Edebiyat ve sanatta yerlilik ve millîlik

“Modern” veya “çağdaş” gibi söylemler, haddizatında genel geçerliliği olmayan, sürekli değişen, bir öncekini demode, zamanı geçmiş kabul eden bir anlayışa aittir. Tüketim çağının dikte ettirdiği sunî bir durumdur. Bizim anlayışımızda ise gece güneşin, gündüzün ay ve yıldızların kaybolduğu gerçeğine uygun olarak, eskimeyen yeninin peşinde olmak vardır.

KÜRESELLEŞEN dünyada, kendisini çağın haz ve hız girdabına kaptıran insanlık, maalesef bir kimliksizleşme sorununu yaşamaktadır. Sınır tanımayan sanal âlemin medyunu olduğu teknolojik gelişimin dünyanın bir ucunu diğer ucuna anında getirmesi, özentileri de beraberinde getirmiştir. İnsanlık, kendi öz kimliğine ve kültürüne mugayir bir biçimde değişim yaşamaktadır. Bu değişim, çok dar bir iki alan dışında maalesef hiç de istenen bir değişim değildir. İnsanlar kendi coğrafyalarında oturup bir diğer coğrafyanın şekil ve şemailine bürünerek maalesef asimile olmaktadır.

Toplumlar ileri olmanın ölçüsünü, bir diğer ifade ile muasır medeniyetler seviyesini sadece teknolojik gelişmeler ile ölçmektedir. Oysa bu teknolojiler insanlığa ne kattı, ondan neler götürdü, bunu hiç düşünen yok. Örneğin aydınlanma işi dün çıra veya gaz lambası ile yapılırken, bugün son teknolojiye sahip ürünlerle sağlanıyor olması gözümüzde büyütülüyorken, geçmişteki insanların da karanlıkta oturmadığını göz ardı edebiliyoruz.

Bugünkü teknoloji, insanlığın sorunlarına çözüm aramak yerine onları uyuşturmak, köleleştirmek, yok etmek derdinde. Tabiplere neşter yerine katillere silahlar, hastalıklara şifa olacak ilaçlar yerine insanları bir anda yok edecek kimyasal zehirler üretiliyor. Bu imha araçlarını diğerlerine satarak para kazananlar medenî bilinirken, bu silahları alıp birbirlerini öldürenlerse vahşi oluyorlar. Oysa iki kesimin de aslında vahşette denk olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.

Oyunu kuranların kurallarının genel geçer olduğu dünyada, insanlık adına konulan kurallar maalesef istenildiği anda rafa kaldırılabiliyor. Sözüm ona medeniyetin beşiği olan Batı, bağrında yaşanan Saraybosna soykırımı karşısında üç maymunu oynuyor, İsrail’in Filistin zulmünü neredeyse meşru görüyor. Arakan’ı duymuyor, Suriye’deki dramı sadece seyrediyor. Afrika’nın tüm zenginlikleri sömürülürken, insanları açlıktan, susuzluktan ölüyor. Oysa medeniyet sanılan gelişme, insanı yaşatıyorsa, onu mutlu ediyorsa medeniyettir. Aksi, bedeviyet ve vahşettir.

Peki, bu gidişattan biz de payımızı aldık mı sizce? Tabiî ki aldık. Bir inkâr kasırgası hâlinde Tanzimat ve Meşrûtiyet ile ruhumuzun en küçük hücrelerine kadar hissettiğimiz kendi özümüze yabancılaşma, Batı hayranlığı ve onlar karşısında duyulan aşağılık kompleksi, hayatımızın her alanını felç etti. Hep geri kalmışlık mazereti arkasına sığınılarak, “Batı’dan ne gelirse kabul” mantığı ile kendi kendimizi görmezden gelmek, içimizden her şeye rağmen çıkan isimleri Batı ile mukayese etmek zaafı, kendi kendimizi ifade etmekten, “Biz de varız!” demekten alıkoydu bizi.

Oysa sanatta ve daha özel olarak edebiyatta yerli ve millî olmak, bizi evrensele ulaştıracak en kestirme yoldur. Hayatın her alanında olduğu gibi, edebiyatımız da yerli ve millî olmalıdır. Hisarcıların da dediği gibi, kendi milletinden kopmuş bir sanatın milletlerarası bir değer kazanması beklenemez.

İbrahim Tenekeci, konu ile ilgili bir yazısında, “Yerli ve millî olmak, bu milletin mayasının İslâm olduğunu bilmektir. Bizi millet yapan, İslâm dininin ve dilinin ta kendisidir!” demekte. Bu topraklarda bin yıldır terennüm eden şiirlere, şarkılara, türkülere, kasidelere, naatlara, gazellere, romanlara bu ruhun sirayet ettiğini kim inkâr edebilir?

“Millîlik” kavramı içerisine, toplumun millî, manevi ve örfî değerlerini katarak bir estetik alan oluşturmak gerekir. Bu değerler ve toplumun yaşadığı tarihî birikim, sosyolojik değişim ve gelenek gibi, sizi geçmişe bağlayan kökünüzün her bir kılcal damarı, sizin geleceğe doğru uzanacak dallarınızı besleyecektir. Kök ne kadar sağlam olursa, üstteki gövde, dal ve diğer aksamlar da daha gümrah ve daha uzun ömürlü olacaktır.

Edebiyat ve sanatta millî ve yerli olmanın ilk şartı, kendi millî kimliğimize sahip çıkmakla mümkündür. Ondan utanmak, onu gizlemek, aslı inkâr olur. Oysa bu kimlik yüzyıllarca bu dünyada barışın, esenliğin tek adresi olmuştu. Batı’nın vahşetinden kendi insanlarının bile sığınacağı tek limandı.

Sanırım birçok örneğin arasında, bu konuda en güzel iki misal Yûnus Emre ve Mevlâna olacaktır. Bundan 700 yıl önce içimizden çıkan Mevlâna ve Yûnus’un sözleri, hâlâ sokak lâmbaları gibi yolumuzu aydınlatmadadır. Kimse çıkıp da “Bunlar artık geçmişte kaldı” diyemiyor. Herkes biliyor ki, bu isimlerin beslendiği ana damar, yerlilik ve millîlik idi. İslâm’ı benimsemiş olmaları, onun Yüce Kitabı ve Peygamberinin izinde yollarına devam etmeleri, söylemlerinde mensubu olduğu bu milletin diliyle dilleşmeleri, hâliyle hâlleşmeleri onları ölümsüz kıldı.

Bu isimler kendi insanlarına, inançlarına, değerlerine saygı göstermişler, bu toplumun dertleriyle dertlenmişlerdi. Yaşadıkları dönemlerde işgal, kargaşa, huzursuzluk hâd safhada iken, bu insanlar toplumun dertlerini dert edinmiş ve yaşadıkları topraklara vefalarını göstermişlerdi. Bu yüzden toplum da bu isimleri bağrına bastı. Bugün dünya bile bu isimleri inkâr edemiyor. UNESCO tarafından onlar için büyük organizasyonlar tertip ediliyor. 1991 “Yûnus Emre Sevgi Yılı”, 2007 de “Mevlâna ve Hoşgörü Yılı” ilân edilmişti.

Kendi edebiyatımızda yerli ve millî damarın eserlerini dünyaya tanıtıp “Biz de varız!” demekten bizi alıkoyan nedir? Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak’ı, Reis Bey’i, Çile’si, Çöle İnen Nur’u dünya edebiyatında kimden daha aşağıdır? 

Kendimizi yok sayamayız

Kendimizi yok sayarak, hakir görerek atacağımız her adım, tereddütlerle dolu olacaktır. Tereddütlerle atılan adımlarsa ayağımızı yere sağlam bastırmayacak, sürekli tökezlememize, yere düşmemize sebep olacaktır. Yıkıla düşe yol yürümek, koşmak, mesafe kat etmek ne kadar gayr-i kabil ise, kendimizden utanarak, kendimizi küçük sayarak var olmak da mümkün değildir.

Bugün yerlilik ve millîlik adına tüm değerlerimizi hor ve hakir gören bir çevre, edebiyatımızı ve sanatımızı çıkmazlara sokmakta. Popülist yaklaşımlar bizi bir yere götüremese de, bunun yanında topluma bigâne olan, hiçbir değeri kabul etmeyen yaklaşımlar da topluma bir şey veremez. Bunların vereceği, sadece toplumun genetik kodlarını değiştirmek, yabancılaştırmak, kuşaklar arası çatışmalar çıkarmak ve kaos olacaktır.

Yerliliğe ve millîliğe karşı çıkan çevreler, sözde antiemperyalist olduklarını savunurlar; ama emperyalizmin dünyaya dikte ettiği formları, tarzları benimsemekte ve bunları kendi insanlarına da benimsetmeye kendilerini memur addetmektedirler. Müstevli zihniyetin sözcüleri, her türlü millî ve manevî değere karşı savaş açarken, kendi özlem duydukları kuralsız, köksüz, sorumsuz hayat modelinin ortaya çıkardığı tipleri, sorunları, hastalıkları da oturup eleştirmekten geri durmamaktalar. Onlara göre “yerli ve millî” denildiğinde milliyetçilik, onun arkasından ırkçılık, onun arkasında faşizm, peş peşe açılan itiraz kapılarıdır. Diğer açıdan bakıldığında, manevî değerler işin içine girince muhafazakârlık, statükoculuk, yobazlık, gericilik (irtica) itiraz kapıları açılmaktadır. Bu çevreler bu itirazların arkasında kendilerinden başka hiçbir sesi, hiçbir rengi kabul etmediklerini, bu açıdan bakıldığında da kendi faşizan çevrelerini oluşturduklarını idrak edemezler. Yine muhafazakârlığı statükoculuk ile eşdeğer tutarken, inançsızlığın statükosu içinde her türlü gelişmeye karşı çıktıklarını da göremezler.

Evrensel saydıkları insan hakları beyannameleri yayınlayarak kendilerini medenî göstermek isteyenler, bu beyannamelerin ardında yaşanan dünya savaşlarını, yıkılan şehirleri, öldürülen insanları görmezlikten gelmekteler. Hz. Peygamber’in bundan bin dört yüz küsur yıl önce Veda Haccı’nda tüm dünyaya ilân ettiği hükümlerin hangisi bu evrensel beyannamelerden geridir?  

Evrensel normlarda bir sanat ve edebiyata sahip olmanın yolu kesinlikle millîlikten geçer. Rus edebiyatının duayen isimleri, kendi halklarının yaşantısını, acısını, sevinçlerini yazdılar ve bugün bu arenada isimlerini altın harflerle yazdırdılar. Kimseyi taklit etmediler. Kendileri oldular. Yerli ve millî oldular.

Geçtiğimiz asırda bu inkâr kasırgasına karşı çıkıp, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykıran Necip Fazıl, “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” diye haykıran Mehmed Âkif, yerli ve millî olmanın kavgasını veriyorlardı.

Kendi edebiyatımızda yerli ve millî damarın eserlerini dünyaya tanıtıp “Biz de varız!” demekten bizi alıkoyan nedir? Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak’ı, Reis Bey’i, Çile’si, Çöle İnen Nur’u dünya edebiyatında kimden daha aşağıdır? Bu eserleri İngilizceye, Fransızcaya, Arapçaya, Rusçaya, Çinceye, Japoncaya, Urducaya çevirip tanıtımını yapmak bize bir kültür borcu değil mi? Sadece Necip Fazıl’ı mı? Hayır! Mehmed Âkif, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Ahmed Hamdi Tanpınar ve dahası, neden bu halkaya dâhil edilmesin?

Bir edebiyat profesörümüz, İngiltere’de Abdulhak Hamid ve eserleri hakkında bir konferans veriyor. Oradaki akademisyenler büyük bir heyecanla, “Biz böyle bir adamı nasıl tanımamışız? Mutlaka tüm eserlerini okuyacağız” diyorlar. Demek ki hata, bizim kendimize güvensizliğimizde!

Diğer alanlarda eser veren âlimlerimiz neden dünya ile buluşmasın? Biz Seyid Kutub’u okurken bir Arap da Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ömer Nasuhi Bilmen’i neden okumasın? Biz fıkıhta Vehbe Zuhayli’yi okurken, neden onlar da Istılah-ı Fikhıyye Kâmusu’nu okumasın? Neden aslı Arapça yazılan Ebu’s-Suud tefsirini, Bursalı İsmail Hakkı Hazretlerinin Ruhu’l-Beyanı’nı tanıtmayız?

Tekrar edebiyat ve sanat çerçevesine dönerek, “Bu alanda nasıl yerli ve millî olacağız?” sorusuna cevap arayalım. Mustafa Zeki Çıraklı, konu ile ilgili bir makalesinde, bir edebiyat eserinde yerliliğin dil açısından, medeniyet tasavvuru açısından, tematik/izleksel açıdan ve ahlâksal açıdan ele alınabileceğini vurguluyor.


Dildeki yerlilikten kastımız, salt bir “öz Türkçecilik” değildir. Kendi dilimizi esas unsurlarıyla muhafaza ederken, politik bir refleksle geçmişi yok sayacak, İslâmî hiçbir şeyi çağrıştırmayacak bir dil oluşturmak değildir. Arapça ve Farsça tamlamalarla dolu ağdalı bir Osmanlıca bize yabancı olacağı gibi, hiçbir süzgece tâbi tutmadan dilimize sokulan İngilizce, Fransızca kelimeler de bu anlayışın dışındadır. Artı, bir zamanların inkılâp sarhoşluğu ile türetilen “gaç”lı, “geç”li uydurukçası da bizim kastımızın dışındadır. Dil, yaşayan bir varlık olduğu için makul seviyede ve kurallar ölçeğinde yaşadığı dünyadan etkilenecektir. Halkın benimsediği, “artık halka mâl olmuş” demektir. Halka zorla bir kelimeyi dayatmak doğru değildir.

Medeniyet tasavvuru açısından bakıldığında ise, mesele sadece Doğu-Batı çatışması değildir. Elbette mensubu olduğumuz İslâm Medeniyeti’nin ana çizgileri ile hareket edeceğiz. Çıkış noktamız, İslâm Medeniyeti olacaktır. Ancak bu bize Batı’yı inkâr etmemizi gerektirmez. Dün Batı, Haçlı Seferleri ile yakından tanıdığı bu medeniyeti nasıl Batı’ya taşıyıp kendilerine adapte etmişse, biz de kavgaları bir yana bırakıp, kendi çizgimize, estetik anlayışımıza, dahası İslâmî terminoloji ile “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker” tasavvurumuza uygun bir şekilde bu medeniyetin imkânlarından yararlanacağız, kendimize adapte edeceğiz. Ama kendimizi ona adapte etmeyeceğiz. Bu medeniyet, yazımızın başında bir nebze belirttiğimiz gibi, çok da masum bir medeniyet değildir. Sömürü odaklı bir medeniyet olduğu için, fayda anlamındaki her şeyi, her yolu mubah gören, yeri geldiğinde kandan, gözyaşından beslendiğini, bir yıkım medeniyeti olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Oysa İslâm Medeniyeti, bir ihya, bir inşâ ve bir ibda medeniyetidir.

Tematik yerlilik, elbette konu bağlamında bizi anlatacak konular olacaktır. Bunun yadsınması beklenemez. Ancak küreselleşmiş dünyada irtibat hâlinde olduğumuz yabancı toplumlar, anlayışlar, inançlar ve bunlar arasında var olma çabaları da konularımız arasına girecektir.

“Ahlâkî veya estetik açıdan yerlilik” denilince, “toplumsal ahlâkî duyarlılık” ve “muhafazakâr ahlâkî duyarlılık” başlıkları altında konu irdelenmekte, evrensel değerlerden bahsedilmektedir. Oysa bizim inanç dünyamızdaki hiçbir kural, “evrensel” denilen kuralların altında değil, bilakis üzerindedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, iyiliği yaymak ve kötülüğü engellemek, en büyük ahlâkî değerdir. Buna bir de “rıza” maddesini ekleyebiliriz. Zira Yaratıcının razı olacağı bir hayat tarzı ve sanat anlayışı, bizim için yerlilik ve millîlik çerçevesinde değerlendirilecek en önemli maddelerdendir. Sanatın amacı, Allah’ı aramaktan daha öte, O’nun rızasını kazanmaktır.

“Modern” veya “çağdaş” gibi söylemler, haddizatında genel geçerliliği olmayan, sürekli değişen, bir öncekini demode, zamanı geçmiş kabul eden bir anlayışa aittir. Tüketim çağının dikte ettirdiği sunî bir durumdur. Bizim anlayışımızda ise gece güneşin, gündüzün ay ve yıldızların kaybolduğu gerçeğine uygun olarak, eskimeyen yeninin peşinde olmak vardır.

Yazımızın sonunda tekrar etmek gerekirse, biz kendi kimliğimiz ile dünya arenasında var olmak zorundayız. Taklit ve imitasyon objeler her zaman eğreti durmaya mahkûmdurlar ve aslının yerine geçemezler. Kendimize güvenip, kendi değerlerimize sahip çıkıp yolumuza devam etmeliyiz.