla gelir.”
“Üstü Kalsın” şiirinde her ölümün erken olduğunu
söyler Cemal Süreya: “Ölüyorum Tanrım/ Bu
da oldu işte./ Her ölüm, erken ölümdür,/ Biliyorum Tanrım.”
“Bayraksız Olamam” şirinde, sanki vasiyet edercesine,
öldüğünde başında bir bayrak isteyen Arif Nihat Asya da şunları söylemiş: “Ölürsem taşım, yazım/ Kaygı olmasın
yakınlarıma/ Bir şey istemem,/ Yeter ki ay doğsun mezarıma!/ Taşsız
olabilirim,/ Yazısız kalabilirim,/ Bayraksız olamam!”
Edebiyatımızda ölümü en güzel anlatan şairlerimizin
başında, şüphesiz Üstad Necip Fazıl gelir. Necip Fazıl, şiirlerinde ölüm
izleğini çok sık kullanan bir şairdir. Şair, şiirlerinde ölüm metaforu ile
insanın ölüm karşısında ürperişlerini ortaya koyar. O, şiirlerinde insanı,
hayata her zaman aç ve hayatı tüketen bir varlık olarak görür. Şaire göre
insan, ömrü boyunca hayatı yer fakat ona asla doymaz. Ancak ne var ki, “her
canlı ölümü bir gün tadacaktır”. Ölüm bu yönüyle gerçeğin ta kendisidir.
Hayattan ayrılmak, kopmak, düşmek ve sona ermek ölümle gerçekleşir. Bundan
dolayı şair/insan, gerçeğin kendisi olan ölümü trajik bir çığlık olarak
duyumsar. Şairin/insanın istemi dışında gerçekleşen bu durum, onun ölüme
başkaldırmasına neden olur. Bu yönüyle ölüme karşı yapılan her başkaldırı, bir
trajediyi de beraberinde getirir. Nitekim ölüm aç bir kurttur ve her zaman
insan bedenini kemirir[xi]:
“Ölümü sığdıramaz,/ Akıl daracık koğuk./ Ölemez,
çıldıramaz,/ Ağlarlar boğuk boğuk.”
Necip Fazıl’a göre de ölüm bir son değildir. İnsan
bir kez ölür ve onun ölümüyle ölüm de ölür. Ölüm sonrası hayatta ölüm yoktur.
Üstad, “Eski Rafta” adlı şiirinde bu durumu çok güzel anlatır: “Oyuncak kırılır, haydi, ya insan/ Nasıl
parçalanır, nasıl bölünür?/ Söylerler mezara kulak dayasan:/ Bir daha ölmemek
için ölünür.”
Ölümün bir son olmadığına dair şu mısraların da yâd
edilmesi gerekir diye düşünüyorum: “Öleceğiz,
müjdeler olsun, müjdeler olsun!/ Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!” (Necip
Fazıl)
Necip Fazıl’a göre ölüm güzeldir. Bunun da en büyük
ispatı Hazreti Peygamber’in dahi ölmüş olmasıdır: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber./ Hiç güzel olmasaydı ölür
müydü Peygamber?”
Ölüm hakkında yazılan mısralardan biri de merhum
Erdem Bayazıt’a ait. Ölümsüzlüğü tadanlar için ölümün hiçbir şey yapamayacağını
söyler şair: “Ölüm bize ne uzak, bize ne
yakın ölüm/ Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm!”
Yazımı, âcizane bendenize ait olan “Akıbet”
şiirimden aldığım mısralarla bitiriyorum:
“Akıbet demişler sona, bilinmez./ Bir perde ardında saklıdır bekler./ Dikilmiş
perdeye meraklı gözler,/ Kim bilir ki yarın ne görecekler?
Yol alır dünyada ömür araban/ Esersin yağarsın sen de bir zaman/ Her şey
tıkırında sandığın bir an/ Düzenin bozulur ansızın tekler.
Bekleyiş sonsuz bir ufuk misali,/ Yaklaştıkça kaçar hemen hayali,/ Bir
tohum gibidir dünyanın hali,/ Tohum çatlamadan açmaz çiçekler.
Dünya şarkı söyler gitme kal gibi./ Mala, mülke, sonsuz zevke dal gibi./ Örter
çirkinliği gece şal gibi./ Karanlıklar hangi günahı saklar.
Yıllar, saçlarımı ağartan yıllar,/ Sizin eseriniz alnımda yollar,/ Avutmuyor
beni yalancı fallar,/ Her zaman umudu umuda ekler.
Doğru tek, değişmez, değişse zaman,/ Saatler tak diye durduğu bir an,/ Dağılır
atiye çöken bu duman,/ Fallar susar dile gelir gerçekler.
Akıbetim olur hayır ya da şer/ Saf saf olur dostlar ikişer üçer/ Kabrimde
melekler ne sual eder/ Sevabım cürmümü ne kadar aklar...
Dostlar beni kara toprağa gömer/ Gelir börtü böcek cismimi emer/ Muazzep
ruhum bir Fatiha umar/ Kim bilir hangi dost kabrimi yoklar...” (Halit Yıldırım)
[i] Dr. Durak Pusmaz,
Tartışılmaz Gerçek Ölüm, https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=28447
[ii] Al-i İmran: 185,
Enbiya: 35, Ankebût: 57
[iii] Bakara: 156
[iv] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Dergah Yay., İstanbul,
1996, s. 363
[v] Dr. Durak Pusmaz,
agm.
[vi] Ömer Savran,
Klâsik Şiirimizde Ölüm Teması ve Ölümle İlgili Bazı Âdetler/ Sosyal Bilimler
Araştırmaları Dergisi. 2, (2009): 170-188
[vii] Hüseyin Ayan,
Nesîmî Divanı, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1990.
[viii] H. Ayan, age.
[ix] Mehmet Çavuşoğlu,
Yahya Bey Ve Divanından Örnekler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983
[x] Metin Akkuş,
Nef'î Divanı, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1993.
[xi] Veysel ŞAHİN, Necip Fazıl Kısakürek’in Şiirlerinde “Hayat ve Ölüm” Trajedisi, Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,