SON yıllarda
sosyologların edebiyata olan ilgileri, edebiyat ve toplum arasındaki ilişkiye
sosyolojik bir perspektif katmak suretiyle toplumsal çözümlemeler konusunda
edebiyattan faydalanılabileceği görüşünü gündeme getiriyor. Batı dünyasında
edebiyat sosyolojisi, 20. yüzyılın başlarından itibaren bir disiplin olarak
literatüre dâhil olduğu halde, ülkemizde ancak geçmiş elli yıl içerisinde
kendisine bir alan açabilmiş.
“Edebiyatın
sosyolojik bir imkânı var mıdır?” şeklindeki soruya cevap aramak için sosyolog
olmak gerekmiyordur herhalde. Nitekim gün geçmiyor ki, sosyal bilimlerin
diğer alanlarında da böylesi çalışmaların yapıldığına tanıklık etmeyelim. Bu
soruya birlikte ve fakat amatör bir ruhla cevap arayalım istedim. Bunun için
evvela roman türünü seçmemiz gerekti. Geçenlerde “Böylesi bir çalışmaya kaynak
olabilecek romanları nasıl seçmeli?” diye düşünürken sanattaki realizm akımının
edebiyattaki uzantılarına dair bir yorum dinledim, ilgimi çekti.
Evet,
eğer bir romanın sosyolojik çözümlemede kaynaklık edeceği düşünülürse, bu
kesinlikle gerçekçilik iddiasıyla gündeme gelmiş olmalıydı. Dolayısıyla
pozitivizmin[i] de etkisiyle özellikle romantizme
tepki olarak doğan “realizm” akımı ve akımın ilke ve nitelikleri göz önüne
alındığında, bu akımın öncüleri kabul edilen iki isim öne çıkmaktaydı: Honore
de Balzac[ii] ve Gustave Flaubert[iii].
Belki
de bu iki büyük ustanın kaleminden dökülenler sayesinde aradığımız ipuçlarına
ulaşmak mümkün olabilirdi. Dolayısıyla iki başyapıta karar kıldım: “Otuzunda
Kadın” (Balzac) ve “Madam Bovary” (Flaubert).
Ancak
sorun bununla bitmiyordu. Asıl yapılması gereken, belli bir perspektif kazanmak
için edebiyat sosyolojisine dair paradigmalardan da istifade etmekti. Bunun için
de bir literatür taraması yapılmalıydı kuşkusuz. Bilimsel çalışmalarda olduğu
gibi bir metodoloji izlenmeliydi.
Görünen
oydu ki, çalışmaya bir yerden başlanmalıydı. Böylelikle, evvela realizm
akımının ortaya çıkışını ve bu çıkışta pozitivizmin etkisini ele almayı
düşündüm. Realizmin genel anlamda edebiyata, özel anlamda romana katkılarına
değinmek suretiyle bu iki roman üzerinden bir çözümlemeye gidilebilirdi. O
dönem, yani roman sosyolojisinin gündeme geldiği dönem, ilginçtir, aynı zamanda
pozitivizme eleştiri seslerinin yükseldiği döneme denk gelir.
Pozitivizmin
etkisiyle ortaya çıkan realizm akımına bağlı yazarların ve dolayısıyla
eserlerinin gün gelip de pozitivizmi eleştirenler tarafından sosyolojik
çözümlemelerde kaynak olarak kullanılacağı kimin aklına gelirdi? Bu ilk
şaşkınlığın ardından böylesi bir ironinin incelenmesi bu aşamada anlamlı
olacaktı. Ayrıca romanlar üzerinden toplumsal bir çözümleme denemesine
kalkışmadan evvel, edebiyat sosyolojisinin kuramlarına bir göz atmak
gerekmekteydi.
Realizm (Gerçekçilik) Akımı
“Realizm”
kavramı, “gerçek” anlamına gelen Fransızca “realite” (gerçek, gerçeklik)
kelimesinden türetilmiştir. Realizmin –genel- kavram anlamı şöyle: “Hayatı,
tabiatı, insanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma endişesi çevresinde
teşekkül etmiş anlayış”. Realist (gerçekçi) ise, “hayatı, tabiatı,
insanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma iddiasında olan sanatkâr veya
eser” demektir (Çetişli, 2006: 80). Gerçekçilik tartışmalarına ise hiç
girmeyeceğiz, zira girenler de içinden pek çıkamamışlar.
Diğer
bir sorunsa “gerçek”in nasıl yansıtılacağı, yansıtılması gerektiği veya
yansıtabileceği olarak çıkıyor karşımıza. Ancak Realizm Akımı, bu sorunu çözmek
için kendince ilke ve nitelikler belirlemiş: 1. Gerçekçilik./ 2. Gözlem./ 3.
İnsan ve toplum./ 4. Mekân (çevre) ve tasvir./ 5. Objektiflik./ 6. Vakayı
sınırlama./ 7. Dramatik roman./ 8. Sanat gerçek ve güzellik içindir./ 9. Dil ve
üslup[iv]. Dolayısıyla burada bir iddianın
temellendirilmesi söz konusudur.
Fransız İhtilali’nin (1789) ardından yaşanan toplumsal sorunlar, başta Fransa olmak üzere bütün Avrupa’yı derinden etkilemiş, sosyal, siyasî ve ekonomik sorunlar mevcut toplumsal yapıları derinden sarmış, değerlerin çoğunu hırpalamış, ancak yenilerinin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Özellikle bilim alanındaki gelişmelere bağlı olarak pozitivist felsefe doktrini kendini göstermeye başladı. Ortaçağ karanlığının gerekçesi olarak görülen Hıristiyanlık rafa kaldırılmış ve insan aklını kutsayan yeni bir din ortaya çıkmıştı. Bu dine göre tanrı, insanlığın kendisi ve dolayısıyla bilgeler, melekleri kadınlar, mucizeleri ilmî gelişmeler, peygamberi Comte ve amacı da insan ve toplum hayatının bütününü kendi görüşleri doğrultusunda yeniden düzenlemekti (Çetişli, 2006: 82- 83). Bundan sonra Avrupa’da hızla yayılan bu din (!), bütün alanlarda bir dünyevileşmeyi[v] de beraberinde getirdi.
Roman sosyolojisine giriş
Roman
sosyolojisine girmeden, “roman” teriminin ne anlama geldiğine bakmak gerekir.
Fransızcada romantik aşk maceraları, çekici aşk destanları, Ortaçağa dair
şövalyelik ve efsane gibi anlamlara gelen “romance” kelimesinden gelmektedir bu
türün adı. Romanın hayal ürünü hikâyeler toplamı olan romanstan ayrılıp[vi] bugünkü edebî değerini kazanması 17.
yüzyıl başlarında görülmektedir. Romanın tanımına dair pek çok eleştirinin
olduğunu söyleyen Çetin, kendi anlayışına göre romanı şöyle
açıklar: “Romancının beş duyusu yoluyla doğrudan veya dolaylı olarak hayatında
yankı bulmuş yaşantı, bilinç, zekâ, hayal, düşünce, duygu gibi öğeleri sanatsal
bir bağlam içinde yeniden kurduğu yapay âlem…”
Romancı
dış dünyadan, yaşantılarından, gözlem, izlenim ve incelemelerinden amaç
ve anlayışına göre bir seçme yapar, onları dış dünya görüşü ve
inancına göre belirli bir sentez ve yoruma tâbi tutarak iç bütünlüğüne kavuşmuş
canlı ve gerçeğimsi bir dünya kurar (2006: 66). Genelde sanat, özelde ise
edebiyat yazar, metin, okur ve toplum ilişkileri çerçevesinde şekillendiğinden,
yazar ve toplum arasındaki iletişim aracı olan metnin toplumsal-kültürel
boyutlarının olduğuna dair ortak bir kanaate ulaşmak mümkündür.
Bir
edebiyatçı olan Çetin, romanın yazılış ve okunuş amaçlarını belirleyen
işlevlerinin eğitim, eğlendirme, estetik haz ve propaganda vasıtası kılınması
olduğunu söyler. Çetin’in “bilinçli okur” diye nitelediği grup, romanda nelerin
nasıl anlatıldığını, nelerle ilişki kurulup nerelere göndermelerde
bulunulduğunu görmeye, anlamaya, farkına varmaya ve bunlardan zevk almaya
çalışır (2006: 11).
Şu
halde diyebiliriz ki, “Roman bir anlatıdır ve muhatabı olan okura yöneliktir;
okur ise metinden etkilenen ve etkilerini yine topluma taşıyandır”. Romanın
malzemesi de toplumun kendisi olduğuna göre, karşılıklı bir etkileşim ve
dönüşüm içerisindedir. Bir edebiyatçı da olan sosyolog Köksal Alver, edebiyatın
aynı zamanda olgusal niteliğine dikkat çekerek bu olgunun sosyolojik olarak da
incelenmesi gerektiğinin altını çizer. Edebiyat, kendi özelinde iletişim ve ilişkiler
ağı oluşturmakta, bu yönüyle toplumsal alana dâhil olmaktadır. İşte sosyoloji,
edebiyatın bu yönünü dikkate alarak, onu toplum analizinde öne çıkartabilir
(Alver, 2006: 11).
“Roman
sosyolojisi nedir, ne değildir? Sosyolojik okuma nasıl mümkündür?” diye
araştırırken, roman çözümlemesine dair belli bir perspektif kazandıracağına
inandığım iki önemli kuramla karşılaştım: Bir roman kuramı olarak Hermeneutik
yaklaşım, bir diğeri ise oluşumcu-yapısalcı yaklaşım. Her iki yaklaşımın da
toplumsal analizler için önemli teorileri vardı.
“Hermeneutik
yaklaşıma göre insan varlığı, onu kuşatan bir anlamlar ağı tarafından
belirlenir; herhangi bir insan tekini bulunduğu anlamlar ağından çıkartarak bir
tanıma, bir belirlenime yerleştirmeye çalışmak, daha baştan yönetimsel bir
çıkmaza sürüklenmek demektir. Bu yaklaşımda kalkış noktası, insanın amaçlılık,
niyetlilik, içgörü gibi tanımlamaları değil, tam da bu sözü edilen anlamlar
ağıdır. Çünkü bu tanımlamalar da insanların kendi aralarında hep önceden
oluşturageldikleri anlamlar dünyasına göre şekillenirler.” (Göka, Topçuoğlu,
Aktay, 1999: 26.)
Hermeneutik,
metinlerin “doğru” anlamının araştırılmasından başlayarak toplumun
araştırılmasına, toplumun ve dünyanın anlamlandırılmasına yol gösterici bir
“sistem” önerisine ve sanat yapıtlarının değerlendirilmesinde bir eleştiri
aracı olmaya uzanan geniş bir yelpazede “anlam”ın çeşitli biçimleri ile
ilgilenmiştir. Hermeneutik yaklaşıma göre bu yaklaşımın ele alınabilmesi için,
önce roman türünün kendi sorunlarının ortaya konulması gerekiyor.
Dolayısıyla
Hermeneutiği bir kuram olarak ele almak için, onun diğer edebiyat
kuramlarıyla ilişkisi, edebî metinler karşısındaki duruşu, roman türünün
kendine özgü özellikleri ve tüm bu bağlantılar göz önünde bulundurulması gerekiyor.
Yaşat’a göre, bu sayede “teori” ile “pratik” arasında bir bağlantı
kurulabilmesini sağlamayı amaçlıyor (2004: 12–13).
Teori
ile pratik arasındaki ilişkiye dair bir vurguyu Gadamer’de de görürüz. Sanatı
bilgi alanından çıkartıp yalnız haz alma ve güzeli kavrama işlevine
hapsedenlerden farklı olarak, Gadamer sanatın da bilgi iletebileceğini savunur.
Ancak bu bilgi, bilimin içerdiği kavramsal bir bilgi değil, “pratik ve moral”
bir bilgidir (Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1999: 56).
Dilin
kültürel boyutuna dikkat çeken bazı başka Hermeneutikçiler ise yazının
tamamlanmasının ardından yazarını öldürürler. “Yazarın ölümü” kavramının sahibi
Roland Barthes’e göre metinde konuşan yazar değil, dilin ta kendisidir. Bu ne
demektir? Metin, bir “yazar- tanrı”nın ürünü değildir; aksine o,
kültürün sayısız merkezlerinden gelen bir anlatılar ve aktarımlar örgüsüdür.[vii]
Yazarın
işlevini kaybetmesinde önemli bir noktanın, yazarın söylediklerinin onun mülkü
olmadığını, aksine dilin yazar aracılığıyla konuşması olduğunu savunanlardan
biri de Foucault’tur[viii]. O da yazarın ölümünü Bathes’e benzer bir
düzlemde ilan eder. Yazarın bu hazin sona terk edilmesine ileride değineceğiz:
Yazar öldürülmeli mi? Onun öldürülmesi ne kadar anlamlı? Biz de Balzac ve
Flaubert’i öldürecek miyiz?
Goldmann’a
göre “roman yapısının sosyolojik bakımdan incelenmesi”
mümkündür. O, kendi yaklaşımını “oluşumcu-yapısalcı” olarak niteler. Yapılan
tüm analizler, roman edebiyatının içeriği ile toplumsal
gerçeklik arasındaki ilişki üzerine kuruludur. Oysa roman sosyolojisinin
araması gereken asıl sorun, romanın yapısı ile bu yapının
içinde geliştiği sosyal yapı arasındaki ilişki, yani edebî bir
tür olarak roman ile modern bireyci toplum arasındaki ilişkiler olmalıdır.
Goldmann’ın
düşüncesine göre roman, piyasa için yapılan üretimin doğurduğu bireyci
toplumun günlük yaşamının edebiyat alanındaki yansımasıdır [ix](2005: 25). Marksist bir felsefeci olan
Goldmann, kapitalizmle birlikte roman edebiyatının da tıpkı diğer sanat türleri
gibi -sosyal bir bilince bağlanamasa da- kültürel bir yaratı biçimi olduğunu
söyler. Ancak bu süreç, ekonomik hayatın edebiyat alanına “direkt” bir
yansıması ise, o vakit bu beklenmedik bir şekilde Marks’ın “şeyleşme” ve “meta
fetişizmi” teorilerinin de delili olurdu ona göre.
Marksist
analizin yetersiz olduğunu, post-Marksistlerin ise kolektif ve bireysel bilinç
statülerindeki radikal değişimleri göz ardı ettiklerini eleştiren Goldmann,
burjuva toplumu tarafından yaratılan ve evrensellik boyutu kazanan
bireyselciliğin yine bu toplum tarafından sınırlandırılmasının çelişkisine
değinir.
Bu çelişkili ortamda problematik kişilikler ortaya çıkar. Genellikle orta
tabakaya ait olan bu kişilikler, böylesi bir ortamda nitel değerlere özlem
duyan yazar kimselerdir (Goldmann, 2005, 32). Ancak Goldmann, bu kimseleri tek
tek değerlendirmeyip, onları ortak bir kültüre ait olan grup üyeleri olarak
değerlendirir. Yani yazar olarak bireye değil, yazarın içinde yaşadığı sosyal
çevreye vurgu yapar. Zira Goldmann, romanı “yozlaşmış” bir
arayışın, -daha geniş bir ifadeyle- kendisi de yozlaşmış olmasına rağmen farklı
seviyede gelişmiş ve farklı bir şekilde varlığını sürdüren bir dünyada, sahih
(otantik) değerlere ulaşmak için yapılan bir arayışın tarihi olarak
niteler (2005: 18). Bu anlamda yazar bir yandan yozlaşmış bir
kimseyi temsil ederken, diğer yandan da birey (okur) ve toplum arasındaki arabulucu görevini
de üstlenmiş olur.
Son
olarak oluşumcu-yapısalcı kuram, tüm insanî davranışların
belli bir duruma anlamlı cevap verme ve bu sayede eylemin öznesi
ile öznenin içinde bulunduğu çevre arasında bir denge kurma denemesi olduğu
tezinden yola çıktığı söylenebilir (Goldmann, 2005: 73).
Öznenin
gerçekte kim olduğu sorusuna cevap ararken, onu bireyin içinde, topluluk içinde
ve topluluğun kendisi gibi görme problemlerinin doğabileceğine dikkat çeken
Goldmann, toplum içindeki bireyi yadsıyan görüşe karşı çıkar ve “Neden eser ile
onu yazan birey arasında değil de toplumsal grup arasında ilişki kurmalıyız?”
sorusunu sormanın daha anlamlı olacağını söyler. Onun kavramsal düşüncesine
göre cevap gayet basittir: “Eser, yalnızca kültürel öğeleriyle kavranmaya
çalışıldığında, sadece eseri ya da yazarını ele alan araştırma, en iyi
ihtimalle eserin iç ünitesini ve eserin bütünü ile parçaları
arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilir, fakat asla eser ile onu yaratan insan
arasında aynı tipte bir ilişki kuramaz. Dolayısıyla bireyi
özne olarak kabul edersek, eserin incelenen en büyük bölümü rastlantısal kalır
ve akıllıca ya da ustaca yapılmış yorumların ötesine geçmek mümkün olmaz.”
Tanışık
olmayan yazar ile okurun sezgisel ya da ampirik bilgisi temel alınarak analiz
edilmesi fazlasıyla karmaşık olacağı için, Goldmann sosyolojik bir inceleme ile
ulaşılmaya çalışılacak bağları bir toplulukla (“grup” ekseni üzerinde özellikle
durur) ilişkilendirilerek çok daha kolaylıkla aydınlanabileceğini savunur.
Çünkü topluluğun yapısı bireyin yapısından çok daha kolay anlaşılırdır. Ayrıca
tek tek bireyleri ele almak yerine tek bir sosyal gruba ait yeterli sayıda
bireyi incelediğimizde, diğer bütün grupların eylemleri ve bu birlikteliğe
bağlı psikolojik öğeler birbirlerini karşılıklı olarak ortadan kaldırır ve
geriye anlaşılması daha basit ve çok da tutarlı bir yapı kalır. (2004: 75-76.)
Oldukça
sadeleştirerek vermeye çalıştığımız bu iki kuramın ortak vurguları, yazarların
içerisinde yaşadığı toplumsal gerçekliklerden etkilendikleri, içerisine
doğdukları kültüre ait dili kullanıyor oldukları ve onların toplum içindeki
duruşlarının yaşadıkları çevre ile ilişkilerine bağlı olduğu sonucudur. Yazarı
öldürme eğiliminin post-modern bir yaklaşım olduğu gerçeğini kabul edersek,
“Anything goes”[x] geleneği içerisinde değerlendirip
yok da sayabiliriz sanırım. Zira bizim ne Balzac’ı, ne de Flaubert’i öldürmek
gibi bir niyetimiz yok. Ayrıca roman sosyolojisine dair önemli teoriler içeren
bu iki kuram, romanları değerlendirmemiz açısından oldukça etkili olacak.
Edebiyatın
sosyolojik imkânını tartışan Alver’e göre ”ayna” kavramı
merkeze alınmalıdır. Zira yazar, kalemiyle bir dünyayı resmeder. Ayna, yansıtma yapmaktadır;
norm, tutum, davranış, gelenek ve görüngüleri yansıtmaktadır (2006: 18).
Romanların yazıldığı dönem ve romanların temsil ettiği akım göz önünde bulundurulduğunda,
romanların iki kadın kahramanı Lulie (Otuzunda Kadın) ve Emma (Madam Bovary)
sayesinde döneme ait bazı ipuçları bulabileceğimizi düşünüyorum.
Karşılaşma, tanışma ve mahcup bir
hayıflanmanın ardından
“Sosyolojik
bir analiz yapacağız” iddiasıyla ortaya çıkmak, cüretkâr bir tavır olurdu, bu
yüzden belki de “öykünme” olarak nitelendirilecek girişimimizi “ayna”dan
bizlere yansıyanların ne olduğunu anlamlandırma çabası olarak ifade etmek pek
daha doğru olacak.
Romanların
özetini sunmak da anlamsız geldi bütün o kuramsal açıklamalardan sonra. Bu
yüzden de neden özellikle bu iki eser seçildi, ona değinmeli…
Elimizdeki
iki eser, daha doğrusu şaheser, 19. yüzyıl Fransız toplum yapısına ışık
tutuyor. Eserlerin gerçekçilik akımı iddiasıyla kaleme alınmış olmasının yanı
sıra, onları kaleme alan iki yazarın edebiyat dünyasındaki yerleri tartışma
götürmez. Onlar bu işin pirleri olarak anılır ve aradan geçen asırlara rağmen
hâlâ okurların gözdesidirler.
Romanları
seçerken, açık söylemek gerekirse, aynı edebî akımın içerisinde olmaları
önceden düşünülmedi. Yahut her ikisinin de 19. yüzyılda yaşamış ve üstelik iki
yazarın da Fransız olduğu bilinmiyordu. Hatta “Edebiyatın sosyolojik imkânı
mümkün müdür?” diye bir ilgi söz konusu olmadan yapılmıştı eşleştirme, yıllar
evveldi, tam da 30’lu yaşlarımın başıydı…
Bir
kitapçıda, kitapların kokusunu içime çeke çeke dolanıyordum. Başlıkları ilgimi
çeken bazı kitapları alıp elime, içeriğine göz atıyordum. Arayış içerisinde
olan ve fakat ne okuyacağını ve o dönemlerde ne okumak istediğini bilmez bir
halde raflar arasında gezinirken gözüme ilişti “Otuz Yaşındaki Kadın”.
Evet,
o bendim. Yazarının adını okuduğumda bir an tereddüt ettim, zira daha öncesinde
arkadaşların “Muhakkak okumalısın” diye ısrar etmelerine karşın her elime
aldığımda daha ilk 50 sayfasına gelemeden bıraktığım “Vadideki Zambak”
kitabının yazarı Honore de Balzac yazmıştı bu eseri. O eseri eline alıp da
okumadan bırakan başka hiç kimse çıkmamıştı karşıma, okuyan herkes
büyüleniyordu.
Kitaptaki
tasvirleri başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim, ancak fazla ayrıntılıydı.
Kitabın kahramanıyla birlikte çıktığım yolculukta karşıki vadinin muhteşem
manzarasının tasvirinin edildiği tepenin başında kahramandan vedalaşarak
ayrıldım her sefer; böylesi bir önyargı ile kitabı karıştırmaya başladım.
Ayaküstü araladığım sayfalara göz atıp o aşırı bulduğum tasvirlere
rastlayacağımı düşündüm. Her açtığım sayfa, ilginçtir, ilgimi daha fazla
uyandırdı. Balzac’ın daha evvel yorucu bulduğum üslubundan eser yoktu bu
romanda. Daha fazla sayfa çevirdim, daha fazla bölümler okudum… Böylesi bir
karşılaşma idi bizimkisi. Kitabı hemen aldım ve çok kısa bir sürede okudum.
Balzac…
Ne kadar da haksızlık etmiştim ona ve üstelik beni tutsak eden önyargılarım
yüzünden. Aradan çok geçmedi, Flaubert’in Madam Bovary’sini önerdi bir arkadaş.
Kitabın başında daha -herkesin de fark edebileceği gibi- iki kadın kahramanın
birbirlerine benzer yaşam öyküsünü fark ettim. Kadınların içerisinde
bulundukları çevreler birbirine o kadar benziyordu ki, insan “Nasıl oldu da bu
iki kahraman karşılaşmadı ve arkadaş olmadılar ki?” diye düşünebiliyor. O
dönemki okumalarımız sosyolojik okuma değildi elbet. Birçok okur gibi kitabı
okumaya başladığımız andan itibaren bir güç bizi o mekân ve zamanın içine çekip
alıveriyor ve birden romandaki kahramanlardan biri oluveriyorduk. Romanın
dışındaki gerçek hayat ile roman içerisindeki sanal hayat birbirine giriyor,
zaman zaman hangi boyutta olduğunu unutturuveriyor insana.
Her
neyse, sözü uzatmamalı… Konumuz olan yazarlar ve onların romanları ve özellikle
o romanın kahramanlarıyla bu şekilde kesişmişti yollarımız. O günlerden kalma
önyargılara karşı bir önyargı da oluştu ister istemez. Bundan rahatsızlık
duyuyorken, Gadamer’in önyargılara karşı yaklaşımını görünce, aslında
önyargılara karşı bir önyargı geliştirmenin diyalog kurabilmek için ne kadar da
faydalı olduğunu fark ettik. Gadamer, önyargıların anlamaya giden yolda ne
kadar elzem olduklarına dikkat çekiyordu. Ona göre, “Doğru anlamayı
gerçekleştirebilmek, ancak açık bir soruşturmayla olanaklıdır. Açık bir
sorgulama, daha işin başında bilmediğini ve kendine ait önyargıları bulunduğunu
kabul etmekti –yoksa nesneye tarafsız, nesnel bir gözle yaklaşmak değil-.
Gerçek anlama, ancak kendi görüşlerimizin ve önyargılarımızın tam bilincinde
olmakla mümkündür; metnin veya diğer kişinin kendi gerçeği, yalnızca bu yolla
bizim ön düşüncelerimizin engellerini açma fırsatı bulabilir”. (Göka,
Topçuoğlu, Aktay, 1999: 55.) Dolayısıyla kendi ufkumuzu hesaba katmak suretiyle
ancak diyaloğa girilen kimse ile “ufukların kaynaşması” söz konusu olabilir(di).
Yıllar
sonra edebiyatın sosyolojik imkânının tartışıldığını görünce, kendi çapında bir
araştırmanın ardından bu iki romanın, aslında sanılanın aksine çok daha fazla
ortak özelliklerinin olduğunu gördüm.
Sosyolojik bir çözümleme yapmak için de illa sosyolog olmak gerekmezdi ya, hem böylesi bir iddiada bulunmadan da bir deneme yapılabilirdi. Sonuçta birçok deneme yazısına rastlıyorduk ve birçoğu yazarıyla birlikte bir gün gelip unutulacak cinstendi. Popüler kültürle birlikte eline kalemi alan yazıyordu. Bizim de elimizde bir kalem vardı ve belki de biz de bir şeyler yazabilirdik. Ancak sadece bir deneme sadedinde ve üstelik bütün önyargılarımızı hesaba katan bir önyargı ile koyulduk işe.
Aynaya yansıyanlar
Roman
yazarlarımızın yaşam biçimlerine geçmeden evvel, roman kahramanlarımızın
içerisinde bulundukları toplumsal “yapı”ya bir giriş yapalım. Bunu,
yazarların romanlarında işledikleri toplumsal yapı ile kendilerinin içinde
yaşadıkları toplumsal yapı arasında bir ilişkinin olup olmadığını değerlendirmek
açısından faydalı olacağını düşünüyorum.
Emma
Bovary, namı değer Madam Bovary, annesinin ölümünün ardından din eğitimi almak
üzere manastıra gönderilir. Başlarda çok başarılı bir öğrenci olmasına karşın,
zaman içerisinde sivri çıkışlarından dolayı dışlanır ve eve dönmek durumunda
kalır. Babasıyla yaşadığı sıkıcı köy hayatından bunaldığı için evlenmeye karar
verir. Kendisi çok genç yaşta olduğu halde, eşini kaybetmiş bir doktorla
evlenir. Bu evlilik sayesinde, gözünde ve gönlünde bambaşka bir yeri olan
Paris’le bir bağ kuracağına inanır.
Eşi
Emma’yı deli gibi sevmektedir, ancak aralarındaki tutku kısa zaman sonra biter
ve Emma için gittikçe daha dayanılmaz hale gelir. Kendini kitaplara, dönemin
moda dergilerine verir ve onlar aracılığıyla dönemin meşhur salonlarında
yapılan ihtişamlı baloların, o salonları dolduran kadınların giyim tarzını
oluşturan moda akımlarını takip eder. Bu sayede kendini teselli etmektedir.
Okuduğu salon düzenlemeleri, süs eşyaları, temsiller, piyeslere dair yorumlarla
hayalî de olsa kendisini tatmin etmeye çalışır. Yaşadığı hayattan nefret etmeye
başlar. Dolayısıyla bu hayatı kendisine yaşatan adama karşı ilgisi de zamanla
biter. Emma’ya göre kocası, kendisini işine vermiş, başarılı bir doktor
olmasına karşın karısının farkında olmayan bir “zavallı”dır.
Julie
de erken yaşlarda annesini kaybetmiştir ve babasıyla yaşamaktadır. O da
babasının itirazlarına rağmen -tıpkı Emma gibi- erken yaşta kendisinden çok
büyük olan bir albay ile evlenir. Evlenmelerinin üzerinden çok zaman
geçmemiştir ki o da evliliğinden sıkılmaya başlar. Emma’dan farklı olarak, eşi
tarafından aldatılan bir kadındır. Eşi kendisine karşı saygılı davransa da
Julie’nin içi içini yemektedir. Onun gözü hiçbir zaman dönemin şatafatlı
burjuva hayatında olmamıştır. Ancak tutkulu bir aşk onu da
heyecanlandırmaktadır.
Gerek
Emma’nın, gerekse Julie’nin bundan sonraki hayatları birbirine çok daha fazla
benzemektedir. Her ikisinin de bir kızları olmuştur. Kızlarının dünyaya
gelmesiyle birlikte, evliliklerinde yaşadıkları düş kırıklığından bir dönem
sıyrılmış ve tutkularını bastırmışlardır. Hatta her ikisi de o dönem
kendilerini dine adamış, yaşadıkları köyün papazıyla sık sık görüşür
olmuşlardır. Ancak bir zaman sonra karşılarına çıkan ve onları heyecanlandıran
adamların kollarına atmışlardır kendilerini.
Nihayet
eşlerini aldatarak burjuva hayatının gözde bekârlarıyla yasak aşk yaşamaya
başlamışlardır. Bir yandan bu aşkın esiri olmuş, diğer yandan sürekli bir
ahlakî sorgulama yaşamaktadırlar. Emma genç yaşta ölür; oysa Julie’nin tanıklık
edeceği uzun bir hayat vardır karşısında.
Roman
kahramanlarının hayatlarına ayrıntılı girmeyi düşünmüyorum, yalnız sosyolojik
olmayan bir okumayla, yıllar öncesinde iki farklı yazarın birbirine bu kadar
benzeyen yaşam biçimleri olan kadınları nasıl da farklı bir üslup ve yaklaşımla
ele aldıklarına inanamamıştım. Zira Balzac’ın kaleminden kadınların cinsel
tutku arayışları, bir özgürlük mücadelesi gibi ele alınmıştı. Oysa Flaubert’in
kahramanı hafif meşrep bir kadındı ve onun yaşam hikâyesinden alınacak dersler
vardı. Bir okur olarak böylesi bir izlenime kapılmıştım.
Romanları
birbirine çok yakın zamanlarda okumuş olduğum için algılarım konusunda şüpheye
düşmemiştim. Kesinlikle yazarların ahlakî anlayışlarında farklılık vardı. Bu
yüzden bu çalışmaya başlar başlamaz yazarların hayat hikâyelerine dikkat
kesildim.
Yazarların
hayatları ve romanları ele aldıkları tarihler birbirine çok yakındı. Her ikisi
de 19. yüzyılın ilk yarısında yazmışlardı, ikisi de Fransızdı, ikisi de
gerçekçilik akımının mensuplarıydı ve her ikisi de toplumsal gerçekleri
yansıtma amacı güdüyorlardı. İkisinin de kendilerinden yaşça büyük ve evli olan
kadınlarla sayısız ilişkileri ve yıllarca tutkuyla yaşadıkları aşk maceraları
vardı. Her ikisinin hayatındaki kadınlar da çok benziyordu üstelik
birbirlerine. Sorun neydi ya da neredeydi? İnsanın nasıl da içini kemiriyordu
bu soru!
Yazarların
hayatına dair okumaların ardından tek bir söz, bütün zihin dünyamı alt üst
etti: Flaubert’e Madam Bovary’nin kim olduğunu sorduklarında, “Madam Bovary
benim” demişti. Madam Bovary, Flaubert’in kendisi… Oysa romanlarındaki
kadınları onun hayatındaki kadınlarda aramıştım; çünkü Balzac’ın romanındaki
kadın kahramanlar, çevresindeki kadınlardı.
Peki,
Flaubert “Madam Bovary benim” derken ne demek istemişti? Romanı tekrar
okuduğumda, yazı aralarına serpiştirilmiş izlere rastladım. Madam Bovary
yerilmiyordu aslında, oradaki “eş aldatma” bir metafordu ve onun toplumsal
düzeni hiçe saydığını simgeliyordu. Nasıl da görememiştim bunu? Artık her şey
bir anlam kazanıyordu: Fransız İhtilali’nin ardından Fransa’da yaşanan ahlakî
çöküntü…
Özgürlükler
getirdiğini vadeden yeni düzen, aslında beyaz erkeğinin ve burjuva sınıfının
lehine düzenlemeler yaparken, kadın hâlâ bir günah keçisiydi. Ancak kadınların
kocalarını aldatmalarında gerçeklik payı olduğu halde, her iki yazar da
kadınların bu tutkularının haklı olması konusunda birleşiyor olsalar da
bedellerine dikkat çekiyorlardı. Feminist hareketlerin ateşlendiği dönem…
Tutkularının peşinden gitmelerindeki haklılık payı ise, onların çok küçük
yaşlarda, onları hiç anlamayacak olan kocalarla evlendirilmeleriydi. Bu bir
başkaldırı idi!
Dönemin
kadınları “görev” yüklemelerinin altında ezilirken mutluluk hakları ise ellerinden
alınmıştı. Her iki yazar da aşk yaşadıkları kadınlardaki bu mutsuzluğu ve
hüzünlü hayatları gözlemiş, kaleme almış ve yansıtmaya çalışmıştı.
Dönemin
burjuva sınıfının sivrilmesine, toplumsal yapının çözülmesine, ahlakî
değerlerin alt üst olmasına ve kadınların nasıl da mağdur ediliyor olduklarına
tanıklık ediyoruz aslında. Yalnız böylesi bir ipucu, ister istemez insanın
zihnine Sombart’ın (1989) “Aşk, Lüks ve Kapitalizm” tezini getiriyor. Sombart,
Haçlı seferlerinden sonra egemen aristokrat sınıfın yaşam tarzının değiştiğini
ve cinsler arası ilişkiler sonucu ekonomik sistemin bu etkenlerden yola çıkarak
kapitalizmi doğurduğunu iddia ediyordu.
Onun
bu kapitalizm çözümlemesi, 19. yüzyıldan çok önceki yüzyıllara dayanır. Ancak
işaret ettiği çok önemli bir ayrıntı vardı ki, ne yazık ki sonradan
dikkatlerden kaçmış olduğunu fark ettim; 19. yüzyılda orta sınıf kadınların
ahlakî olarak sorgulanabilir tutumları bir sonuçtu. Şöyle ki, bu “yüksek
mevki fahişeler” soylu sınıfın saraylarında geziniyorlardı. Onların
soylu sınıfa egemen olmaları için güzel olmaları yetiyordu. Zaman içerisinde bu
kurtizanlara tutsak olan asiller, onların bitmek tükenmek bilmez taleplerini
karşılayamaz hale geliyor ve sömürüler aracılığıyla zenginleşen burjuva
sınıfının eline düşüyordu. Artık asalet parayla alınıp satılır bir “meta”
haline dönüşmüştü.
Söz
konusu dönem, aynı zamanda dinden kopuşun ve pozitivizmin egemen olmaya
başladığı dönemdi. Artık tanrı adına değil, aşk ve kadın uğruna savaşlar
yaşanmaktaydı. 18. yüzyılın sonunda “aşkın yüksekokulu” haline gelen ve
sapkınlığın doruklarında yaşandığı şehirdi Paris. Dinden kopuş ve bedenin
kurtuluşuna sahne olan toplumsal yapıda artık evlilik kurumu eleştirilir hale
gelmişti. “Özgür aşka” evlilik kurumu elbisesinin giydirilmesine tepki sesleri
gittikçe artıyordu. Çünkü aşk, doğası gereği gayrimeşru idi ve aşk için
evlenilemezdi. Kibar, kültürlü ve rafine olan bu kurtizanlar ise, bu yeni aşka
hizmet eden özel kadınlar/metreslerdi.
Ancak
kurtizanlık bir “metres ekonomisini” de doğurmuştu ve büyük bir lüks sektörüne
dönüşmüştü. Zamanla bu lüks, görkem ve israf çılgınlığı, soylu sınıflardan
saraylara, oradan da orta sınıfa yayıldı. İşte Emma ve Julie, bu dönemin orta
sınıf kadınlarındandı. Kurtizanlar o dönemin yöneticilerine öyle egemen olmuşlardı
ki, Katolik kilisenin kalesi olan İtalya’da bile bu kadınların egemenliklerine
dair deliller vardı.
Araştırmamızın
sonunda vardığımız nokta gerçekten şaşırtıcıydı. Pozitivizme göre insan
düşüncesi üç farklı dönem yaşamıştı: Teolojik, metafizik ve pozitivist
devirler. Kuşkusuz pozitivizmin bugünkü akıbeti o dönem bilinemezdi, ancak
insan düşünmeden edemiyor, acaba Balzac ve Flaubert bu akıbeti sezebilmişler
miydi?
Bugünden
bakıldığında, insanın aklına ister istemez şöyle bir metafor doğuyor: O dönemin
orta sınıf kadınının yaşam serüveni dönemselleştirilmiş insan düşüncesini
temsil ediyordu adeta.
Kadınların
gençlik yıllarına kadar temsil ettikleri dönem, saflığın ve aşkınlığın iç içe
olduğu “teolojik devir”, genç yaşlarda bilinçsizce ve sorgulanmadan yapılan
evlilikler “metafizik devir” ve nihayet ussal bir muhasebenin ardından mutluluk
hakkı adı altında cinsel özgürlük maceraları ise “pozitivist devir” idi adeta.
Yaşamlarının sonlarına doğru yaşadıkları üzüntüler, hayal kırıklıkları ve
pişmanlıklar nasıl da pozitivizmin bugünkü halini yansıtıyor.
Kaynakça
ALVER, K. (2006), Edebiyat
Sosyolojisi, Ankara, Hece Yayınları.
CEVİZCİ, A. (2002), Felsefe
Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları.
ÇETİN, N. (2006), Roman Çözümleme
Yöntemi, Ankara, Edebiyat Otağı Yayınları.
ÇETİŞLİ, İ. (2006), Batı
Edebiyatında Edebi Akımlar, Ankara, Akçağ Yayınları.
GOLDMANN, L. (2005), Roman
Sosyolojisi, Çev: Ayberk Erkay, Ankara, Birleşik Yayınevi.
GÖKA, E.& TOPÇUOĞLU A.& AKTAY, Y.
(1999), Önce Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara, Vadi
Yayınları.
SOMBART, W. (1998), Aşk, Lüks ve
Kapitalizm, Çev: Necati Aça, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.
YAŞAT, C. D. (2004), “Sanat ve
Toplum Karşısında Hermeneutik: Edebiyat Sosyolojisi Açısından Hermeneutik
Yaklaşımın Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezi, Danışman:
Doç. Dr. Besim Dellaloğlu, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütisi,
tez no: 147290.
Gustave Flaubert, Madame Bovary, Çev:
Nurullah Ataç ve Sabri Siyavuşgil, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2006.
Honore de Balzac, Otuz Yaşındaki Kadın,
Çev: Mina Urgan, İstanbul, Remzi Kitapevi, 2. Basım, 1996.
[i] “Bilim
felsefesinde bir akım olup, bilimin yalnızca deneyim yoluyla doğrudan
gözlemlenebilir varlıkları konu alabileceğini iddia eden, bilimin görevinin
fenomenler arasındaki ilişkileri ifade eden genel yasa ya da teoriler
oluşturmak olduğunu öne süren pozitivizm akımı ve terimi, sosyoloji alanında,
Fransız düşünür Auguste Comte tarafından sokulmuştur.” (Cevizci, 2002:850.)
[ii] Akımın öncüllerinden ve
kurucularından olarak kabul edilmektedir.
[iii] Gerçekçiliği kabul ettiren
isim olarak anılmaktadır
[iv] Ayrıntılı bilgi için bkz.
Çetişli, 2006: 53.
[v] Dini inançlarla uygulamaları,
yalnız kişisel değil, fakat toplumsal karar alma ve eylemde yol göstericiler
olarak değerlendirmeme tavrı ya da süreci… Toplumun modernizasyonunun doğurduğu
bu süreç ya da hal olarak dünyevileşme (sekülerizasyon), her şeyden önce,
dinin, toplumsal anlam ve öneminin çok büyük ölçekli olduğu, bir ‘altın
çağı’nın geçmişte yaşandığını kabul eder; fakat bir yandan da, bu çağın artık
geride kaldığını öne sürüp, modern toplumda, rasyonel, laik ve kişisel inancın
karakter ve önemini vurgular (Cevizci, 2002:328).
[vi] Çetin, eserinde bu süreci
ayrıntılı bir şekilde ele almıştır (bkz. Çetin, 2006: 24- 69).
[vii] Barthes, R. , Yazı ve
Yorum, Çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Metis Yayınları; Akt. Yaşat, 2004: 114.
[viii] Foucault, M. , Yazar
Nedir, Edebiyat ve Eleştiri Dergisi, sayı:4, 98-112. Akt. Yaşat,
2004: 117.
[ix] Modern sosyal yaşamın en
önemli kısmını oluşturan ekonomik yaşamda, varlıkların ve nesnelerin arasındaki
tüm sahih ilişkiler –insanlar ve nesneler arasında olduğu kadar insanlar arası
ilişkiler de- yok olmaya başlamış ve yerlerini, arabulucuların devreye girdiği,
yozlaşmış ilişkiler yani değişim değerleri ile kurdukları ilişkiler almıştır
(Goldmann, 2005: 26).
[x] Her şey gider.